ARAP BAHARI

SURİYE'DEN ANADOLU'YA GÖÇ ÇALIŞMA GRUBU

· 30 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1 Beyza BEKDİK

1 Busenur KELOĞLU

1 Emine Beyza Nur KAYNAR *

1 Mine BAŞ

2 Dilan ONUR

2 Elif ERSÖZ

2 Sevdenur MERTASLAN

  1. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: beyzahp301@gmail.com

İçindekiler

GİRİŞ

Arap Baharı, büyük çoğunluğunu Arap veya Müslüman toplumların oluşturduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesinde, halkın “demokrasinin neden gelişmediği” sorusuna cevap aradığı direniş hareketidir. Arap Baharı, 1968’de Prag Baharı’ndan hareketle batılı ülkelerce böyle isimlendirilmiştir. Arap Baharı, ilk olarak Tunus’ta ortaya çıkmış ve kısa sürede Mısır, Ürdün, Yemen, Cezayir, Libya, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelere yayılmıştır. Bu süreçte ODKA bölgesi hakları; grevler, toplu gösteriler, yürüyüşler ve toplantılar gibi sivil itaatsizlik tekniklerine başvurmuşlardır. Ayrıca sosyal medya ve teknolojiden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Devletler binlerce protestocuyu tutuklamış, kitlelere karşı şiddete başvurmaktan çekinmemiştir. Bölgede bu sürecin sonucunda Tunus, Libya ve Mısır’da diktatör liderler iktidardan düşmüştür.

ARAP BAHARI: TUNUS ÖRNEĞİ

Mart 1956’da bağımsızlığına kavuşan Tunus, 15.yy.’da İspanya ve Portekiz arasında egemenlik mücadelesine sahne olan ve 1574’te tamamen Osmanlı egemenliğine giren, 1881’de ise Fransa tarafından sömürgeleştirilen bir ülkeydi. Fransa sömürgesini sonlandıran, bağımsız Tunus’un ilk Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’dır. 1987’ye kadar, 31 yıl, ülkeyi ‘tek adam ve tek parti’ anlayışı ile yönetmiştir. 1987’de dönemin başbakanı Zeynel Abidin Bin Ali, Burgiba’nın sağlığının bozulduğu gerekçesiyle sivil bir darbe neticesinde yönetimi devralmış ve 23 sene boyunca ikinci cumhurbaşkanı olarak görevde kalmıştır. Bu 54 yıllık süreçte, sadece iki cumhurbaşkanı gören Tunus halkı, muhalefetin engellenmesi ve iktidarın alternatifsiz bırakılması ile demokratikleşmede oldukça geri kalmıştır. Tunus’ta 2010 sonlarında başlayan halk hareketlerinin öncesinde de bazı hareketlenmeler yaşanmıştır. Örneğin; 1978’de ülkenin en büyük işçi Sendikası UGTT’nin düzenlediği protestolarda, halkın üzerine ateş açılması nedeni ile o gün ‘Kara Perşembe’ olarak tarihe geçmiştir. 1984’te yüksek gıda fiyatlarını protesto etmek amacıyla düzenlenen, ‘Ekmek İsyanı’ olarak anılan olaylar gerçekleşmiştir. 17 Aralık 2010’da mühendislik fakültesi mezunu ancak iş bulamadığı için geçimini seyyar satıcılık ile sürdüren Muhammed Buazizi, güvenlik güçlerinin kendisine aşağılayıcı bir şekilde davranması nedeniyle kendisini yakmıştır. Bu olayın ardından başlayan gösteriler, zaman içerisinde iktidar karşıtı bir içerik kazanarak halkın kitleler halinde sokağa dökülmesine neden olmuştur. Bin Ali’nin ortamı yumuşatmak için tedavi gördüğü hastanede ziyaret ettiği Buazizi, 4 Ocak 2011’de yaşamını yitirmiştir. Olaylar sonucunda Bin Ali koltuğunu bırakmış ve yurt dışına kaçmış ve bu süreç ‘Yasemin Devrimi’ olarak adlandırılmıştır. Daha sonra Libya ve Mısır’a sıçrayan olaylar, uluslararası medyada Arap Baharı olarak adlandırılmaya başlamıştır. Tunus’taki protestolarda itici güç, gençlerin Facebook, Twitter gibi sosyal medya hesapları olmuş ve yaşanan süreç bazıları tarafından ‘Facebook Devrimi’ ya da ‘Twitter Devrimi’ olarak da adlandırılmıştır. Bin Ali’nin yolsuzluklarına ilişkin bilgilerin Wikileaks’te yayınlanmasının ardından olayların tırmanmasına istinaden, ‘Wikileaks Devrimi’ olarak da adlandırılanlar çıkmıştır. Kısaca Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi, tüm bölgeyi etkisi altına alan Arap Baharı zincirinin ilk halkasını oluşturmuştur.

