BOŞNAKLAR

YAKIN TARİH ANADOLU'YA GÖÇLER ÇALIŞMA GRUBU

· 32 dk okuma süresi >

YAZARLAR

¹Busenur Akbay*

²Elif Tayyibe Polat

¹Enes Taha Başer

¹Ömer Ali Özdaş

  1. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi

*İletişim: busenurakbay@gmail.com

İçindekiler

ZAMAN, MEKÂN VE KİŞİ AÇISINDAN GÖÇ

19. yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı hâkimiyetinin son bulduğu coğrafyalarda şartlar Türkler ve Müslümanlar aleyhine değişmiştir. Değişen bu şartlardan en çok etkilenenler, şüphesiz Balkan coğrafyasında yaşayan Türkler ve Müslümanlar olmuştur. 93 Harbi’nin Osmanlı Devleti tarafından kaybedilmesi neticesinde bir yandan Rusya’nın Panslavist politikaları diğer yandan Avrupa’nın kendine bir savunma duvarı oluşturma çabaları, Balkanları tam bir ateş hattına çevirmiştir. Ateş hattında kalan ülkelerden biri de Bosna-Hersek’tir.

BOSNA-HERSEK COĞRAFYASI

Avrupa kıtasının Güneybatı, Balkan yarımadasının ise Kuzeybatısında yer alan Bosna; kuzey, batı ve güneyden Hırvatistan, doğudan Sırbistan, yine güneyden Karadağ ile çevrili olup Adriyatik Denizi’ne kıyısı bulunmaktadır. Ülkenin coğrafyası merkez ve güneyde dağlık, kuzeybatıda tepelik, kuzeydoğuda düzlük bir karakter sergiler. Bosna ve Hersek Bölgeleri, fiziki özellikler açısından farklılıklar göstermektedir. Bosna; dağlık ve ormanlık bir yapıda, karasal iklim özelliğine sahip bir bölgedir. Ülkenin güney kıyılarındaki Hersek bölgesinde ise Akdeniz iklimi görülür. Bosna bölgesinde Sava ve Drina Nehirleri geçerken; Hersek bölgesinden Neretva Nehri geçmektedir. Bosna; sık ve gür ormanlara sahipken, Hersek bölgesi kireçtaşının varlığına bağlı olarak beyaz kayalıklardan meydana gelen derin kanyonlardan oluşmaktadır. Bir Balkan ülkesi olan Bosna-Hersek’te Sırp, Hırvat ve Boşnaklar bir arada yaşamaktadır. Devletin hâkim unsuru Müslüman Boşnaklardır.

BOSNA-HERSEK TARİHİ

Balkan araştırmalarının birçoğunda, Boşnaklar, bölgeye milattan sonra 7. ve 8. yüzyılda yerleşen Slavlar olarak belirtilmektedir. 11. yüzyılda Bosna Krallığı’nı kuran Boşnaklar günümüz Bosna ulusunun da tarihi arka planını bu krallıkla oluşturmuştur. Boşnakların Sırp veya Hırvat olmadığına en büyük kanıt aynı dönemde kurulan Sırp ve Hırvat Krallıklarının yanında bugünkü topraklarında Bosna Krallığının kurulmasıdır. Tarihi Bosna Krallığı, Boşnaklara Sırp ve Hırvatlardan ayrı bir tarihi köken sunmaktadır. Bosna-Hersek tarihi ile ilgili çalışmalarda, Boşnakların İslam öncesi dönemleri dini inançlarından Bogomilizm şeklinde bahsedilmektedir. 1463’te Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethetmesinden sonra İslamiyet ile tanışan Bosna ahalisi, 1878 Berlin Antlaşması’na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmışlardır. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ardından Yugoslavya topraklarının parçası olan Bosna-Hersek, 1992 yılında Aliya İzzetbegoviç önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir.

BOŞNAKLARIN ANADOLU’YA GÖÇLERİ

Bosna 1878 yılında Berlin Kongresiyle Avusturya-Macaristan himayesine bırakılmıştır. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan, Bosna’yı işgale başlamıştır. Bosnalı Müslümanlar vatanlarının “gavur” tarafından işgalini hazmedemedikleri için işgale karşı ayaklanmış, bu halk ayaklanması 1878 yazı ve sonbaharı boyunca sürmüştür. Bosna-Hersek halkı ellerindeki basit silahlarla her ne kadar işgale karşı dursalar da bunu engelleyememişlerdir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal ettikten sonra 1918 yılına kadar Bosna’dan Türkiye’ye beş büyük göç dalgası olmuştur. İlk göç dalgası 1878 yılında Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı işgalinden hemen sonradır. İkinci göç 1882 yılında Avusturya-Macaristan’ın Boşnaklara askerlik mecburiyeti getirmesinden dolayı olmuştur. Üçüncü göç “Dzabic Hareketiyle” 1900 yılında olmuştur. Dördüncü dalga 1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın ilhakı neticesinde gerçekleşmiştir. Beşinci göç dalgası ise 1918 yılında gerçekleşmiştir. Bu beş büyük dalga haricinde de Boşnakların Anadolu’ya küçük kitleler halinde göçleri olmuştur.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu askerlerinin 1878 yılında Bosna’ya girmesiyle bir tedirginlik yaşanmıştır. Müslümanlar dinlerini, adetlerini ve kültürlerini kaybedecekler diye endişeye kapılmışladır. Bunun yanı sıra Boşnaklara ait olan arazilere el konulup, bu topraklar daha sonra oraya yerleşecek olan Hristiyan ahaliye dağıtılmıştır. Yaşanan olaylar sonucunda Bosna halkı Avusturya-Macaristan’a karşı ayaklanmıştır. Bu isyanları bastıran yeni iktidar isyanlardan dolayı Boşnaklara karşı olumsuz bir tavır alıp çeşitli zulümler yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine Boşnak ahalisi daha rahat bir yaşam sürebilmek için göç etmiştir.

İkinci göç dalgası 1882 yılında Avusturya-Macaristan’ın Boşnaklara zorunlu askerlik getirmesi sonucunda gerçekleşmiştir. O yıllarda göç için müracaatların sayısı artmış ve göçmenlerin sayısı da yükselmiştir. Avusturya-Macaristan göç edenlerin dönüşünü engellemek için gidenlerin mülklerini Hristiyan özellikle Katolik köylülere vermiştir.

Üçüncü göç dalgası 1900’de Mostar Müftüsü Ali Fehmi Dzabic’in isyanıyla başlamıştır. O dönemde iktidar, Müslüman halkı Hristiyanlaştırmaya çalışmış, iktidarın bu çalışmalarına karşılık Boşnaklar da Dzabic önderliğinde bir mücadeleye girişmiştir. Bütün bu olumsuzluklar Boşnakları göçe zorlamıştır. Avusturya-Macaristan, 30 Ekim 1901’de, Boşnaklar için göç emrini vermiş, Boşnakların göçlerini Avusturya-Macaristan’ın yanı sıra Sırp ve Hırvatlar da desteklemiştir.

Dördüncü göç dalgası, 1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhakıyla başlamıştır. 7 Ekim 1908’de Osmanlı’nın Bosna’daki hâkimiyeti bitmiştir. Osmanlı kaynaklarına göre Mart 1909’dan Mart 1910’a kadar Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 5.672 kişi gelir. 1910 yılının sonuna doğru sayı 17.044 kişi olmuştur. Boşnakların Osmanlı’ya göçü aynı zamanda yeni iktidara bir tepkidir. Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak etmesine karşı Osmanlı’ya önceden gelen Boşnaklar, toplantılar ve mitingler düzenlemiştir.

Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 1878-1918 yılları arasında göç edenlerin sayısı hakkında farklı bilgiler vardır. Avusturya-Macaristan’ın resmî bilgilerine göre Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 63.000 kişi göç etmiştir. Bazı tarihçilere göre bu sayı yanlıştır ve çeşitli görüşlerde sayı 260.000’e kadar çıkmıştır. Göçmenlerin sayısı konusunda farklı bilgiler olması, bu konuda doğru bilgi vermeyi zorlaştırır. Sonuçta Bosna-Hersek’in demografik haritası büyük ölçüde değişmiş ve bu durum olumsuz sonuçlara yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Dönemi

Sırp Hırvat Sloven Krallığı ve devamı olarak Sırpların daha güçlü olarak kendilerini temsil etmeye başladıkları Yugoslavya Krallığı döneminde Bosna coğrafyasında hedef yine Türkleşmiş bir unsur sayılan Müslüman Boşnaklar olmuştur. Sırp Hırvat Sloven Krallığı’nın ilk başbakanı Sırp Stojan Protiç 1917’de bir konuşmasında ‘‘Bosna’yı bize bırakın. Bizim Bosna ile ilgili çözümümüz vardır. Ordumuz Drina Nehri’ni geçince Türklere 24 saat, en çok da 48 saat süre verilecek. Daha önce Sırbistan’da yaptığımız gibi verilen süre içinde dedelerinin dinine geri dönmeyen Boşnakların hepsi kesilecektir.’’ cümleleriyle Boşnakları yine zulüm dolu günlerin beklediğini gözler önüne sermiştir. Hiçbir sebep olmaksızın katledilmeye, malları yağmalanmaya başlanan Boşnaklar can ve mal güvenliklerini sağlamak için gözlerini tekrar Anadolu’ya çevirmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından azalan nüfusuyla kalkınma çalışmalarına başlamış olan Türkiye Cumhuriyeti, Balkan Türkleri olarak sınıflandırdıkları Boşnakların durumunu yakından takip etmiştir. Yeni devletin iktisadi ve askeri olarak kuvvetlenmesi için Anadolu’ya muhacirlerin getirilmesi düşünülmüş ve uygun olarak Balkan Türkleri için çalışmalar başlatılmıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa da muhacirler ile ilgili olarak ‘‘Rusya’dan da getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz fakat bence Garbi Trakya’dan Türkleri kâmilen nakletmek lazımdır.’’ demiştir. 1929 yılına kadar Balkan devletleri ile ilişkilerini düzeltmiş olan Türkiye, göç ile ilgili işbirliği sağlanması için gerekli ortamı hazırlamıştır.

Boşnakların göçlerinden 1923-1934 serbest göçmen ve 1934-1938 iskânlı göçmen olarak iki dönemde bahsedilebilir. 1924 döneminde Türkiye; tüm olanaklarını Yunanistan’dan gelen mübadillerin göçü ve iskânı için seferber etmiş durumdaydı ve diğer mübadeleye tabi bölgeler dışında Balkan ülkelerinden gelecek Boşnakların iskân işlemlerinin devlet eliyle yürütülmesi pek de imkân dâhilinde değildi. Bu yüzden, Balkanlardan gelecek muhacirler için “serbest göçmen” olma, diğer bir ifadeyle iskân hakkı talep etmeme şartı konulmuştur. Bu dönemde Türkiye Boşnakların göç için Anadolu’ya gelirken yanlarında hayatlarını devam ettirebilecek miktarda para bulundurmalarını da şart koşmuştur. Bu şartı sağlayan ve Türkiye sınırına giren Boşnaklar ise bir vatandaşlık beyannamesi imzalayarak mıntıka doktorları tarafından muayene edilip daha sonra iskân etmeleri üzere serbest bırakılmıştır.

Boşnakların ülkemize iskânlı göçmen olarak kabul edilmeye başlanıldığı 1934-1938 sürecinde Türkiye Cumhuriyeti İskân Kanunu’nun 7. maddesi, muhacirlerin iskânında esas alınacak noktaları belirlemekteydi. Maddeye göre, Türk ırkından olup hükûmetten iskân yardımı istememeyi yazı ile bildiren muhacirler ve mülteciler, Türkiye içinde istedikleri yerde yerleşmeye serbest bırakılırlar. Hükûmetten iskân yardımı isteyenler, hükûmetin göstereceği yerlere gitmeye mecburdurlar. Balkan Türkleri olarak anılan Boşnaklar da Türk ırkına mensup olan göçmenlere yönelik kararlar altında iskân edilmişlerdir. Yerleştirilen Boşnaklara zirai üretime geçmeleri konusunda tohum ve tarım aracı yardımında bulunulmuştur.

1938 sonrasında da Bosna-Hersek coğrafyasında zaman zaman meydana gelen sıkıntılarla ülkemize göçler görülse de bu göçmenlerin çoğunluğu vatanlarına dönmüştür.

GÖÇMENLERİN YAŞADIĞI SIKINTILAR VE ENTEGRASYON SÜRECİ

A) Vatandaşlık ve Yardımlar

Boşnakların Osmanlı’ya göçü ve vatandaşlıkları üzerine 11 Ekim 1910’da bir tezkere yayınlanmıştır. Tezkereye göre muhacir pasaportuyla gelenlere usulüne uygun olarak vatandaşlık verileceği; pasaportu olmayanlardan askerlik hizmetini yapanların ise bir vilâyeti mesken tutarak göçlerinin mümkün olabileceği hükme bağlanmıştı. Avusturya Macaristan hem Müslümanlara zulmedip hem de onların Osmanlı topraklarına göçünü engellemeye çalışırken 1909 yılında yapılan bu anlaşmaya kaçak yollardan Osmanlı’ya başvuran göçmenlerin akıbetini de eklemek istemiştir. Kaçak yollardan başvuran Boşnakların Osmanlı’dan iade edilmesini istemeyeceğini fakat bu göçmenlerin geride kalan tüm mal varlıklarına dair hakkın Avusturya Macaristan hükümetine geçeceğini bildirmiştir.

Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında Boşnakların da aralarında bulunduğu göçmen sayısı 800.000leri gördüğünde göçmenlere dair daha büyük bir düzenleme yapılması, yapılacak yardımların bir standart oluşturması şart olmuştur. Böylece aşağıdaki maddelere sahip İskân-ı Muhâcîrîn Nizâmnâmesi 13 Mayıs 1913’te kabul edilmiştir:

1. Muhacirler ile ilgili bilgileri içeren bir defter, iskân bölgelerindeki İskân Komisyonları ve Şubeleri tarafından hazırlanacaktı.

2. Sevk bölgelerine gelen muhacirler, iskân edilecekleri kazalara arabalarla veya hayvanlarla gönderileceklerdi.

3. Kazalara giden muhacirler, iskân yerleri tespit edilip meskenlerinin inşası bitinceye kadar, beher on haneye bir muhacir ailesi düşecek şekilde merkez köylere dağıtılacaklardı.

4. Kış mevsimine kadar, köy ve kasabaların çevresindeki boş, mirî, metruk ve mevkuf arazilerden, muhacirlere toprak verilecek ve meskenleri inşa edilecekti.

5. Muhacirlerin toplu halde, aynı yerde ve akrabaları ile birlikte iskân edilmesine dikkat edilecekti.

6. Yerleşim bölgesinde muhacir için bir iş bulunmasına çalışılacaktı. Sanat erbabı ustalar, kalfalar, çıraklar ve hocaların şehir ve kasabalarda iş ve güç sahibi olması sağlanacaktı.

