OSMANLI’DA KOLERA SALGINI

SALGIN HASTALIKLAR ÇALIŞMA GRUBU

· 28 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1 Sena Nur KEKEÇ*

2 Aminenur AKSAKALLI

2 İslam Nuri YILDIZ

3 Zehra ALAKUŞ

  1. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
  3. Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi

*İletişim: sena.nur.kekec21@gmail.com

İçindekiler

KOLERA

Vibrio cholerae, vibrionaceae ailesi içerisinde yer alan Gram (-), virgül şeklinde halofilik bir bakteri türüdür. Bu bakteriler; kamçılarıyla hareket eder, pilusları ile bağırsakta kolonizasyon sağlar, kolera toksini denilen toksik salgıları ile de bağırsakların işleyişini bozarlar. Çeşitli serotipleri bulunmakla birlikte salgına neden olanlar O1 ve O139 serotipleridir. Dünyada yedi kolera pandemisinin altısından O1 serotipi sorumludur. Son pandemi ile ortaya çıkan O139 serotipi ise günümüzde de etkisini sürdürmektedir.

Kolera bakterisi sıcak ortamda daha iyi üremektedir (optimum 37oC). Bu sebeple salgınlar yaz aylarında artmaktadır. Halofilik olduğu için genelde tuzlu suda ve nehir ağızlarında yaşamaktadır. En çok fekal-oral yolla bulaşır. Özellikle kontamine suların, çiğ veya az pişmiş deniz ürünlerinin tüketimi hastalığın yayılmasında önem arz etmektedir.  Ağız yolu ile konağın vücuduna giren kolera bakterileri mide asidine dayanıklıdır, ince bağırsağa tutunur. Salgıladıkları kolera toksininin etkisi ile bağırsağın su ve iyon geçişini bozup insanlarda akut ishale neden olmaktadır. İshal; renksiz, kansız, lökositsizdir ve ‘pirinç suyu görüntüsü’ şeklinde tabir edilmektedir. Kolera hastalığı genellikle hafif veya semptomsuz şekilde görülür fakat şiddetli etki gösterdiği durumlar da mevcuttur. Şiddetli enfeksiyon durumlarında ishale; kusma, susuzluk, bacak ağrısı ve sinirlilik semptomları eşlik etmektedir. Ayrıca hastalığın şiddetli etki gösterdiği durumlarda 12 saat içinde hızlı bir tedavi uygulanmazsa kişide şok, koma ve ölüme giden durumlar gözlenebilmektedir. Tedavide semptomatik veya doğrudan patojene yönelik yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemlerden bir kısmı araştırma aşamasında olup, henüz insanlar üzerinde uygulanmamıştır.

En çok kullanılan uygulamalardan biri olan oral rehidrasyon tedavisi, kaybedilen iyon ve sıvı dengesini düzeltmeye yönelik uygulanan bir yöntemdir. Hafif semptom gösteren hastalarda tek başına yeterli olmakta fakat ağır semptom gösteren hastalarda antibiyotik tedavisini destekleyici bir yöntem olarak kullanılmaktadır. 6 aylık ve daha büyük çocuklarda ishalin şiddet ve süresini azalttığı gözlenen çinko tedavisi de uygulanmaktadır. Fakat bu tedavi antibiyotiklerle birlikte uygulandığında antibiyotiklerin emilimini azaltmaktadır. 

Özellikle şiddetli enfeksiyonlarda antibiyotikler-antimikrobiyaller kullanılmaktadır. Doksisiklin, azitromisin ve tetrasiklin gibi ilaçların kullanımıyla kolera hastalarının hızlı bir şekilde iyileştiği görülmektedir. Ancak günümüzde belirli ülkelerde antibiyotiklere direnç geliştiği gözlemlenmektedir. Ayrıca her ne kadar iyileşme sürecini hızlandırsalar da antibiyotikler aşırı duyarlılık reaksiyonu ve kalp ritminde bozulma gibi ciddi yan etkilere sebep olabilmektedir.

Alternatif tedavi yöntemlerinden biri olan probiyotik kullanımının bağırsak florasını düzenleyerek koleranın bağırsaklardaki kolonizasyonunu sınırlandırdığı gözlemlenmiştir. Ancak kesin bir çözüm sağlamamaktadır. 

Koleraya karşı önleyici bir yöntem olarak hem attenue hem de inaktif aşı bulunmaktadır. Kolera aşılarının 6 ay boyunca koruma sağladığı öngörülmektedir. Fakat yeterli koruma sağlayamadığı için standart önlemlerin yerini alamamaktadır. Standart önlemler ise temiz su kullanımını ve hijyeni temel almaktadır.

KOLERANIN KEŞFİ

Kolera 1817’den sonra dünyada büyük çaplı bir etki göstermeye başlamıştır. Etkisi arttıkça kolera üzerine kapsamlı araştırmalar yapılmış, salgının sebebi olarak mikrobiyal ve miazmatik teoriler öne sürülmüştür. John Snow, Filippo Pacini ve Robert Koch gibi bazı bilim insanları salgınların mikrobiyal kaynaklı olduğunu keşfetmede önemli rol oynamıştır.

John Snow, 1813-1858 yıllarında İngiltere’de yaşamış bir araştırmacıdır. Salgın İngiltere’ye ulaştığında hastalığın sebebini araştırmak için Londra’nın bütün kanalizasyon ve içme sularının haritasını oluşturmuştur. Oluşturduğu harita üzerinden hasta sayılarının ve ölümlerin hangi bölgelerde yoğunlaştığını tespit etmiş ve elde ettiği verileri su kaynakları ile bağdaştırmıştır. Ayrıca hastalığın yoğunlaştığı bölgelerdeki su kaynaklarından örnekler alıp mikroskobik deneyler yapmış ve kolera bakterisinin varlığını tespit etmede önemli kanıtlar elde etmiştir. Fakat bütün bu delillere rağmen insanlar hastalığın havadan bulaştığına inanmaya devam etmiş, bakterilerin varlığını inkâr etmiştir. 

John Snow’un Londra’daki Kolera salgını esnasında içme sularını ve kanalizasyonları işaretlediği harita

Filippo Pacini, 1812-1883 yıllarında Floransa’da yaşamış bir anatomisttir. Salgın sırasında ölenlerin cesetleri üzerinde araştırmalar yapmıştır. Koleradan ölen insanların bağırsak yapılarının farklı olduğunu, villuslarının etkilendiğini görmüştür.

Robert Koch, Pasteur’ün mikroorganizmaları keşfetmek için kullandığı yöntemleri geliştirmiş ve birçok bakteri türünü, oluşturduğu boyama ve kültür ortamlarında keşfetmiştir.  Kolera salgını sırasında farklı ülkelere giderek salgını detaylıca araştırmıştır. Yaptığı uzun çalışmalar sonucunda bakteriyi tamamen izole etmiştir. Ayrıca hastalığın hayvanları etkileyip etkilemediği, hangi ortamlarda yayıldığı; sularda arıtma sistemlerinin kullanımı gibi konularda raporlar hazırlamıştır. Koch elde ettiği bütün verileri uluslararası toplantılarda sunmuş fakat ilk etapta ülkelerin kendi ekonomik çıkarlarını öncelemesi nedeniyle ciddiye alınmamıştır. Zamanla görüşlerinin doğruluğu anlaşılmış ve kendisinden salgın ile mücadeleye dair öneriler istenmiştir. 