1960-1980 döneminde hızlı bir kalkınma gösteren Kuzey Afrika ülkeleri 1980 sonrasında bu performansı gösterememiş ve ekonomik sıkıntılar yaşamıştır. Nüfusun artmasına karşın istihdam imkanları azalmış, işsizlik son 20 yılın en yüksek oranlarını görmüştür. Bu sıkıntılara rağmen Tunus, komşularından görece olarak iyi durumdaydı. Birleşmiş Milletler (BM)’nin 2011 İnsani Kalkınma Endeksi’ne göre yüksek insani gelişmişlik grubundaki ülkeler arasında yer almıştır. Arap ülkelerinde yaşanan sosyoekonomik gelişmenin o nispette demokratikleşme sağlayamamış olmasını ‘demokrasi açığı’ olarak nitelendiren BM, 2011 yılı raporunda, Yasemin Devrimi’ni Tunus’un insani gelişmişlik düzeyinde sağladığı önemli iyileşmenin doğal bir sonucu olarak nitelendirmiştir. Bu doğrultuda bazı uzmanlar Yasemin Devrimi’nin kalkınmamanın değil, aksine kalkınmanın bir sonucu olduğunu belirtmekte ve bunu ‘Arap demokrasi paradoksu’ olarak nitelendirilmektedir. Okumuş gençlerin yüksek işsizlik oranları ve halkın önemli bir kesiminin işsiz veya düşük ücretle çalışmasına karşın yönetici elit ve çevresinin çok büyük bir serveti kontrol etmesi de bu süreçte önemli bir etkendir. Bin Ali, iktidara geldikten sonra çok partili seçimleri düzenlemesi ve halkın üzerindeki baskıyı azaltması ile Tunus’ta demokrasiye geçiş için bir umuttu. Ne var ki yıllar ilerledikçe, Bin Ali de gittikçe siyasi otoriteyi kendi elinde merkezileştiren, muhalefeti ve medyayı baskılayan bir politika izlemiştir. Burgiba’ya karşı önde gelen muhaliflerden olan En Nahda Partisi de bu baskıdan nasibini almış, seçimlere girmesi yasaklanmıştır. 1991’de En Nahda (Mısır’daki Müslüman Kardeşler örnek alınarak kurulan İslami Uyanış Hareketi) terörist bir yapı olarak ilan edilmiş, parti üyeleri tutuklanmıştır. İlerleyen yıllarda insan hakları ihlallerinin giderek artması ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar, Bin Ali’ye karşı hoşnutsuzluğun artmasına neden olmuştur. Bin Ali yönetimi, bireysel bir eylemin kitlesel ayaklanmaya dönüşümünü engelleyememiş, polis teşkilatı göstericiler üstüne ateş açmış ve kayıplar yaşanmıştır. Bin Ali bu süreçte halkı yatıştırmak için çeşitli vaatlerde bulunmuştur. Ancak verilen vaatler fayda etmemiş, meclis 13 Ocak günü olağanüstü toplanmıştır. 14 Ocak akşamı görevini geçici olarak Başbakan Gannuşi’ye devrettiğini duyuran Bin Ali, ailesiyle birlikte Suudi Arabistan’a gitmiştir. 16 Ocak 2011’de kurulan geçici hükümet devam eden protestolar neticesinde 27 Ocak’ta istifa etmiş, aynı gün Gannuşi eski iktidardan kimsenin bulunmadığı yeni hükümeti ilan etmiştir. Dinmeyen tepkiler sonucu Gannuşi de 27 Şubat’ta istifa etmiş, yerini Burgiba döneminde bakanlık yapmış Biji Sait Essebi’ye bırakmıştır. Aynı yıl En Nahda’nın yasağının kalkması ile Raşid Gannuşi de ülkeye geri dönmüştür. Ayrıca bu süreçte yüzden fazla siyasi parti açılmış ve siyasi mahkumlar serbest bırakılmıştır. Geçici yönetimin hazırlıklarıyla 23 Ekim 2011’de Arap Baharı’nın ilk seçimi yapılmıştır. Bine yakın gözlemcinin izlediği seçimler adil olarak değerlendirilmiştir. En Nahda oyların %41’ini alarak meclisteki en büyük siyasi grubu oluşturmuştur. 2. Sırada merkez sol Cumhuriyet Kongresi partisi, 3. Sırada ise sosyal demokrat Ettekatol olmuştur. Bu üç parti, koalisyon hükümeti kurmuş; Başbakan En Nahda’dan Cibali, Cumhurbaşkanı Cumhuriyet Kongresi Partisi’nden Mezkuri, meclis başkanı ise Ettekatol’dan Bin Cafer olmuştur. 2013’te önde gelen solcu liderlerden Şükrü Belayid’in suikast sonucu öldürülmesi ülkeyi ciddi şekilde sarsmıştır. Arka planda En Nahda’nın olduğu iddiaları halkı gösterilere itmiştir. Başbakan Cibali görevinden istifa etmiş, yerine İçişleri Bakanı Ali Larayid gelmiştir. Temmuz 2013’te bir başka laik solcu lider, Muhammed İbrahim’in öldürülmesi ile ülkede tansiyon tekrar tırmanmıştır. 26 Ekim 2014 seçimlerinde Nida Partisi (En Nahda’ya karşı sol grupların birleştiği parti) ilk sırayı alarak hükümet kurma yetkisini alırken, En Nahda ikinci sırayı almıştır. Günümüzde Nida Partisi’nden Yusuf Şahid başbakan olarak görev yapmaktadır.