7. Hazineden parasız arazi almış olanlar, arazinin kendilerine tesliminin üzerinden on sene geçmedikçe bu araziyi satamayacaklardı. Kendilerine mesken ve diğer malzeme verilerek hazineye borçlananların bu borçları ödemedikçe mesken, hayvan ve diğer malzemelerini satamayacaklardı.

8. Hasta olanlar, hekimler tarafından muayene edildikten sonra, gerekirse en yakın hastaneye sevk edilerek tedavilerinin yapılması sağlanacaktı.

9. Yerleştirilen muhacirlere, plân dâhilinde bir mesken, iki baş çift hayvanı, tarım âletleri ve tohumluk zahire dağıtılacaktı. Bunların bedeli ise, daha sonra taksitler halinde geri alınacaktı.

10. Yeni bir köy ya da mahalle oluşturulduğunda ise cami, mektep, çeşme gibi işler için yapılan masraflar, oraya yerleştirilenlerin hissesine bölünerek, hazinece daha sonra geri alınacaktı.

11. Muhacirler, göç tarihlerinden itibaren, altı sene askerlikten ve iskân edildikleri günden itibaren de iki sene malî vergilerden muaf tutulacaktı.

B) Ulaşım

Muhacirin Komisyonu tarafından Avusturya Macaristan’ın zulmünden kaçan, topraklarına Katolikler tarafından el konulmuş Boşnak göçmenlerin, geçici toplanma yerlerine ulaşabilmeleri için tren ve gemilerle indirim anlaşması sağlanmıştır. Boşnaklar kendi imkanları ile kara, deniz ya da demiryolunu kullanarak, Anadolu’ya geçişte önemli bir konumda olan Üsküp, Prizren, Priştine gibi yerlere göçmüştür. Rumeli’ye yerleştirilemeyenler deniz ve kara yolu ile İstanbul’a gelmiştir. Kısaca göçmenler önce bulundukları yerlere yakın iskele ve istasyonlara at arabasıyla veya yaya olarak ulaşmışlar, daha sonra gemi veya trenle Anadolu’ya nakledilmiştir.

Olumsuz hava koşulları gibi etkenler göçleri zorlaştırmıştır. Örneğin beş parasız ve perişan bir hâlde 30 kişilik 6 aile, aralık ayı boyunca yürüyerek, Osmanlı’ya göç edebilmişti: ‘‘Onların arasında yirmiden fazla çıplak, yalınayak küçük çocuk’’ vardı. Bir diğer örnek ise 1904’de, Krayina’nın ileri gelenleri toplanarak, Osmanlı’ya göç etme kararı almıştır. En ağır şartlarda gerçekleşen bu göç aylar sürmüştür. Krayinalılar yolda açlık, sefalet ve hastalıklarla mücadele ederek Bosna, Sancak, Kosova, Makedonya güzergâhını kullanarak Selânik’e varmıştır. Bu kafilenin bir kısmı gemilerle Selânik’ten İzmir’e geçerken, yaklaşık 1000 hane Krayinalı yaya olarak Edirne’ye varmıştır.

C) İskân

Muhacirlerin toplandıkları ilk durak Edirne ve İstanbul olmuştur. İskân yerlerinin hazırlanması, köylerin inşası, mevcut konutların onarılmasına kadar geçen sürede bu iki merkez ve bunları takip eden Çanakkale, Samsun, İzmir gibi şehirlerde göçmen sayısı katlanarak artmıştır. Bu geçici konaklamaları noktasında göçmenler camilere, boş okullara, boş çiftliklere, askeri kışlalara ve hatta saraya dahi yerleştirilmiştir. Geçici iskân için kullanılabilecek her yerden faydalanan Osmanlı, bu göçmenleri belirlemiş olduğu iskân bölgelerine dağıtmadan Rumeli’den gelen yeni göçmenleri kabul etmeme kararı almıştır öyle ki İstanbul’a gelen göçmenlerden bazıları gavur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyerek ölülerini bile yanlarında getirmişlerdir.

Daha sonra Edirne, Karamürsel, Sakarya, Bursa, Balıkesir, Manisa, Amasya, Samsun, Sivas, Eskişehir, Adana, Ankara, İzmir, İstanbul gibi şehirlere, mahallî iskân komisyonları aracılığıyla, yeni köyler, mahalleler kurulmuş ve Boşnaklar hayatlarını bu şekilde sürdürmeye çalışmıştır.

Göç süreciyle yakından ilgilenilmesi, yaşanan sıkıntıları çözmek için İdare-i Umumiyye-i Muhâcirin Komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonu yeterli göremeyen II. Abdülhamid, kendi başkanlığında Umum Muhâcirin Komisyonu’nu teşkil etmiştir. Göçmenlerin hem yolculuk hem de iskân sırasında ihtiyaçları karşılanmıştır. Buna rağmen yine de göçmenlerin iskânı sırasında bazı sıkıntılarla karşılaşılmıştır. Muhacirlerin iskân bölgelerindeki yerliler ile yaşadıkları arazi sıkıntıları yaşadığı da görülmüştür. Bunun bir örneği Karamürsel’in Semtler köyünde yaşanmıştır.  Semtler köyüne 17 sene önce Bosna’dan gelmiş 31 hâne muhacir iskân edilmiş ve kullanımlarına verilen araziye Cedid köyü ahalisi tarafından yapılan tecavüz ile muhacirler ziraattan mahrum bırakılmıştır. Bu olaya hükûmetin göz yumduğu anlatılırken, mesele Dâhiliye Nezareti’nin nazar-ı dikkatlerine sunulmuştu.

D) Sağlık

Muhacirler olumsuz hava koşulları ve farklı bir iklime göç ettikleri için sağlık sorunları yaşamışlardır. Göç esnasında baş gösteren salgın hastalıklar da kayıtlara geçmiştir. Muhacirlerin sağlık durumuyla Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ilgilenmiştir. İlk olarak, iki seyyar tabip tayin edilmiş ve daha sonra da muhacir hastaneleri kurulmuştur.

E) Milli Kimlik

Göçmenler, hem kendi geldikleri ülkenin kültürünü korumaya çalışırken, aynı zamanda gittikleri ülkenin değer yargılarına alışmaya çalışmaktadırlar. Bu süreçte karşılaştıkları en büyük sorunun dil olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’ye ilk göç ettikleri dönemde dil bilmemelerinden, yerli halk tarafından “gâvur” olarak etiketlendirilmiştir. Türkçe bilmemeleri yerli halkla etkileşimlerini sınırlandırmış; kız alıp-verme, arkadaşlık-komşuluk ilişkileri kurulamamıştır.

Göçmenlerin diğer sıkıntısı da kimlik arayışıdır. Göç eden birinci kuşak kültürel kimliklerinden vazgeçmezken sonraki kuşaklarda göç edilen toplumun kültürel özellikleri daha kolay benimsenmiştir. Bu nedenle ilk kuşakta Boşnak ya da göçmen kimliği ön plana çıkarken; ikinci kuşak kimlik arayışı içindedir. Sonraki kuşaklar içinse Boşnak kökenli Türk vatandaşı ya da Türk kimliği tanımlamaları öne çıkmıştır.

Bugün, Anadolu’nun hemen her yerinde Boşnak göçmenlere rastlamak mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti döneminde her zaman Bosna’dan göçmen gelmeye devam etmiş, hatta 1990’lı yıllarda bile, Bosna Müslümanları, bir kurtuluş yeri olarak gördükleri Türkiye’ye geçici veya kalıcı olarak göç etmişlerdir.