KOLERA SALGINLARININ TARİHÇESİ

İlk kolera epidemisi hakkında detaylı bilgiler Portekiz kayıtlarında yer almaktadır. Bu kayıtlara göre kolera ilk çağlardan itibaren Hindistan’da görülen bir hastalıktır ve ilk epidemi 1543 yılında Ganj Deltasında görülmüştür. Bunda Hindistan’ın coğrafi konumu kadar; iklimsel, toplumsal ve dini özelliklerinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Özellikle Ganj ve Brahmaputra nehirleri arasında kalan bölge koleranın kaynağı olarak gösterilmektedir. Kolera burada bölgesel olarak her dönem görülmüş, Yangtze Nehri vasıtasıyla da Güneydoğu Asya’ya kadar yayılmıştır. 

Koleranın zamanla yerel bir hastalıktan pandemiye dönüşmesinin nedenlerinden biri Hindistan’ın hızla artan nüfusudur. Sanayileşme ile insanların kırsal kesimlerden şehirlere göç etmesi, Hint şehirlerini kaldıramayacakları bir yükle karşı karşıya bırakmış ve bu kalabalıklar şehirlerde zaten yetersiz olan altyapının daha da kötüleşmesine neden olmuştur. Kanalizasyon sisteminin olmadığı Hindistan’da, insanların bütün su ihtiyaçlarını dini ayinlerini yaptıkları ve ölülerinin küllerini savurdukları Ganj Nehri’nden karşılamaları hastalıklara davetiye çıkarmıştır.

İngiliz sömürge sistemi koleranın Hindistan’dan dünyaya yayılmasının en önemli nedenlerindendir. İngiltere’nin Hindistan’a yerleşmek için yaptığı savaşlar hem İngiliz askerlerini yerel hastalıklara maruz bırakmış hem de yerlerinden olan Hintlilerin hastalıkları yeni bölgelere taşımasına yol açmıştır. 1814’te Kalküta’da kolera salgını ortaya çıktığı zaman buraya gelen İngiliz birlikleri salgından etkilenmiş ve hastalığı kendi ülkelerine de taşımışlardır. 1816-1818 yıllarında ise Hindistan’ın kuzey cephelerinde savaşan İngiliz birlikleri, kolerayı Bengal’deki karargâhlarına taşıyarak hastalığı Afgan ve Nepalli düşmanlarına da bulaştırmışlardır. Ticari gemiler hastalığı daha da geniş alanlara yaymış, Seylan (Sri Lanka) ve Güneydoğu Asya’ya; Çin’e ve Japonya’ya kadar ulaştırmıştır.

İlk kolera pandemisinin yayılışını gösteren harita

Kolera dünyada yedi farklı pandemiye neden olmuştur. Son kolera pandemisi Endonezya’dan başlamış, Asya ve Afrika ülkelerini etkilemiştir. 

Günümüzde kolera salgınları; Afrika, Asya ve Amerika’da 75’ten fazla ülkede önemli bir halk sağlığı sorunu olarak devam etmektedir. Kolera her yıl 3-5 milyon insanı enfekte etmekte ve 100-120 bin insanın ölümüne sebep olmaktadır. 21. yüzyılın en önemli kolera salgını, 2016 yılında Yemen’de savaş ortamında başlamıştır. Hala devam etmekte olan bu salgında vaka sayısı yaklaşık 1 milyonu bulmuştur.

OSMANLI’DA KOLERA

Kolera 1822 yılında Basra Körfezi’nden Bağdat yoluyla Anadolu ve Akdeniz sahillerine ulaşarak Anadolu’da yayılmıştır. Ticaret yolları üzerinden Osmanlı’ya gelen bu hastalık, 19. yüzyılın sonuna kadar Anadolu’nun hemen her yerinde etkisini göstermiştir. Buna karşın koleranın en çok görüldüğü alanlar kıyı şeritleri ve önemli geçiş güzergâhları olmuştur. Odesa’dan gelen bir gemi ile 1831’de başkent İstanbul’a getirildiği düşünülen salgında İstanbul halkından 5.000-6.000 kişinin öldüğü tahmin edilmektedir.

Osmanlı’da koleranın en sık görüldüğü yerler; Anadolu’nun Batı kıyı şeridindeki Aydın, İzmir, Bursa, İzmit, İstanbul; batının iç kesimlerindeki Uşak; güney kıyı şeridindeki Antalya, Adana, Mersin, Tarsus, Kilis; Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde Erzurum, Erzincan, Diyarbakır, Mardin, Antep, Maraş, Malatya; Anadolu’nun İç kesiminde Eskişehir, Konya, Ankara, Sivas, Yozgat, Çankırı; Karadeniz kıyı şeridinde Trabzon, Artvin, Samsun, Gümüşhane, Bolu, Sinop, Bartın; Karadeniz’in iç kesiminde Tokat ve Amasya’dır.

Osmanlı’da Koleranın Yönetimi ve Engellenmesi

19. yüzyılda Osmanlı topraklarına gerçekleşen göçler salgın hastalıklar için zemin hazırlamıştır. Büyük kitleler halinde yapılan göçler esnasında elverişsiz yaşam koşulları da bu hastalıkların yayılma hızını ve öldürücülüğünü artırmıştır. Osmanlı arşiv belgelerinde ‘illet-i kolera, illet-i adiyye, illet-i mahuf, iştidad-ı illeti müdhişe’ gibi isimlerle anılan kolera başta olmak üzere; çiçek, frengi, tifo ve benzeri birçok hastalık görülmüştür. Bununla birlikte Osmanlı’dan geçen bazı hac güzergahları da hastalığın yayılımını kolaylaştırmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti halkın sağlığı ve gözetimi için taşrada hekimler görevlendirmeye başlamış ancak hekim sayısı yeterli olmamıştır.

Kolera vakaları en çok İstanbul, Trabzon ve Erzurum gibi şehirlerde görülmüştür. Bu şehirler gerek ticaret merkezi olmaları gerekse de göç yolları üzerinde bulunmaları nedeniyle hastalıktan büyük ölçüde etkilenmiştir. Özellikle İstanbul sahip olduğu yetersiz kanalizasyon sistemleri ve çöplerle dolu sokakları nedeniyle kolera salgınıyla 1831’den 1934’e kadar birden çok kez sınanmış, yaklaşık altı salgın atlatmıştır. 