People gather outside the Constituent Assembly headquarters during a protest to demand the ouster of the Islamist-dominated government, in Tunis on July 28, 2013.

Resim 2: Arap Baharı-Tunus

Resim 3: DCR Parti binasının önü. 30 Kasım 2012; Safakes – Tunus

 

ARAP BAHARI: YEMEN ÖRNEĞİ

Yemen tarihinde pek çok iç savaş ve darbe görülür.  Yemen, 1990’daki birleşmeye rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda bir ulus devlet olamamıştır. Silahlanmış aşiretler, merkezî hükümetin başkent dışındaki bölümleri kontrol etmesini güçleştirmektedir. Ülkenin tamamına yayılan aşiretçilik, özellikle Zeydiliğin yaygın olduğu kuzey bölgelerde etkindir. Zeydilik; Şii İslam’ın kollarından biridir. Zeydi imamlar, 17. yy.’dan 19. yy.’a kadar Yemen’i yönetmiş ve kuzeyde ilk siyasî düzeni kurmuşlardır. Kuzeydeki bu yönetim tarzı 1962’de devrilmiş, cumhuriyetin kurulması için girişimler olmuştur.

27 Eylül 1962’de, Yemen’in önde gelen aşiretlerinden Haşid’in şeyhi Abdullah El Ahmar’ın da desteklediği, Nasır taraftarı olan Albay Abdullah El Sallal, Kuzey Yemen’de bir darbeyle İmam El Bedr’i iktidardan uzaklaştırmış ve Yemen Arap Cumhuriyeti’ni (YAC) ilân etmiştir. Arabistan 1968’e kadar bu ilâna karşı çıkmış ancak 1970’te YAC’ı tanımış ve ateşkes ilân edilmiştir. Kuzey Yemen’deki iç savaşın bitimine yakın bir tarihte, 1967’de, İngiliz mandası Güney Yemen, bağımsız bir devlet olmuştur. İngiliz sömürge yönetimi, Güney Yemen’de bulunduğu süre içerisinde Arap Yarımadası’nda farklı bir şehirli işçi sınıfı oluşturmuştur. Sol eğilimli ulusal bir hareket haline gelen bu sınıf, ideolojik düşüncesini tüm Güney’e empoze etmiş, bölgedeki geleneksel sosyopolitik dinamiklere kısmen zarar vermiştir. Devlet bu düşüncelerle kısa sürede kendini “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak tanımlayarak Arap dünyasının ilk Marksist devleti olmuştur. 1980’lerin sonuna doğru iç çatışmalarla uğraşmaya başlayan Güney Yemen, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve en önemli destekçisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla varlığını sürdüremez hâle gelmiştir.

Petrol çıkarma konusunda Güney’deki yönetimin ihtiyaçları, Kuzey’deki yönetimin hırsı ile birleşince 1990’da Birleşik Yemen Cumhuriyeti oluşmuştur. Güney Yemenli liderler, demokratik sistem içerisinde kendilerine bir rol verileceğini düşünerek bu bütünleşmenin gerçekleşmesini desteklemişlerdi. Ancak bu beklenti, 1978’den beri Kuzey Yemen’in başında bulunan Ali Abdullah Salih’in birleşik Yemen’in de başına geçmesi ve Güney’i yönetim kademesinden dışlamasıyla karşılıksız kalmıştır. Güney tekrar ayrılmak için 1994’te Kuzey’le savaşa girmiştir. Bu iç savaş, Kuzey kuvvetlerinin çatışma sonrasında Güney’in başkenti Aden’i ele geçirmesiyle iki ay sonra sona ermiştir. Güney’de memnuniyetsizlik devam etmiş ve Kuzey’e olan düşmanlık 2007’de “Güney Hirak Hareketi” olarak isimlendirilen bir grubun kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu grup, ekonomik açıdan ihmal edildiklerini, siyasî baskı altında olduklarını düşünen Güneylileri bir araya getirmiştir. Salih, bunları sert tedbirlerle bastırmıştır.