BOŞNAKLARIN ETNİK KÖKENİ VE KÜLTÜRÜ

Eski zamanlardan beri aynı toprak üzerinde yetişmiş insanların; toplum için düzenleyici ve birleştirici bir kültürün oluşmasına katkıda bulundukları, kültürlerin nesiller boyu aktarıldığı ve en temel miras olduğu bilinmektedir. Bu devamlılığı beraber sağlamış insanlar göç etmek zorunda kaldıklarında sırtladıkları ilk şey kültürleri olmuştur.

Bosna’dan Anadolu’ya göçler olarak bu kültür akışını incelememiz gerekirse Bosna’ya hangi topraklardan gelindiği ve hangi kültürlerin birbirlerini etkilediğinden de bahsetmemiz gerekmektedir. 550 ve sonrasında Slavların Balkanlara ulaştığı bilinmekte ve günümüz Kafkas, Karadeniz ve İran bölgesinden göç ettikleri tahmin edilmektedir. Bu dönemde bölgede hâkimiyet sahibi olan Bizans’ın gücü Türk boyu Bulgarlar tarafından kırılmıştır. Tuna Nehri ve Kocabalkan dağları arasında Tuna Bulgar Hanlığı kurulmuştur ve 864 yılında Hristiyanlığı kabul etmişlerdir, Slavlar ve Bulgarlar bir arada yaşamaya başlamış ve Osmanlı’ya kadar bu birliktelik devam etmiştir.

Bosna dediğimizde aklımıza gelen ve birbirleriyle akraba olan Sırp, Hırvat ve Boşnak milletlerinin birbirinden ayrılması din sebebiyle gerçekleşmiştir. Sırplar Ortodoksluğu, Hırvatlar Katolikliği, Boşnaklar ise Bogomilizmi kabul etmiştir. Seçtikleri mezhepler ile dillerine farklı kelimeler almaya başlayan ve yaşantıları bu mezheplere göre değişen Sırp, Hırvat ve Boşnaklar birbirlerinden farklılaşmaya başlamıştır ve bu farklılaşma üç millet arasında gerçekleşen savaşların asıl sebebi olmuştur.

Boşnakların dünyaya mâl etmiş olduğu değerlerden biri Aliya İzzetbegoviç Boşnaklığın tanımı ile ilgili şunları söylemiştir: ‘’Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa’ya İslâm’ı yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnakları Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak’ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye’den bize destek olmak için gelen savaşçılar da Boşnak’tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…’’

BOŞNAKLARIN DİLİ VE İNANÇLARI

Boşnaklar, Hint-Avrupa grubundan güney Slav dili olan Boşnakçayı konuşmaktadırlar. Boşnakça, Sırpça ve Hırvatçadan Osmanlı etkisiyle dillerine giren kelimelerle farklılaşmıştır. Anadolu’ya göçen Boşnaklar dillerini kullanmaya devam etmişler fakat yeni nesillere aktarılırken dillerine daha fazla Türkçe kelime karışmış ve Bosna’da kullanılan Boşnakçadan da farklılaşmıştır.

Önceleri putperest olan Bosna halkı, Bizans’ın etkisiyle 9. yüzyıldan itibaren Hristiyanlık ile tanışmıştır. Hristiyanlığın Bogomilizm mezhebini benimseyen Boşnaklar, teslise inanmamış, Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna değil de bir peygamber olduğuna iman etmiştir. Papalığın tepkisini çeken bu durum yüzünden bir arada yaşadıkları Ortodokslar ve Katoliklerle karşı karşıya gelmiştir. Dolayısıyla Aliya’nın ‘‘Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet’’ olarak tanımladığı Boşnakların inançları uğruna mücadele etmeleri 13. yüzyılda Bogomilizmi yaşamak üzere başlamıştır.

1382’de Osmanlı’nın günümüz Bulgaristan, Arnavutluk ve Sırbistan ülkeleri sınırlarında topraklar kazanmaya başlamasıyla birlikte Balkanlar İslâm’la tanışmıştır. İslâm’ı ve Osmanlıyı gözlemleyen Boşnaklar, dinleri yüzünden kendilerine uygulanan zulümden Osmanlı’nın adaletine sığınmak için harekete geçmiş ve Osmanlı’ya mektuplar yazmaya başlamışlardır. 1463’te Fatih Bosna’yı fethetmiş ve halka Boşnakça hitap etmiştir. Bu hitapla beraber 50.000 Boşnak’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tahmin edilmektedir. Fetih sonrası bölgede yaşamakta olan Sırplar ve Hırvatların özgürlüğünü güvenceye almış ve Bosna Hersek’te bulunan en büyük Ortodoks Kilisesi’nde sergilenmekte olan ünlü Bosna Fermanı’nı yayınlamıştır. Kısa bir süre içerisinde Boşnaklar kitleler hâlinde Bogomilizmin temel esaslarıyla uyduğunu gördükleri hoşgörü dini İslâm’ı kabul etmiştir. İslâm’ı hızla ve kuvvetle benimsemiş olan Boşnaklar Osmanlı’nın Balkanlarda gücünü kaybetmesi ile yine inançları uğruna canlarıyla tehdit edilmeye başlanmıştır. Bu anlamda bizler Boşnakları yaklaşık 700 yıldır inançları uğruna mücadele eden millet olarak tanımlayabiliriz.

Son olarak bölgede yaşamakta olan ve inançlarına göre birbirlerinden ayrılmış Sırp, Hırvat ve Boşnaklar ev mimarilerinde de bunu kesin çizgilerle belli etmiştir. İki eşit çizgiyle birleşen dik, uzun çatı evin Hırvatlara ait olduğunu belli ederken; iki eşit dik uzun çatının çizgileri, evin tabanına paralel bir çizgiyle birleşiyorsa bu evin Sırplara ait olduğunu göstermekteydi. Boşnakların çatıları ise dörtgen şeklinde eşit parçalardan oluşmaktaydı. Bu bilgi, Bosna Savaşı döneminde Sırpların Boşnakların evini seçerek bombalamasında dahi kullanılmıştır.

BOŞNAKLARDA EVLİLİK VE AİLE

Göçmen toplumlarda, iskân bölgelerinde kültürel olarak yitip gitme korkusu görülür. Göçün bir sonucu olan bu korku topluluklara bir arada kalma, dillerini yaşatma, kültürlerini koruma anlamında sorumluluk yüklemektedir. Bu korkunun bir sonucu olarak göçmenler yerleştikleri bölge halkından ayrı dayanışma içinde, kendi dil ve kültürlerini yaşatarak, ‘dışarı’ olarak tanımladıkları farklı milletten insanlarla evliliklere karşı çıkan bir yaşayışı benimserler ve kapalı bir toplum oluştururlar.

Aile kurmanın ilk aşaması olan kız isteme merasiminde oğlan tarafının tepsiden kahvelerini aldıkça tepsiye para bırakması Türklerden farklı bir adettir. Düğünlerde, gelinle damadın hazırlanmasına yardımcı olan ‘cever ve yenceler’ bulunur, bunlar sağdıç ve nedime kavramlarına karşılık gibidir. Düğün gününe 5 gün kala, ‘Şednitza’ denilen çalgılı eğlenceler yapılır. ‘Kolo’ denilen halayı çekmek, hep bir ağızdan Türklerdeki manilere benzer olarak bahsedebileceğimiz sevdalinkaları söylemek önemli düğün eğlencelerindendir.