İlk kolera vakalarının görüldüğü 1831’de, Galata’da limana yaklaşan yelkenli bir tekneden şehre yayılan salgın iki ay içerisinde 5-6 bin kişinin hayatına mal olmuş ve şehirde büyük bir panik havasına neden olmuştur. Bu dönemde her konuda olduğu gibi tıp konusunda da Avrupa’yı, özellikle Fransa’yı yenilikleri kaçırmamak amacıyla büyük bir özveriyle takip eden Osmanlı Devleti; Fransız hekimlerin kendi devletleri için yazmış oldukları “Kolera Rehberi” ni tercüme ettirmiş ve resmî gazeteleri olan Takvim-i Vakayi’de yayınlamıştır. Bu rehberde hastalıktan korunmak için yapılması gerekenler, diyet kuralları gibi bilgiler bulunmaktadır. Önerilen başlıca koruyucu önlemler güçlü bir kalbe sahip olmak ve hastalıktan korkmamaktır. Odaların sık sık havalandırılması, güzel iklimlere gidilmesi, temizlik kurallarına dikkat edilmesi söylenmektedir. Alkol kullanılmaması; bunun yerine salatalık, marul, hindiba gibi ürünlerin tercih edilmesi ayrıca önerilmiştir. İçme sularına sirke katmak en popüler korunma yöntemlerinden biridir. Rehberde en çok vurgulanan önlem ise hastaları ayrı odada tutmak ve onların giysilerini güzelce yıkamaktır.

Aynı sene dönemin başhekimi Mustafa Behçet Efendi de hemen kolera ve koleradan korunma yöntemlerine dair bir kitapçık hazırlamıştır. Kolera Risalesi olarak bilinen bu kitapçığın ilk bölümünde hastalığın semptomlarından, erken evrelerinden ve bulaşıcı olduğundan; ikinci bölümünde ise hastalıktan korunma yöntemlerinden bahsedilmektedir. Bu korunma yöntemleri arasında içme suyuna sirke eklemek, evde sirke kaynatmak, hastaların eşyalarını temizlemek bulunmaktadır. Kolera Risalesi 4000 adet basılmış ve tüm masraflar devlet tarafından karşılanmıştır. Devlet adamlarına, askeri personele ve mahallelere bu risaleden gönderilmiştir. Ayrıca bu risale Almanca ve Arapçaya da tercüme edilmiştir.

Mustafa Behçet Efendi, Sultan’a da bir rapor sunmuş ve hastalığın veba gibi bulaşıcı olduğundan bahsetmiştir. Karantina kurallarının uygulanması ve bazı gıdaların satışının yasaklanması gerektiğini bildirmiştir. Bu gıdalar arasında vücutta hastalığa zemin hazırlayan zeytinyağlı ağır yemekler, süt ve süt ürünleri bulunmaktadır. Ayrıca insanların yüksek rakımlı yerlerde yaşamalarını önermiştir. Karadeniz’den gelen gemilerin karantinaya alınması için Boğaz’da bir karantina yeri kurulmasını tavsiye etmiş, bunun sonucunda ilk karantina istasyonu hizmete girmiştir. Osmanlı Türkçesiyle, “karantina” kelimesinden ziyade “usul-i tahaffuz”; karantina yeri manasına gelen “lazaret” veya “lazaretto” kelimelerinin yerine ise, Abdülhak Molla’nın uygun bulmasıyla “tahaffuzhane” tabiri kullanılmıştır. 1838 yılında Meclis-i Tahaffuz kurulmuş ve karantinanın tüm imparatorlukta uygulanması sağlanmıştır. 

İstanbul’da görülen ilk kolera salgını esnasında şehirde bulunan Dr. DeKay, tedavi için hastalara semptomların şiddetine göre 50-200 damla laudanum (afyon tentürü) ve 5-20 damla nane yağı verildiğinden bahsetmiştir. Ayrıca hastanın el ve ayaklarının ovalanmasının, hasta bayılıncaya veya hastanın nabzı düzelinceye kadar kan almanın ve sülük uygulamalarının da etkili olduğunu bildirmiştir. Gayrimüslimlerin tedavisinde ayrıca rom ve rakı da kullanılmıştır.

Salgından sonra Amerika’ya dönen Dr. DeKay Türklerin ve Avrupalıların koleraya karşı aldığı tedbirleri karşılaştırmıştır. Avrupa’da hastaların kapı ve penceresi tuğlalarla örülü odalara kapatılmasının aksine Türklerin hastaları tedavi etmeye yönelik çalıştığını bildirmiştir.

İkinci Salgın

Hindistan’da 1844 yılında başlayan üçüncü kolera salgını; Afganistan, İran, Irak, Rusya ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelmiştir. İlk vakalar 9 Eylül 1847’de Trabzon’da görülmüştür. Trabzon’dan İstanbul’a gelen gemiler için 10 günlük karantina kuralları uygulanmış, kolera hastaları Kız Kulesi’nde gözetim altına alınmıştır. Bütün bu önlemlere rağmen kolera yavaş yavaş tüm şehre yayılmıştır. Bu dönemde hastalığın kontrol edilebilmesi için tıp öğrencileri de görevlendirilmiştir. Devletin sağlık kuruluşlarının yetersiz kalması nedeniyle doktorlar polis karakollarında dahi hasta muayene eder hale gelmiştir.

Temmuz 1848’de şiddetini iyice artıran salgın, bir hafta içerisinde 276 kişinin ölümüne neden olmuştur. Bu artıştan sokakların temizliğinin yetersiz olması sorumlu tutulmuş, sokakların düzenli olarak süpürülmesi emredilmiştir. Hayvan postlarını açıkta astıkları için de kasap dükkânlarının kesim yapması yasaklanmıştır. Temmuz ve ağustos aylarında ölüm sayısı zirve yaparak 1080’e ulaşmıştır. Karantina idaresine haber verilmeksizin yapılan defin işlemlerinin engellenmesi için yerel imamlar ve dini cemaat liderlerine cenaze ruhsatı görmeden defin işlemine izin vermemeleri tavsiye edilmiştir. Halka zararlı olacağı düşünülen bazı meyve ve yiyeceklerin satışı yasaklanmıştır. Dönemin başhekimi İsmail Paşa’dan ilk salgında da yapıldığı gibi koleraya dair bir kitapçık yazması istenmiştir. Bu kitapçık Arapça, Bulgarca ve Yunanca ’ya çevrilerek devlet görevlilerine, toplumların cemaat liderlerine dağıtılmıştır.

İstanbul resmi olarak 18 Ekim 1848’de salgının sona erdiğini ilan etmiştir. Toplam 4292 kişinin salgın nedeniyle hayatını kaybettiği bilinmektedir.

Kırım Savaşı’nda Kolera

23 Ekim 1853’te Osmanlı ile Rus İmparatorluğu arasında ortaya çıkan Kırım Savaşı’nda; İngiliz, Fransız, Avusturya ve Sardunya Krallığı orduları Osmanlı safında savaşmıştır. Fransa’nın güneyinde başlayan kolera salgını, buradan yola çıkan ve Gelibolu üzerinden Osmanlı’ya askeri destek sağlamayı hedefleyen gemilerle yayılmıştır. Dönemin Gelibolu kaymakamına hastalığın yayılmasını durdurabilmek için Fransız kalesinin etrafına bir kordon koyması, yani bölgeye yapılan giriş çıkışları kontrol altına alması talimatı verilmiştir. Bu esnada Varna’da bulunan Fransız birlikleri de kolera salgınına yakalanmış, o dönemde bu hastalık “Varna Ateşi” olarak isimlendirilmiştir.