Çağın yaygın bir getirisi olarak kalabalık aile yaşamından söz etmek mümkün değildir fakat o dönemden bu yana yumuşamış olmakla birlikte evde babaların sözünün geçtiği bilinmektedir. Müslüman bir toplum olmanın getirisi olarak akrabalık ilişkileri kuvvetlidir.

Her aileye verilen bir lakap vardır. Bu lakap soy isimlerinin ya da ailenin büyüğünün isminin kısaltılması ve yuvarlanması, aile mensuplarının mesleğine göre kullanılmıştır.

BOŞNAKLARIN BESLENME ALIŞKANLIKLARI

Boşnaklar, Slavlığın getirdiği kuvvetli beden yapısı gibi fiziksel özelliklere doğuştan bir yatkınlığa sahip olmakla beraber beslenme alışkanlıkları ile de bu yatkınlıklarını desteklemektedir. Etsiz ve böreksiz yaşayamayan bir toplum olduklarına da değinmek gerekir.

Çocukların uzun boylu, sağlam ve iri kemikli olması için kesilmiş süt suyunun tekrar süzülmesiyle elde edilen ‘surutka’yı hamile kadınlara tükettirirler. Bebeği doğduktan sonra anneye sütten kesilinceye kadar kalsiyum deposu olan bu gıdanın tüketimi devam ettirilir ve çocuk sütten kesildikten sonra 5 yaşına kadar surutka içerek büyütülür.

Anadolu halkının aklına gelen ilk şey ise Boşnak böreğidir. Bosna’da hâlâ önemli bir gelir kapısı olan Boşnak böreği fırınları ise hem turistler hem yerli halk tarafından rağbet görmeye devam etmektedir.

Düğünlerinde misafirlere etli ikramlar sunulması önemlidir. Boşnak mantısı, börekler, içinde kurutulmuş bamya ve tavuk bulunan begova çorbası bir düğün sofrası örneği olarak sunulabilir.

Boşnaklarda kahvenin yeri Türklerdeki gibi özeldir, hatta kültürlerinde kahvenin kırk yıl değil bir ömür hatırı olduğu söylenir. Kahve fincanlarının kulpu yoktur ve bu yüzden kahve ellerle hilal şeklinde tutulur. Fincanların dibinde ise ay ve yıldız görülür. Bu tutuş şekli ve fincanlar Boşnaklar için Osmanlı’yı, Anadolu’yu, geçmişi temsil etmektedir.

Boşnak Böreği

BOŞNAK EDEBİYATI

İlk çağlarda yaşamış bir insanın dikkatle izlediği hayvan sürülerini, açlıktan kıvranan arkadaşlarına anlatabilmek için çırpınıp durduğunu hayal etmek çok zor değildir. Bütün sosyal canlılarda ortak olan bu çırpınma davranışının zaman içinde mükemmelleşerek şu an sahip olduğumuz dil becerilerini geliştirdiği su götürmez bir gerçektir. Bu çırpınış, son birkaç bin yıl içinde öyle bir tarife dönüşmüştür ki Euclid’in aksiyomlarından Schrodinger’in dalga denklemine varıncaya kadar çok sayıda meşale onun ateşiyle gerçekliğin yolunu aydınlatmıştır.

Boşnaklar nesiller boyunca aşklarını, hüzünlerini, savaşlarını kendine has bir dille baladlar yazıp sevdalinkalar söyleyerek aktara gelmiştir. İçinde sevda kelimesi geçince bahsettiğimiz dönemin Osmanlı dönemi olduğunu ayrıca söylemeye gerek yoktur. Zaten Boşnak denilince de anlaşılan budur: Fatih’in Bosna’yı fethinden sonra, Bogomilizm mezhebini bırakıp Müslüman olan halk. Haliyle bu insanlar Osmanlının dilini de bir ölçüde özümsemiş ve kendi dillerine katmışlardır. Şimdi sorulsa Boşnaklar hangi dili konuşur diye, hiç kuşkusuz hepimiz Boşnakça deriz fakat bu cevaba Belgrad’daki dil uzmanları Boşnakçanın bazı özelliklere sahip olmasına rağmen başlı başına bir dil olmadığını söyleyerek itiraz etmiştir. Buna rağmen günümüzde Bosna-Hersek yönetimi dil olarak Sırpça, Hırvatça ve Boşnakçanın; alfabe olarak da Kiril ve Latin alfabelerinin eşit olduğunu yasalaştırmıştır.

Osmanlı döneminde Boşnak edebiyatının doğu edebiyatından etkilendiğini ve Boşnak şair ve yazarlarının bu edebiyatı kendi dillerine uyarlamaya çalıştıklarını söylemek yanlış olmaz. Birçok Boşnak hikayesinin Türkçedeki ‘‘Bir varmış…’’ kalıbının karşılığı olan ‘‘Bio jednom jedan…’’ ile başlaması ve Boşnaklar arasında Nasrettin Hoca’nın fıkralarının anlatılması bu etkilenmenin örnekleridir. Boşnakların Hırvat-Sırp dillerinde Arap harflerini kullanarak oluşturdukları, uyarlamaların da etkisiyle gelişen halk edebiyatı Alhamiyado adıyla bilinmektedir. Ayrıca Boşnakların doğu dillerinde eserler vererek divan edebiyatını geliştiren ve bazıları devletin yüksek kademelerinde görev almış Adni, Derviş Paşa ve Arif Hikmet gibi birçok şairi de vardır ve bunlar apayrı bir edebiyatı temsil etmiştir.

Boşnakların halk edebiyatında Hasanaginica (Hasan Ağa’nın Karısı) adlı bir eser vardır ki büyük Alman şairi Goethe’yi kendine hayran bırakmış; Bayron, Walter Scott ve Puşkin gibi çok sayıda ünlü şairin de ilgisini çekmeyi başarmıştır. Ayrıca günümüze kadar pek çok dile defalarca tercüme edilmiştir. Bu eser bile tek başına Boşnak edebiyatının dünya edebiyatında ne kadar önemli bir yeri olduğunu ispatlamaya yeterlidir.

Bosna-Hersek’in, Avusturya Macaristan egemenliğine girmesi hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatı da derinden etkilemiştir. Boşnakların istemeyerek de olsa bu değişimi kabullenmesinde gazete ve dergilerin etkisi yadsınamaz. O sıralar Mehmet Bey Kapetanoviç Lyubişka’nın öncülüğünde, Latin harfleriyle ve Boşnakça yazılan, edebiyatın yeni bir dönemi başlamıştır. Boşnak ve Behar gibi dergilerin etrafında toplanan yazarlar Çağdaş Boşnak Edebiyatı’nın temellerini atmışlardır. Bu dönem edebiyatında her ne kadar öze dönme çabası olsa da şair ve yazarlar Osmanlı mirasından bir türlü feragat edememişlerdir. Bu dönem yazarları batı kültürünü kavrayabilmek için ilk başta Hırvat ve Sırp yazarları örnek alsalar da sonradan kendi rotalarını çizmiş ve modernleşmeye giden yolu kendi başlarına bulmuşlardır, zaten Boşnak edebiyatı aslında Hırvat ve Sırp edebiyatına göre çok daha zengindir.

Bu dönem eserlerinde başta daha çok, Bosna-Hersek’e yeni yerleşen Alman ve Macarların zenginleşmesi ve eskiden zengin olan Müslüman halkın fakirleşmesi gibi konular işlense de daha sonraları II. Meşrutiyet ve bununla beraber başlayan göçler edebiyatın konusu olmuştur.

Çağdaş edebiyat döneminde Hırvat ve Sırp tarihçiler Boşnak edebiyatını tanımamış ve edebiyat kitaplarında Boşnak yazarların adı dahi anılmamıştır. Gerçi Krallık Yugoslavyası döneminde kimi Boşnak yazarlar aslında Sırp veya Hırvat olduğu söylenerek bir şekilde kitaplara alınsa da bu, tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaktan korkan bazı yazarların kendilerini Sırp veya Hırvat olarak göstermesine ve milli benliklerinden uzaklaşmasına sebep olmuştur.

Boşnakların yayın yapmasını istemeyen Sırp ve Hırvat milliyetçileri bu dönemde yazarlara çeşitli baskılar yapmış ve bazılarının Türkiye’ye göç etmek dışında fazla şansı olmamıştır. Bazıları ise Belgrad ve Zagreb’e taşınmış, yazı hayatına buralarda devam etmiştir. Osman Nuri Haciç gibileri ise maalesef yazmayı bırakmak zorunda kalmıştır.

İkinci dünya savaşı döneminde Boşnak edebiyatını etkileyen en önemli isim hiç kuşkusuz büyük şair ve romancı Hamza Humo’dur. Musa Çazim Çatiç ve Safvet Bey Başagiç’in şiir anlayışını sürdüren Humo ekspresyonizmin etkisi altında Grozdanin Kikot (Grozda’nın kahkahası) gibi modern ve temel taşı niteliğinde bir romanı ortaya koymuştur.

Yine bu dönemde yaşamış olan Ahmet Muratbegoviç halkını psikolojik ve kültürel yönden analiz etmiş, bulgularını hikayelerine yansıtmış ve ekspresyonizmin etkisi altında Haremseke Novele (Harem Hikayeleri) isimli özgün bir eser kaleme almıştır.

Bu bahsettiğimiz yazarlar Boşnak edebiyatı için sadece birkaç örnektir. Bundan önce ve sonra ismini sayamayacağım kadar çok, önemli şair ve yazar Boşnak edebiyatına katkı da bulunmuş, Modern Boşnak edebiyatı bu devlerin omuzlarında yükselmiştir.

Boşnak Şairlerden Çeviriler

“…Gerçek bir çeviri bir yeniden yaratış olabilir ancak” diyen ünlü şair Octavio Paz’a katılarak şunu belirtmek isterim ki bu yaptığım birebir çeviri değildir, zaten bu da beklenmemelidir.

1. Adni Gazel 5’ten bir parça

Kaddüň hırāmı tūbiye hayret virüp-durur (Endamın mı tubayı bu hayrete düşürdü)

Haddüň gül-i cināna hacālet virup-durur (Yanağın mı soldurdu söyle, cennet gülünü)

Meh gün yüzüňle da‘vī-yi hüsn itse vechi yok (Şu ay senin yanında asla güzelim demez)

Çün hatt yazup ‘izāruňa hüccet virüp-durur (Yüzüne yazdı bunu, görüp okudu herkes)

Güm kılsa cānı şehd lebüňden diler gönül  (Senin dudağından bal almayan gönül kurur)

Şīrīn degül mi sanki emānet virüp-durur (Şirin değil midir o, emanet verir durur)

                                                                                    Güzelliğini sana…

2. Derviş Paşa Gazelinden bir parça

“Âh kim nigâra irmez elim (“Âh, güzel aşkıma yetişmez elim)
Nidem ol şivekâra irmez elim. (Ne yapsam kalbine erişmez elim)

Bir hazân-dide andelibim ben (Bir seher kuşuyum hazan ayında)
Gülşen-i nev-bahâra irmez elim. (Çiçekli baharla buluşmaz elim)

Yeridir nâleyi hezâr itsem (Yeridir feryadı bin parça etsem)
Bir dem ol gül-‘izâra irmez elim (Bir kez gülizarla tutuşmaz elim
)

Fülk-i dil bahr-i gam miyânında (Dil gemim gidiyor gam denizinde)
Âh kim bir kenâra irmez elim (Düşersem kıyıya ulaşmaz elim
)

Yâr bir pâdişâh ü ben Dervîş  (O büyük padişah, bense bir Derviş)

Dâmenîne ne çâre irmez elim.”  (Ayağına bile yetişmez elim.”)

3. Hamza Humo’dan Şiir Çevirisi

“Ja, Hamza Humo, kovač vjetrova sanja        Ben Hamza Humo
I sijač u vječnost proćerdanih dana,               Rüzgarlı düşlerin yel değirmeni,
Jurišam na stvarnost,                                       Sonsuz günahların günahkarı
Prelazim bojišta,                                              Merak ediyorum gerçeği…
Iskrivih koplja, izlomih štite.                           Savaş meydanında koştuğum zaman
Srce mi raste k’o mesnat cvijet,                      Mızraklar vardı, kaçışı tutan
K’o rana iz koje krv teče.                                 Çiçek kadar güzel büyüyen kalbim
Ja ne znam gdje će me ostavit’ dan,              Bir yara oldu, kanar durmadan…
A gdje zateći veče.”                                         Nerde bırakacak beni bilmem,

                                                                        bu gece nerede uyuyacak…

BEN ALİYA…

ALİYA İZZETBEGOVİÇ

Aliya İzzetbegoviç 8 Ağustos 1925’te Bosna-Hersek’in Samaç kasabasında, itibarlı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Osmanlı ordusunda subay olan ismini aldığı dedesi Belgrat’tan, Bosanski Samaç’a tayin edilmiş ve oranın belediye başkanlığını yapmıştır. Adaletiyle yöre halkı arasında saygın bir yerinin olduğu söylenmiştir. Sonrasında Sırpların baskısından kaçan dedesi İstanbul’da askerlik yaparken Sıdıka Hanım’la evlenmiş ve 5 çocukları olmuştur. Bu çocuklardan biri Aliya’nın babası Mustafa’dır. Aliya’nın doğumunun ikinci yılında Aziziye bölgesinin Hırvat milliyetçileri tarafından işgal edilmesi ve Aliya’nın babasının işlerinin kötüye gitmesi sebebiyle birçok Müslüman aile gibi Aliya ve ailesi de Saraybosna’ya taşınmıştır.

Annesi dindar bir kadındır, öyle ki Aliya dini bilinç ve hassasiyetinin erken dönemlerde olgunlaşmaya başlamasını tamamen annesine borçlu olduğunu şöyle vurgulamıştır: ‘‘Cahil bırakılmış bir anne geleceğin yüz akı, göz aydınlığı nesilleri yetiştiremez.’’

Aliya, gençlik döneminde birçok batılı ve doğulu yazarları okuyarak düşünce dünyasını zenginleştirmiştir. O dönemde komünistliğin etkisiyle din yönünden ikileme düşmüştür. Ancak genç Aliya için komünist propagandanın Tanrı’yı kötücül ve dini alet ederek ne denirse onu yaptıran bir şekle büründürmeye çalışması kırmızı çizgilerini aşmıştır. Çeşitli şekillerde ve tanımlamalarda, dinin ana mesajı Aliya’ya her zaman etik bir yaşam şekli gibi gelmiştir ki şu sözü hatırlanmalıdır: ‘’İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin adıdır. ‘’ Aliya bir iki yıllık ruhsal-düşünsel bir bocalama sonrası yeni bir güç ve yaklaşımla nihayet dini özüne dönmüştür. Bu dönüş belki de birçok kitap yazmasına ve düşünce dünyasının İslam çerçevesi etrafında şekillenmesine sebep olmuştur. Çok sonraları Hatıralar kitabında “Tanrısız bir hayat benim için tahayyül edilemezdi.” diyecektir.