Koleranın ağustos ayında tüm Gelibolu bölgesine yayılmasıyla gerekli tedbirlerin alınması yönündeki emirler imparatorluğun doğusundaki Harput da dâhil olmak üzere tüm vilayetlere bildirilmiştir. Karantina Konseyi bu salgında önceki salgınlardan farklı olarak kanalizasyonların durumuna dikkat çekmiştir. Kanalizasyonların taşması, bazı hamam ve tuvaletlerin doğrudan dışarıya boşalması gibi durumları gerekçe göstererek sokakların derhal temizlenmesini talep etmişlerdir.

Ocak ayında salgının bittiği ilan edilse de ara ara kolera vakaları alevlenmiş, ancak Şubat 1856’da kesin bir bitiş ilan edilebilmiştir. İstanbul’da yaklaşık bir buçuk yıl boyunca devam eden salgının sonucunda kayıtlarda 3200-3500 ölümden bahsedilmektedir. Ancak bu sayının çok az olduğunu söyleyen doktorlar da mevcuttur.

Büyük Kolera Salgını

1856 yazında İstanbul dördüncü kolera salgınıyla karşı karşıya kalmıştır. İskenderiye’de ilk vakaların görülmesiyle birlikte Mısır’dan İstanbul’a hem kara hem de deniz yoluyla gelen yolculara karantina prosedürleri uygulanmıştır. Ancak kurallara uymayarak gemideki hastaları bildirmeyen ve karantinaya girmeyen bir gemi İstanbul’a salgını getirmiştir. Limandan tüm şehre hızla yayılan hastalık halkta büyük bir panik havasına neden olmuş, hastalıktan kaçmaya çalışarak yer değiştiren insanlar salgının etki alanını genişletmiştir. Bu esnada İstanbul’da bulunan, Robert Koleji kurucularından Cyrus Hamlin yazılarında başkentte günlük hayatın 1865 yazında durduğunu ve insanların o günlerde sadece cenazelerle meşgul olduğunu belirtmiştir.

Günlük ölüm sayısının bini aştığı dönemde çıkan Hoca Paşa yangını bir nevi şehri dezenfekte etmiş ve salgının ortadan kalkmasında rol oynamıştır. Kayıtlara göre İstanbul’un yaşadığı en büyük kolera salgını olan ve yaklaşık 4 ay süren bu süreçte toplam 11 bin kişi salgın nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Başka kaynaklara göre ise bu sayı 20 bin civarındadır. Bu nedenle bu salgına “Büyük Kolera Salgını” ismi verilmiştir.

Hekim, eczacı ve eczane sayıları ihtiyaçlar ile karşılaştırıldığında yetersiz kalmıştır. Hekim sayısının yetersiz olması nedeniyle mahallelere yerel doktorlar olarak tıp fakültesi öğrencileri atanmış, personel yetersizliği nedeniyle bazı eczanelerin kapanmasıyla seyyar eczaneler kurulmuştur. Yoksulluk belgesi bulunan mahalle sakinlerine ilaçlar ücretsiz verilmiş, bu ilaçların bedeli devlet tarafından karşılanmıştır. Ayrıca Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa başkanlığında Hıfzıssıhha Meclisi oluşturulmuş; sağlık hizmetlerini daha erişilebilir kılmak amacıyla şehrin çeşitli semtlerine mobil hastaneler, dispanserler ve yardım birimleri kurulmuştur. 

Hastalıktan korunmak için alınması gereken tedbirleri içeren Sağlık Komisyonu kararları Madde-i Resmiye başlığı altında günlük gazetelerde yayınlanmış ve halk bilgilendirilmiştir. Salgın süresince çiğ tüketilen bazı meyve ve sebzelerin satışı yasaklanmış ancak bazı vatandaşlar bu yasağa uymamıştır. Karantina Kurulu’nun görüşmeleri sonucunda 1869’da cami ile kiliselerde ve yerleşim yerlerine yakın mezarlıklarda cenaze töreni yapılması kesinlikle yasaklanmıştır.

İlaç tedavisi konusunda bu dönemde bireysel çalışmalar yapılmış, özellikle saray eczacılarından Vincent Peche tarafından hazırlanan antikolerik bileşikle olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Bu bileşiğe yönelik hastanelerden, eczanelerden ve devlet dairelerinden birçok talep gelmiştir.

9 Temmuz 1865’te Sultan Abdülaziz tarafından salgında büyük fedakarlıklarda bulunan kişilere verilmek üzere bir “Kolera Madalyası” yaptırılmıştır. Bu madalya özel çabalar gösteren hekimlere, subaylara, memurlara ve jandarmalara 1866’da İstanbul’da düzenlenen Üçüncü Sağlık Konferansı’nda takdim edilmiştir. Ayrıca bu madalya Türk tıp tarihinin sağlıkla ilgili ilk madalyası olma özelliğini taşımaktadır. Kıdemli Binbaşı Dr. Ömer’in madalyası İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.

Kolera Madalyası

1866’da İstanbul’da toplanan Uluslararası Sağlık Konferansı’nda hac konusu masaya yatırılmıştır. Avrupalılar koleranın yayılmasında en büyük etmenin hacılar olduğunu savunmuştur. Hacılarda kolera görülmese dahi yanlarında taşıdıkları eşyaların hastalığın bulaşmasında rol oynayabileceğini düşünmüşlerdir. Hacıların yeme içme ve kurban kesme işlemlerine değinilen bu toplantıda özellikle Hindistan’dan gelen hacılarla temastan kaçınılması gerektiği vurgulanmıştır. Konferansta Meclis-i Tahaffuz ’un Fransız delegesi olan Fauvel, salgın dönemlerinde Hicaz ile Mısır arasındaki bağlantının kesilmesi gerektiğini belirtmiş, bunun üzerine hac görevini yerine getiren hacıların buradan başka bölgelere geçerek hastalığı yaymalarını önlemek için Sina Yarımadası’nda bulunan Tur bölgesinde 15 günlük bir karantina uygulaması başlatılmıştır. 

Beşinci Kolera Salgını

Salgın sırasında alınan önlemlerin salgın biter bitmez terk edilmesiyle Büyük Kolera salgınından altı yıl sonra, 1871’de kolera İstanbul’u beşinci kez ele geçirmiştir. İçilebilir su bulmanın bir lüks olarak görüldüğü, hijyen problemlerinin yaşandığı bu dönemde kolera hastaları görülmesine rağmen tedbirler konusunda geç kalınmıştır. Ağustos ayında kolera tanıları konmaya başlamasına rağmen ancak Ekim ayında salgına müdahale kararı alınabilmiştır.

İlk aşamada nehir kenarında bulunan evler, sokaklar ve meydanlar dezenfekte edilmeye çalışılmış ancak bunu gören mahalle sakinlerinin büyük bir panikle hastalıktan kaçmaya çalışması koleranın tüm şehre yayılmasına neden olmuştur. Ayrıca kapitülasyonların yabancılara bazı haklar tanıması azınlıkların yaşadığı bölgelerde kurulan kordonların yeterli etkiyi sağlamasını engellemiştir. 