Aliya 1943’te, II. Dünya Savaşı sürerken dönemin iyi liselerinin birinden mezun olmuş, yine o dönemde liseyi bitiren tüm gençlerin askerlik yapma zorunluluğu bulunmasına rağmen askerlikten kaçmıştır. Aliya’nın bu kararında lise yıllarında dahil olduğu Genç Müslümanlar örgütünün antifaşist, anti komünist düşünce yaklaşımı etkilidir. Cemiyet, savaşla birlikte aktif bir hüviyete bürünmüş ve faaliyetleri II. Dünya Savaşı boyunca devam etmiştir. Aliya cemiyetle ilk defa 1944 yılında, imamların mesleki birliğiyle, birleştikleri zaman karşı karşıya gelmiştir. Kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi Aliya “hiçbir zaman imamlarla tam bir fikir birliği içinde değildi” ve onların bazı konulara bağnazca yaklaşmaları ve dini çok katı bir şekilde yorumlamalarından hoşnut değildir ki bu tavır İslam’ın özünün anlaşılmasını zorlaştıran etkenlerden biri olarak görmüştür. Bu konu hakkında İslam Deklarasyonu Kitabı’nda şu cümleleri yazmıştır: ‘‘Kur’an-ı Kerim kanun otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların ‘kutsalı’ oldu. Kur’an-ı Kerim’in araştırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette İlahiyat, formalizmin tesiri altında Kur’an-ı Kerim hep daha az (anlayarak ve manası düşünülerek) ve daha çok güzel sesle okundu ve mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakarlıklar hakkındaki emirleri, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz olarak, güzel sesle okunan Kur’an-ı Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi içinde eriyip gitti.’’

II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Samaç’tan Saraybosna’ya dönen Aliya, yönetime gelen Tito tarafından Genç Müslümanlar örgütüne üye olması sebebiyle tutuklanıp 3 yıl hapis yatmıştır. Tutukluluk süresi Mart 1949 yılında sona ermiştir. Hapishaneden çıktıktan sonra Halida Hanım ile evlenmiştir. Aliya, idama mahkûm edilecek olan arkadaşlarından Hasan Biber’in mektupları vesilesi ile Genç Müslümanlar örgütünde tekrar görev almaya başlamıştır.

Bir süre Ziraat fakültesinde okuduktan sonra 1954 yılında Saraybosna Hukuk Fakültesine girmiş, 1956 yılında aynı fakülteden mezun olmuştur.

1983 yılında Saraybosna davasında yargılanmasına sebep olacak İslam Deklarasyonu eserini, 1970’te yayınlamıştır. Sadece bir ulusun ya da bir ülkenin problemlerinden ziyade, İslam dünyasının temel problemlerini ele alan eserin hiçbir yerinde Yugoslavya kelimesi dahi geçmemektedir.

Gençken yazmaya başladığı ve zor şartlar altında saklanan Doğu ve Batı Arasında İslam Aliya’nın yazmaya başladığı tarih olan 1946’dan çok sonra bir arkadaşının yardımıyla Amerikalı bir yayıncı tarafından yayınlanmıştır. Eser 20. yüzyıl düşünce dünyasında İslam’ın bulunduğu konumu değerlendirmeye çalışmıştır. Aliya eseri yayınlandığında hükümet tarafından tekrar tutuklanarak ağır iş cezasına mahkûm edilmiştir. 1970’li yılların başında görece müsamahakâr atmosfer sayesinde kitap basabileceği ümitleri artan ve bu durumdan faydalanan Aliya’nın, buna karşın 70’lerin sonlarına doğru değişmeye başlayan bu ılıman hava Tito’nun “Panislamizm” fikirleri ile mümkün olduğunca sert bir şekilde mücadele etmesi daha da zorlaşmıştır. Çalışmalarına devam eden Aliya, Hüseyin Dozo vesilesi ile Takvim dergisinde İslam Rönesansı’nın Sorunları başlıklı bir makale dizisi kaleme almıştır. 1980’de Tito’nun ölümüyle ülkede gri rengin baskınlığı artarken özellikle Müslümanlar ile Arnavutlara yönelik tutuklamalar yoğunluk kazanmıştır. Bosna’nın dört bir yanında başlayan ve Aliya’nın arkadaşlarının da bulunduğu yüzlerce kişinin tutuklanması ile sonuçlanan bu süreçte, bir 1983 sabahında Aliya da tutuklanmıştır. Düşünce suçu işlediği iddiasıyla yürütülen davada Aliya ve arkadaşları Yugoslavya’nın birlik ve bütünlüğüne karşı İslam Devleti kurmaya çalışmak iddialarıyla suçlanmıştır. Aliya’nın yazmış olduğu İslam Deklarasyonu’ndan birçok bölüm okunup Yugoslavya’da bir İslam Devleti kurmaya çalıştığı yönünde iddiaları kabul ettirmek için arkadaşlarına ve kendisine baskı yapılmasına rağmen hiçbiri bunu kabul etmemiştir. Şu sözleri biraz daha fikir edinmemizi sağlayacaktır: ‘‘Yugoslavya’yı seviyorum, yönetimini sevmiyorum. Tüm sevgimi özgürlüğe verdim, yöneticilere bir şey kalmadı. Bu itibarla beyan ederim ki ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son nefesime kadar da böyle hissedeceğim. İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır. Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun onlar için daha özgür, onurlu bir yaşamın kısacası uğrunda yaşamaya değer her şeyin adıdır İslam.’’ Aliya’nın burada bahsettiği özgürlük daha ileride kuracağı şu cümlelerle belki daha güzel aydınlanacaktır: ‘‘Farklı dinler, milletler ve kültürlerin birbiriyle etkilenmesi, yaşamasının sağlanması ve korunması gereken bir çeşit Bosna kozmopolitizmi inşa etti. İstediğin isme sahip olabilir, istediğin dine inanabilirsin ancak insan olmak gerekir. Yaşamalı, diğerlerinin de yaşamalarına izin vermelisin.’’ 14 yıl hapis cezasına çarptırılan Aliya İzzetbegoviç, ilerleyen dönemlerde aydınların mektuplar ve itiraz dilekçeleri vesilesiyle 5 yıl 8 ay hapiste kaldıktan sonra ‘‘özgürlüğüne kaçmıştır.’’.