2 Ekim- 12 Aralık 1871 tarihleri arasında 70 günde 4675 kolera vakası ve 2914 ölüm kaydedilmiştir. Ölüm oranı ise %62’dir. Artan ve azalan hasta sayılarıyla devam eden salgının bitişi resmi olarak 14 Ekim 1873’te ilan edilmiştir.

1893-95 Kolera Salgını

Ağustos 1893’ün ilk haftalarında Romanya’da görülen salgın deniz yoluyla 14 Ağustos’ta İstanbul’a ulaşmıştır. Salgının ilk ortaya çıktığı bölgelerin ortak özellikleri kanalizasyon sistemlerinin yetersiz oluşu ve nüfuslarının çoğunlukla göçmenlerden oluşması olarak tespit edilmiştir.

Pasteur Enstitüsü’nden salgınla mücadeleyi yönetmesi için davet edilen Dr. Andre Chantemesse, 26 Eylül 1893’te İstanbul’a gelmiştir. Araştırmaları sonucunda salgının temel sebebi olarak yetersiz kanalizasyon sistemlerinin içme sularını kirletmesini göstermiştir. Bu dönemde bir bakteriyoloji enstitüsü kurmaya yönelik çalışmalar yapılmış, Dr. Chantemesse’nin yardımlarıyla Pasteur Enstitüsü’nden bakteriyoloji dersi verebilecek bir hekim davet edilmiştir. Davet üzerine gelen Dr. Maurice Nicolle kurulan Bakteriyolojihane-i Şahane’nin başına getirilmiştir.

Salgın esnasında ishal tedavisi dikkatli bir şekilde yapılmıştır. Hastalara hastanede kaldıkları süre boyunca hafif yemekler ve kaynamış içme suyu verilmiştir. Lezzeti artırması ve ateşi düşürmesi için kaynamış içme sularına sirke veya limon suyu ilave edilmiştir. Kolera basilinin asidik ortamlara dayanıksız yapısı tedavide ekşi maddelerin kullanımını artırmıştır. Afyon tentürü ile karıştırılmış hidroklorik limonata ve laktik asidin suyla karıştırılmasından elde edilen laktik asitli limonata koleraya karşı en çok kullanılan ilaçlardan olmuştur. Kusma ve ishalin neden olduğu dehidrasyona yönelik ise intravenöz veya subkutan salin enjeksiyonları kullanılmıştır.

Bağırsakların tanen içeren bir lavmanla yıkanması o dönemde yeni denenen tedavi yöntemlerinden biridir. Uygulanış biçiminin rahatsız edici olması halk tarafından olumsuz tepkilerle karşılanmasına neden olmuştur. Hatta bir esnafın lavman uygulaması nedeniyle hayatını kaybettiği söylentisi padişaha ulaşmış ve bu konuda soruşturmalar yapılmasına neden olmuştur. Bahsi geçen hastaya lavman uygulamasının yapılmamış olduğu gerçeği ortaya çıksa da lavmanla ilgili dedikodular padişahı bu konuda önlemler almaya itmiştir. Bu yeni önlemlere göre hastalara rızaları olmadan ilaç verilememiş, eczanelerde düzenli kayıt tutma zorunlu hale getirilmiş ve hekimlere hastalardan tedavi sürecine dair geri bildirim almaları zorunlu kılınmıştır. Ayrıca hastaların yüz ve gözlerine ilaç uygulanması yasaklanmıştır. Tüm bunlar hasta haklarının yavaş yavaş şekillenmeye başladığını göstermektedir.

Etüv Makinesi

Pasteur ’ün çalışmalarıyla mikroorganizmaların varlığı kanıtlandığında bilim insanları hastalığın yayılmasına neden olan nesneleri dezenfekte etmek için çalışmalar yapmaya başlamıştır. Kükürt, civa, kireç gibi kimyasal dezenfektanları püskürtmek için atomizörler, içme sularını temizlemek için filtreler, giysilerin ve mobilyaların dezenfekte edilmesi için yaklaşık 100-150 ℃’de su buharı uygulayan etüv makineleri üretilmiştir. Maliyeti çok yüksek olan bu etüv makineleri İmparatorluk Cephaneliği atölyelerinde üretilmeye başlanmış ve İstanbul’da üç adet tebhirhane, yani dezenfeksiyon istasyonu kurulmuştur. Arapça “buharlaştırmak, tütsülemek” anlamına gelen, tebhir kelimesinden türemiş olan tebhirhane; kolera, çiçek, veba, kızıl, kızamık, tifo, verem gibi salgın hastalıkların görüldüğü yerlerde, hastalık taşıyanlara ait eşyaların etüv makinelerinde buhar kullanılarak temizlenmesi amacıyla kurulmuştur. Halk arasında ise daha ulaşılabilir olması sebebiyle sıklıkla kireç kullanılmış; kolera kaynağı olabilecek evler, dükkânlar kireçle boyanmıştır. Zemin ve kaplamalarda ise cıva klorür çözeltileri kullanılmıştır.

Gedikpaşa Tebhirhanesi, 1894

Su kaynaklarının temizlenmesi de salgının yönetiminde büyük önem arz etmiştir. Halkın bir kısmının çamaşırlarını bu su kaynaklarında yıkaması suyun kirlenmesinin en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Bu nedenle su kaynaklarının etrafına askerler sevk edilmiş, insanlar su kaynaklarından uzak tutulmuştur. Ayrıca su şebekeleri ve kanalizasyonlar arasındaki geçişleri önlemek için Bizans döneminden kalma su borularının çoğu onarılmış ve değiştirilmiştir. Bazı su rezervuarlarına da Paris’ten getirilen kum filtreli süzgeçler takılmıştır.

Halkın alışık olmadığı “dezenfeksiyon” ve “mikrop” gibi kelimelerin sıkça kullanılır hale gelmesi ile kolera hastalarının sadece giysilerinin değil yüzlerinin de kimyasallarla temizlendiğine dair çıkan söylentiler halkı tedirgin etmiştir. Bu nedenle 18 Kasım 1893’te devlet dairelerine “dezenfeksiyon, dezenfekte” kelimelerinin yerine temizleme anlamına gelen “tathir” ve temizlenmek anlamına gelen “tanzif” kelimelerinin kullanılması gerektiğine dair bir tebligat gönderilmiştir. Gazetelerde yayınlanan ilanlarla da halk teskin edilmiştir. Buna rağmen dezenfeksiyon konusunda yanlış uygulamalar yapmaya devam edilmiştir. Dr. Mordtmann kitabında Selimiye Kışlası’ndaki askerlerin dezenfeksiyon için elleri ve yüzlerinde aşındırıcı kimyasallar kullandıklarından hatta bu nedenle kurşun zehirlenmesine maruz kaldıklarından bahsetmiştir.

Zamane başkonsoloslarından Mordtmann, 1893-1895 tarihlerinde Türk mahallelerinde görülen salgını Kızıldeniz’den hacıları taşıyan gemilerin gelişine bağlamıştır. Gelen hacılardan hastalık belirtisi gösteren olmasa da hacdan getirilen eşyaların hastalığı taşıdığını düşünmüştür. Avrupalıların da hac konusunda Osmanlı’yı suçlaması üzerine Osmanlı Devleti her türlü tedbiri almaya çalışmıştır. 1894’te Hicaz’da hacılardan kaynaklanan bir kolera salgını çıkmasıyla bu bölgeye Osmanlı Devleti tarafından etüv makinesi gönderilmiştir. Bu sayede hacıların giysilerinin ve kullandıkları eşyaların dezenfekte edilmesi planlanmıştır. Ancak burada bulunan hacılar arasında giysilerinin alınarak Mekke’de çıplak dolaştırılacakları dedikodusu çıkınca birçok kadın hacı adayı Mekke’ye geçmekten vazgeçmiştir. Üstelik birçok Bedevi, etüv makinesini topraklarında istemediklerini, eğer getirilirse isyan edeceklerini söylemiştir. Bu olumsuzluklara rağmen etüv makinası kurularak gerekli tedbirler alınmaya çalışılmıştır. 

Bu salgın Osmanlı için halk sağlığının temellerinin atılmasına yardımcı olmuş, belediyeler ilk defa salgınla ilgili istatistikleri tutmuştur. 

Balkan Savaşlarında Kolera

24 Ekim 1912’de, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarından mağlup bir şekilde geri dönmesiyle kolera salgını tekrar baş göstermiştir. Savaş sonrası yorgun ve bitkin halde geri dönen askerlerin dönüş yolunda bulabildikleri her şeyi yiyip atık suları içmesi hastalıklara davetiye çıkarmıştır. Enfekte olan tüm askerler trenle İstanbul’a gönderilmiştir. Bu koşullarla birlikte Bulgar çetelerinden kaçan yaklaşık 50.000 kişinin Rumeli’den İstanbul’a göç etmesi şehirde sıkıntılı bir duruma neden olmuştur. Göçmenlerin gıda ihtiyacı Osmanlı Kızılay’ı tarafından sağlanmıştır. Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin kararı ile şehirdeki tüm camiler ibadete kapatılmış ve hastalar için kullanılmıştır.

11 Kasım’dan itibaren vaka sayıları günlük olarak gazetelerde duyurulmaya başlamıştır. Mevcut hastaneler, evler ve okullar hastalarla dolmuştur. 26 Kasım’da hasta sayısı 10.000’e ulaşmıştır. Ölü sayılarındaki ani artış cenaze işlemlerini yavaşlatmış, ölüler belli bir bekletilme süresinden sonra ancak kireçle kaplanıp boş tarlalara gömülebilmişlerdir. Salgın esnasında orduda yaklaşık 30.000 vaka görülmüş, 10.000 asker de kolera nedeniyle hayatını kaybetmiştir. I. Dünya Savaşı’nın vermiş olduğu olumsuz koşullar nedeniyle daha büyük bir salgının önüne geçmek için halka salgına karşı alınacak önlemleri içeren bir kitapçık dağıtılmıştır. Tanı, tedavi ve karantina süreçlerinin hızlanmasıyla salgının daha fazla büyümesi önlenmiştir.

Kolera Aşısı

Osmanlı Devleti Berlin ve Londra gibi şehirlerde yapılan aşı çalışmalarını büyükelçilikleri aracılığıyla yakından takip etmiştir. İstanbul’daki ilk kolera aşısı bakteriyoloji profesörü olan Mustafa Hilmi ve Dr. Reşat Rıza tarafından üretilmiştir. Bakteriyolojihane-i Şahane’de üretilmeye başlanan aşı, 1913’te Balkan Savaşları esnasında orduda patlak veren kolera salgınıyla baş etmek için kullanılmıştır. Dimetoka’da kurulan kontrol merkezinde tüm askerler aşılanmıştır. Orduda aşının olumlu sonuçları gözlemlenmeye başlayınca genel nüfusa da aşılama başlatılmıştır.

Hükümetin aldığı bir önlem olan aşılama hizmetleri halka ücretsiz bir şekilde sunulmuştur. 10-50 yaş arasındaki herkes, birinci ve ikinci doz arasında 7-9 gün bulunması koşuluyla iki doz aşılanmıştır. Sıhhiye Nezareti’nin önerisi üzerine salgın riskinin devam ettiği bazı bölgelerde aşı zorunlu tutulmuştur. Zorunlu kolera aşısı Eylül 1919’da kaldırılmıştır.

OSMANLI’DA KOLERANIN TOPLUMSAL ETKİLERİ

Özellikle düşük gelirli kesimin yaşadığı kıtlık, hala epidemik olarak tekrarlayan vebanın ve diğer salgın hastalıkların oluşturduğu psikolojik baskı ve o dönemde yaşanan doğal afetler halkı yeterince yıldırmıştır. Tüm bunlarla birlikte yaşanan kolera salgınları insanları paniğe sevk etmiş, zaman zaman abartılı dedikodulara sebebiyet vermiştir. 

Osmanlı’nın güneyinden kuzeyine doğru bir seyahat düzenleyen ve 1911 yılının Mayıs ayında Samsun’da bulunan İngiliz seyyah William John Childs (1869-1933), Samsun’da koleranın halk üzerindeki etkisini şöyle anlatmıştır:

“Kolera Samsun’a yaz başında musallat oldu. Ansızın geldi; insanlar yolun ortasında vurulmuşçasına acıyla yerlere yuvarlandılar ve o sırada başlarına ne geldiğini bilemediler. Salgın şiddetle arttı; geçit karantinayla kesildiğinden Bağdat Yolu’nda trafik durdu; gemiler limana gelmekten kaçındılar, kaçmanın bir yolu yoktu; çünkü köylüler dağ köylerine kaçan kentlileri ateş açarak kovuyorlardı. Köylüler, başka yerler gibi Samsun’un da kendi kolerasına kendisinin katlanması gerektiğini söylüyorlardı. Bu olağanüstü koşullarda ticaret alt üst olunca, Samsun’daki iş çevreleri -başka bir değişle yabancılar, Rumlar ve Ermeniler- hastalıkla savaşmak zorunda kaldılar. Bu ülkede Hıristiyanlar koleradan Müslümanlardan çok daha fazla korkarlar. Ancak biri hastalığa karşı elinden geleni yaparken, öteki Allah’ın takdirine ve Muhammed’in koruyuculuğuna sığınırsa hiçbir sonuç alınamaz. Bu nedenle, Samsun’daki ticaret erbabı kenti kurtarmak üzere alınacak tüm önlemler için yetkililerden onay ve ayaktakımının bağnaz ayaklanmasına karşı askeri destek sözü aldı. Ayrıca, tedbirlerin maliyetini üstlendiler ve büyük bir bağış yaptılar. Ön hazırlıklar ivedilikle yerine getirildi ve komite işe koyuldu; hastalığın görüldüğü her ev, içinde oturanların giysileri ve eşyaları ile birlikte ateşe verildi. Yok edilen mal mülk için tazminat toplanan paralardan karşılandı. Bu ve başka önlemlerle hastalığın kökü kazındı ve Samsun salgından etkilenen öteki bölgelerden daha az zarar gördü. Yine de bu parlak örneği izleyen başka bir kent olmadı. Salgının öteki yerlerde, daracık pis ara sokaklarıyla ve temizliği kuşkulu suyuyla nasıl ilerlediği, Samsun’dan çok daha küçük, nüfusu tamamen Müslüman olmasa da bağnaz Müslümanlardan oluşan Çorum örneğinde görülebilir. Kentte kolera başladığında, halk bunu Allah’ın takdiri olarak tevekkülle karşıladı; hastalığa kurban gidenleri yıkadılar, dualarla defnetmeye hazırladılar ve ailesi ölünün çevresinde toplanarak yas tuttu. Kısa sürede binden fazla kişi öldü; felaket ancak salgının şiddeti kesilince son buldu.”