Hapishaneden çıktığında ülkenin durumu hiç iyi değildir. Özellikle Faşist ve Sosyalist düzenin yıkılmaya yüz tutması ülkedeki devamlılığı tehdit etmiş ve Sırp hegemonyası üzerine kurulan Yugoslavya’nın diğer etnik kökenleri baskılayan bir devlet kıvamında olması yaşanan çözülme ve etnik gerilimleri ivmelendirmişti. Tüm bu belirsizliklerin ve kargaşanın içerisinde Müslümanların temsil makamının bulunmaması ve çözülme içerisinde savrulduğunu gören Aliya bir parti kurmaya karar vermiştir. Yakın arkadaşları ile yaptığı görüşmeler sonrasında birçok sözüyle de göstereceği Yugoslavya’nın dağılmasından ziyade demokratik bir sisteme geçişini destekleyecek olan Demokratik Eylem Partisi’ni (SDA) Kasım 1989’da kurmuştur. Çalışmalarına hızla başlayan parti kuruluşundan tam bir yıl sonra Kasım 1990’da seçimlerden zaferle çıkmıştır. Bu süre zarfında Sırpların başına aşırı milliyetçi Miloseviç’in gelmesi, Milosoviç’in Yugoslavya’yı Büyük Sırbistan’a dönüştürme projesi uzlaşmayı imkânsız hale getirmiştir. 25 Haziran 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etmiş ve 15 Ocak 1992’de Avrupa devletleri tarafından bağımsızlıkları tanınmıştır. Bosna-Hersek’in bağımsızlığı ise referanduma bırakılmıştır. Sırpların boykot ettiği referandumda halkın %99’u bağımsız bir devlet olma yönünde oy kullanmış ve böylelikle Bosna-Hersek özellikle Avrupa Ülkeleri tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. Akabinde Sırpların Boşnaklara karşı açmış olduğu savaşta Boşnak savunmasının liderliğini, Aliya üstlenmiştir. Dünyanın o dönemdeki en büyük 4. ordusuna karşı, halkını silahlandırarak düzenli bir ordu oluşturmaya çalışan Aliya, 1992-1995 arasında süren Bosna-Hersek savaşını hem cephede hem de diplomatik görüşmelerde yer alarak başarıyla yönetmiştir. Savaşta Boşnaklar başta Srebrenica olmak üzere birçok katliama ve tehcire maruz kalmıştır. Saraybosna ve birçok bölgede kentkırım uygulayan Sırplara karşı Boşnaklar ve Bosna-Hersek’in de bölünmesini istemeyen diğer milletlerin insanları da ellerinden geleni yapmışlardır. 1995 yılına gelindiğinde Boşnaklar askeri anlamda toparlanmış ve Sırpları geri püskürtmeye başlamıştır. Aynı yılın kasım ayında Aliya, ‘‘Bu adil bir barış olmayabilir fakat süren bir savaştan daha iyidir.’’ diyerek Dayton Antlaşması’nı meclisten de geçirerek imzalamıştır. Savaştan sonra insanları birleştirici cümleler kuran Aliya barışa ve özgürlüğe ne kadar bağlı olduğunu yine göstermiştir. 25 Ağustos 1990’da SDA’nın Foça mitinginde kurduğu şu cümleler bize örnek teşkil edecektir: ‘‘Bugünü biz, halkımızın Drina köprülerinde kurban edilen masum insanlar için adadık. Fakat yargılamak ve hüküm vermek için gelmedik. Hem cellatlar hem de onların kurbanları Allah önündedir ve O yargılayacaktır. Biz, zulümlerin sadece ve sadece zalimlerin fiili olduğuna inananlardanız ve ilan ediyoruz ki biz bu zulümler için Sırp halkını suçlamıyoruz. Zulüm için zalimden başkası hesap verecek değildir. Yani buraya yargılamak ve mahkûm etmek için gelmedik ancak bağışlamak için de gelmedik. Biz kimiz ki bağışlayalım? Babalarını, kardeşlerini ve oğullarını kaybedenler adına benim affetme hakkım yoktur. Bunu ancak kurban olan ve kaybetmiş olanlar yapabilir. Eğer yapabilirlerse affetsinler, Kur’an bunu tavsiye eder. Kur’an diyor ki: ‘Eğer bağışlarsanız sizin için daha iyidir’, yani eğer yapabilirseniz, affedin.’’ ve konuşmasının devamında: ‘‘Her şeye rağmen, bizim sadece Müslüman değil Sırp kurbanlarına da çiçek koymamızı teklif ediyorum.’’.

1998 yılında yapılan seçimlerde tekrar başkan seçilen İzzetbegoviç, görevini 2000 yılına kadar sürdürmüştür. 2000 yılında sağlık sorunlarını sebep göstererek başkanlık görevinden ayrılmıştır. 2003 yılına kadar ailesiyle birlikte mütevazı bir hayat süren İzzetbegoviç, 9 Ekim 2003 tarihinde ebedi hayata intikal etmiştir. Vefatından sonra naaşı yüz binler eşliğinde Saraybosna’da bulunan Kovaçi Şehitler Mezarlığı’na defnedilmiştir.

KAYNAKÇA

  1. Pırlanta, İ. ‘‘Balkanlardan Bozok Bölgesine Göç Eden Boşnaklar’’; 2016.
  2. İyiyol F, Ćatovic A. ‘‘Sevdalinkalarda Türk-Boşnak Halk Kültürünün Ortak Unsurları’’; 2012.
  3. Emgili, F. ‘‘Bosna-Hersek’ten Türkiye’ye Göç (1878-1934)’’; 2011.
  4. PoyrazTacoğlu T, Arıkan G, Sağır A. ‘‘Boşnak Göçmenlerde Göç ve Kültürel Kimlik İlişkisi: Fevziye Köyü Örneği’’; 2012.
  5. Kırbaç, A. ‘‘Tarih ve Gelenek Bağlamında Türkiye’de Boşnaklar’’; 2012.
  6. Bayraktar, Z. ‘‘Geleneğin Aktarımında ve Yaşatılmasında Göçmen Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü: İzmir Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Örneği’’; 2014.
  7. Bayraktar, Z. ‘‘Boşnak Halk Kültüründe Evlilik Geçiş Merasimi: İzmir Çamdibi Örneği.’’
  8. TRT Avaz. ‘‘Türk Düğünleri’’; Boşnak Düğünü.
  9. Özder, A. ‘‘Bosna-Hersek Cumhuriyetinde Coğrafyanın Halk Kültürüne Etkisi’’; 2013.
  10. Geçer, G. ‘‘İşgal Sonrası Bosna-Hersek’te Göç Olgusunun Vatan Gazetesine Yansımaları’’; 2010.
  11. Demirel, M. ‘‘Türkiye’de Bosna Göçmenleri’’; 2008.
  12. Demir, Y. ‘‘Cemaatten Ulusa Boşnaklar’’; 2011.
  13. Şahin, İ. ‘‘Avusturya’nın Bosna-Hersek’i İşgalinden Sonra Anadolu’ya Yapılan Boşnak Göçleri’’; 2014.
  14. Taşbaş, E. ‘‘Bosna Muhacirlerinin Anadolu’da İskanları’’; 2017.
  15. Karaarslan, F. ‘‘Entelektüel Üzerine Eleştirel Bir Çalışma: Aliya İzzetbegoviç Örneği’’; 2010.
  16. Hacımeyliç, K. ‘‘Aliya İzzetbegoviç’in Hayatı ve İslam Dünyasına Bakış’’; 2013.
  17. İzzetbegoviç, A. ‘‘İslam Deklarasyonu’’; Fide Yayınları, Ekim 2017.
  18. İzzetbegoviç, A. ‘‘Köle Olmayacağız’’; Fide Yayınları, Ekim 2017.
  19. Karasu, M. ‘‘Bir Kentin Ölümü: Kentkırım (Bosna-Hersek Örneği)’’; 2008.
  20. Bozbeyik, B. ‘‘Meşhurların Son Anları’’; TÜRDAV yayın grubu, 2009.
  21. Kaya, F. ‘‘Boşnak Edebiyatı’’; 1996.
  22. Kufacı, O. ‘‘Adni Divanı ve Adni Divanında Benzetmeler’’; 2006.
  23. Çetin, M. ‘‘Saf Şiirin Peşinde Üç Poetika: Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Octavio Paz’’; 2017.
  24. TRT Avaz. ‘‘İstikamet Bosna-Hersek’’.
  25. Toputut, A. Yazarla gerçekleştirilen röportaj. İstanbul, 13 Mayıs 2010.
  26. Aldemir, T. Röportaj, İlahiyat Akademi Dergisi (Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Cilt 3, Sayı 4, 2016.