Halkın paniği zaman zaman uluslararası problemlere de yol açmıştır. Örneğin Filistin’in Yafa bölgesine gelen bir Rus gemisinde kolera belirtileri gösteren yaşlı bir yolcu, gemi kaptanınca fark edilmiş, en yakın limanda gemiden indirilip bölgedeki hastaneye sevk edilmiştir. Ancak hasta hastaneye ulaşamadan hayatını kaybetmiştir. Hastanın ölüm sebebinin kolera olması ihtimaline karşı bölgede bulunan İngiliz ve Rus bilim adamları cenazeye otopsi yapmış ve etkenin kolera olmadığını açıklamıştır. Bununla birlikte Alman bir bilim adamının yaptığı otopsi sonucunda hastanın kolera sebebiyle öldüğü bildirilmiş ve bu durum o bölgede yaşayan halk üzerinde özellikle Ruslara karşı duyulan öfkeyi tetiklemiştir. Yerel Arap-Filistin gazetelerinde Ruslar boykot edilmiş, ülkeler diplomatik bir krize sürüklenmiştir.

Koleranın Ticarete Etkileri

Kolera, ticarette durgunluğa ve düşüşe neden olmuştur. Trabzon limanı ticaret kayıtlarına göre bu dönemde ihracat azalmış, ithalat ise ilk iki pandeminin ardından artmıştır. Daha sonraki yıllarda gemilerin limanda karantinada bekletilmesi nedeniyle ticaretin aksaması ve gemi mürettebatının karantina boyunca yaşadığı zorluklar, ithalatı da azaltmış ve ticaret koleradan vurgun yemiştir. 

Koleranın Balkan Savaşı’na Etkileri

Balkan Savaşı’nda cephede askeri doktor olarak görev yapan Mehmet Derviş, kolera salgınına dair gözlemlerini şu şekilde not etmiştir:

“Edirne’deki sevinçli günlerimiz uzun sürmedi. Yazın bu sıcak günlerinde (Ağustos 1913) tümende askerler arasında kolera ortaya çıktı. Ordugâhımızın değiştirilmesine, şehirden uzaklaştırılmamıza lüzum görüldü. Bu sebepten Edirne istihkâmlarının doğusundaki geniş bir sahaya nakledilerek karantinaya tabi tutulduk. Her taraftan ilişki kesildi. Kendi kendimizi idareye mecbur olduk. Hemen genel temizliğe, askere aşı yapmaya başladık. Bu esnada, bizim taburda da birkaç vaka çıktı. Bunları bir yere gönderemezdik. Öyle bir teşkilat yoktu. Onları kendim tedavi edecektim. Çadırlara revire benzeyen bir yer yaptık. Sıhhiyeciler, eczacı ve ben bunun etrafında toplanarak insanların tedavilerine çalıştık. Hastalık kusma, ishal ile başlıyor; el-ayak buz gibi soğuyor, dudaklar, tırnaklar mosmor oluyor, dil paslanıyor, hasta konuşamıyor, yüzde korkunç bir manzara oluşuyordu. Elimizde; Laudanum, Zeytikâfurî’den başka ilaç; çaydan, pirinç çorbasından başka yiyecek yoktu. Hastalar ancak beden dirençleri, güneş ve tertemiz hava gibi doğal kuvvetler sayesinde kurtuluyordu. Böylece ölümden hayata, hastalıktan nekahete geçmiş oluyorlardı…”

Le Petit Journal, Le Cholera

Türk ordusunun karşılaşmış olduğu en büyük salgın olan kolera, askerlerin nakliyatı ve tedavisi süresince daha hızlı yayılmıştır. Salgın o derece ilerlemiştir ki hastaneler ve hastaneye çevrilen resmî binalar kolera ile mücadelede yetersiz kalmıştır. Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin “Bu sıkıntılı durumda, değil camilerin birinin, hepsinin koleralılara ayrılmasına taraftarım, bu hususta fetva bile veririm.” sözleri üzerine koleralı askerler şifahaneye çevrilen camilere yerleştirilmişlerdir.

Balkan Savaşı’nın kaybedilmesiyle Balkan topraklarından Anadolu’ya göç eden Müslümanlar da salgının seyrinin kötüleşmesinde etkin rol oynanmıştır. Tüm bunlarla mücadelede en önemli kurum, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti (Türk Kızılayı) olmuştur.

Kolera, Balkan Savaşı’nda ordu içindeki yayılımı sebebiyle savaşın kaybedilmesine yol açmıştır. Fransız gazetesi Le Petit Journal’da tasvir edildiği gibi ölüm orduyu adeta kırıp geçmiştir.

Koleranın Sanata Etkileri

İnsan hayatının günlük zorlukları her dönemde olduğu gibi bu dönemde de sanata yansımış ve kolera kendine pek çok sanat dalında yer edinmiştir. Resimlerde genel olarak halkın düştüğü çaresizlik ve karantina süreçlerinin zorluğu işlenmiştir. Ayrıca koleranın insanlar üzerinde ne gibi fiziksel değişikliklere neden olduğunu anlatan bir çizim de bulunmaktadır. Sanatçısı bilinmeyen bu eserde koleraya yakalanmış 23 yaşında bir kadının hali tasvir edilmiştir. Koleranın etkisiyle kadının zayıflaması, derisinin incelip mavimsi bir renk alması ve hasta iken aldığı yüz ifadesi ile hastalığın zorluğuna dair ipuçları yakalanabilmektedir.

Horace Vernet, Melpomene de Kolera. Koleradan karantinaya alınmış bir gemi
Koleraya yakalanmış Venedikli bir kadın

Namık Kemal’in Dilinden Kolera

1840’ta doğmuş olan Vatan Şairi Namık Kemal, 1865 yılında kolera ile tanışmış ve hayatının geri kalanında koleranın etkilerini önemli derecede hissetmiştir. Yazılarında ve mektuplarında koleradan ve koleranın getirdiği uygulamalardan sıkça bahsetmiştir.

“İlletin zamân-ı şiddetinde Kapular bayağı ta’til hükmüne girdiğinden, bendeniz dahi sokakların dehşetini görmemek üzre, bir müddet sokağa çıkmadım ve bu sırada sâir kitaplarla berâber meşhur Voltaire’in felsefiyâtını okudum”

Hocası Leskofçalı Galib ile mektuplaşmalarında, henüz hocasının yaşadığı yere sirayet etmemiş olan salgının getirisi olan karantinadan bahsetmiş, salgın o bölgeye de sıçradığında yapılması gerekenlerden söz etmiştir. O dönemde yasaklanmış yiyeceklerden olan bamya ve fasulyenin hasat zamanının geçtiğini; patlıcan, üzüm, kavun, karpuz ve özellikle incirin salgın sürecinde vücuda olan zararının, pek çok tecrübe ile kanıtlandığını belirtmiştir.

“Şimdiki hâlde bamya ve fasülyenin vakti geçti; ânların ekli mücâz ise de bulunamaz. Badincan ve üzüm ve kavun ve karpuz ve bi’l-husus incirin mazarratı, tecârib-i adîde ile sabit oldu”

Namık Kemal, halkın tedbirlere uymamasından yakınmış ve bu duruma dair eleştirilerine mektuplarında yer vermiştir. 

“Hıfz-ı sıhhat esbabında kusur halkımızın lâzıme-i şânı gibidir. Cenâb-ı Hak saklasın, kolera zamanlarında bile bayağı ukalâmızdan addolunan zevâtı karpuz ve patlıcan yemekten men’e muktedir olmak kaleler fethetmekten müşkil görünür. Bu ise ecel meselesince halkın zihninde takarrur eden bir yanlış itikadden neşet etmedir” (Kolera zamanlarında halkın karpuz ve patlıcan yemesine engel olmak, kaleler fethetmekten zor görünür.)

Bununla birlikte halk içinde kulaktan kulağa yayılan, kanıta dayalı olmayan tedavi yöntemlerini de eleştirmekten geri durmamıştır. Toplumun, ıhlamur ve hatmi çiçeği ile bitkisel tedavi gibi geleneksel yöntemleri faydalı bulduğunu eklemiş ve doktorların hastalık diyeti ile ilgili kararlarını incelemek gerektiğini söylemiştir.

“Bazıları sert rakı içmeli demiş. Bazıları hayır ispirtoya dâir meşrubat muzırdır (sağlığa zararlıdır) demiş, kimi katran buğusu olmalı demiş. Kimi de hayır çer çöp yakmalı dermiş. Kimi çürük ham meyve yememeli kimisi de evet hiçbir şey yememeli dermiş. Bazıları yağmur yağarsa fenadır, bazıları da bilakis yok yağmalıdır diyormuş. Bazısı da sokaklara katran dökmeli dermiş […] yok yüzlerine sürmeli diyor. Artık birçok mış’lardan sonra atalarımızdan gördüğümüz ve öteden beri ilâc-ı hassımız bulunan ıhlamur ve hatmi çiçeğiyle hatm-i kelam ve mahud bizim babadan miras yün kuşaklara karar vermişler. Şimdi doktorların kangısının kavline bakmalı […]”

KAYNAKÇA

  1. Aydın, E. (2004). Ottoman Health Organization Century. OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi)1(15), 185–207.
  2.  Yıldırım, N. (2010).  İstanbul’un Sağlık Tarihi (İstanbul Üniversitesi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi No. 55-10). İstanbul: Ajansfa.         
  3. Asker, A. (2020). Alman Konsolosluk Raporlarına Göre 1911-1914 Yılları Arasında Osmanlı Liman Kentlerinde Kolera. Osmanlı Bilimi Araştırmaları, 22(1), 101-119.
  4. Ardıç, M. Bakü’de Kolera Salgini Ve Osmanli Devleti̇’ni̇n Başvurduğu Bazi Sihhî Uygulamalar (1893-1894). Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (46), 303-316.
  5. Çalışkan, A. (2020). Osmanli Kenti̇ Bayezi̇d’ta Salgin Hastaliklar Ve Bazi Asayi̇ş Problemleri̇ (XIX. Yüzyil Ve XX. Yüzyil Başları). Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (39), 1-19.
  6. Çetin, M. (2021) 19. Yüzyilin Sonunda Osmanli Li̇manlarinda Ti̇cari̇ Hayatin Beli̇rleyenleri̇. Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, 8(21), 315-346.
  7. Kanter, B. (2020). Namık Kemal’in Bakış Açısıyla Kolera ve Karantina. Şehir Araştırmaları Dergisi. S.590.
  8.  Dryselius, R., Kurokawa, K.,Iida, T. (2007). Vibrionaceae, a versatile bacterial family with evolutionarily conserved variability. Research in microbiology158(6), 479-486.
  9. Baker-Austin, C., Oliver, JD, Alam, M., Ali, A., Waldor, MK, Qadri, F., & Martinez-Urtaza, J. (2018). Vibrio spp. enfeksiyonlar. Doğa İncelemeleri Hastalık Astarları , 4 (1), 1-19.
  10.  Hsueh, BY ve Waters, CM (2019). Kolera ile mücadele. F1000 Araştırma , 8 .
  11.  Silva, A. J., & Benitez, J. A. (2016). Vibrio cholerae biofilms and cholera pathogenesis. PLoS neglected tropical diseases10(2).
  12.  Conner, JG, Teschler, JK, Jones, CJ ve Yıldız, FH (2016). Hayatta kalmak: Vibrio cholerae’nin çevresel hayatta kalma, bulaşma ve yayılma döngüsü. Bakteriyel patojenlerin virülans mekanizmaları , 593-633.
  13.  Benenson, A. S., Islam, M. R., & Greenough III, W. B. (1964). Rapid identification of Vibrio cholerae by darkfield microscopy. Bulletin of the World Health Organization30(6), 827.
  14.  Weil, AA ve Ryan, ET (2018). Kolera: son güncellemeler. Bulaşıcı hastalıklarda güncel görüş , 31 (5), 455-461.
  15. Faruque, S. M., Albert, M. J., & Mekalanos, J. J. (1998). Epidemiology, genetics, and ecology of toxigenic Vibrio cholerae. Microbiology and molecular biology reviews62(4), 1301-1314.
  16.  Shannon, M. (2004). Management of infectious agents of bioterrorism. Clinical Pediatric Emergency Medicine5(1), 63-71.
  17.  Yılmaz, Ö. (1847). 1847-1848 Kolera Salgini Ve Osmanli Coğrafyasindaki̇ Etki̇leri̇. Avrasya İncelemeleri Dergisi6(1), 23-55.
  18.  Lippi, D., & Gotuzzo, E. (2014). The greatest steps towards the discovery of Vibrio cholerae. Clinical Microbiology and Infection20(3), 191-195.
  19.  https://www.cdc.gov/cholera/index.html
  20.  https://www.who.int/health-topics/cholera#tab=tab_1
  21.  Yıldız, F. 19. Yüzyıl’da Anadolu’da Salgın Hastalıklar (Veba, Kolera, Çiçek, Sıtma) ve Salgın Hastalıklarla Mücadele Yöntemleri, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli 2014.
  22. Başağaoğlu, İ., Uçar, A., Doğan, O. (Eds.). (2015). Osmanlı’da salgın hastalıklarla mücadele. Çamlıca.