Bu ayaklanmalar ülkenin kuzey kesiminde de şiddetli bir şekilde yaşanmıştır. Kuzeydeki Hutiler (Husiler), hiçbir zaman diğer kesimlerle entegre olmamış ve her zaman ülke bütünlüğüne tehdit olmuşlardır. Hutiler, Yemen nüfusunun %35-40’ını oluşturan ve Sanaa’nın kuzeyine yoğunlaşan, Zeydilerin içinden çıkmış isyancı gruptur. Hutiler özellikle 2004’ten sonra ayrımcılık yaptığı ve Suudi Arabistan’ın kendi Selefî anlayışını bölgede yaymasına izin verdiği gerekçeleriyle Salih rejimine karşı gerilla savaşı başlatmıştır. İsyancılarla ordu arasındaki çatışmalar, 2004’te Zeydilerin ABD aleyhine sloganlar atmasıyla başkentte başlamıştır. Güvenlik güçlerinin Sanaa’da bu eylemlerin elebaşı Hüseyin el Huti’yi yakalamasıyla başlayan çatışmalar, büyük bir başkaldırıya dönüşmüş ve binlerce Huti destekçisinin yakalanmasıyla sonuçlanmıştır. 2009’da Hutiler, isyanlarını Yemen ordusunun topraklarını kullanmasına izin verdiği gerekçesiyle Suudi topraklarına da taşımış; Arabistan, kuvvetlerini bölgeye sevk ederek karşılık vermiştir. Hükümet ile Hutiler arasındaki çatışmada binlerce insan ölmüştür. Bunlara 2009’da Arabistan kaynaklı El Kaide terörü de eklenmiştir. Arabistan ülkesindeki El Kaide’ye karşı bir mücadele başlatınca buradan kaçan üyeler Yemen’i yeni üssü yapmıştır. Arap Yarımadası’ndaki El Kaide (AYEK) olarak bilinen örgüt, kısa sürede Yemen’de ölümcül bir örgüt niteliği kazanmıştır.

Ülkenin büyük kısmının Salih’in kontrolü dışında olması, ordunun yarısından fazlasının General Ali Muhsin’e sadık olması ve nüfusunun yarısının bile desteğine sahip olamaması rejimi ‘savaş ağaları’ arasında birinci olmakla yetinmeye zorlamıştır. Salih, bu parçalı yapıyı dengede tutmakta başarısız bir politika izlemiştir. Salih, içeride ülke ekonomisinin büyük kısmının kontrolünü birkaç elit gruba vermiştir. Salih’in 1990’da, ABD’nin Irak müdahalesi sonrasında izlediği dış politika da ülke ekonomisini ciddi bir darboğaza sokmuştur.

Yemen, %70’i kırsalda yaşayan ve çoğunluğu tarımla uğraşan, 24 milyonluk bir ülkedir. Dünyanın en büyük nüfus artış oranına sahip Yemen’de genç, işsiz ve memnuniyetsiz büyük bir kesim vardır. Kötü eğitim sistemi ve yeteneklerini geliştirme imkânlarının olmaması neticesinde işsizlik gençler arasında %50 civarındadır. Ülkenin yaşadığı bu sorunlara, petrol ve su kaynaklarının azalması da eklenince ülkenin içinde bulunduğu durum daha da kötüleşmektedir.  Tüm bu yaşananların ardından gençler sokağa çıkmış, rejim değişikliği talebinde bulunmuşlardır. Arap dünyasının en fakir ve internete erişimi en düşük ülkesi olan Yemen’de bile Facebook ve Twitter gibi sosyal medya kanallarının kullanımı bu ayaklanmaların ortaya çıkmasında önemli bir faktör olmuştur.

Yemen’de Arap Baharını gençler ve sivil toplum örgütleri başlatmıştır. Yemen’deki ayaklanma için halk desteğinin artması ve iktidar partisinin devlet başkanlığı için dönem sınırlamasını kaldırmayı düşündüklerini açıklaması, Salih ve ailesinin uzun bir süredir devletin güç ve kaynaklarını ellerinde toplamasının yarattığı huzursuzluğu gün yüzüne çıkarmıştır. 1990’larda kurulan “güç dengesi”ndeki ilk değişiklik, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan saldırılar sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunu Aralık 2007’de Şeyh El Ahmar’ın ölümü takip etmiştir. Bu olaylar sonrasında Salih, kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmıştır. El Ahmar ile uzlaşı sona erince de Salih’in müttefikleri olan kişiler muhaliflerin tarafına geçmeye başlamıştır. Bunların arasında asker ve güvenlik konularında Salih’ten sonra gelen General Ali Muhsin de yer almıştır. Ali Muhsin’in muhaliflerin safına katılması, yöneticilere örnek olmuş ve onlar da muhalif saflara katılmışlardır. Yemen’deki ayaklanmalar Ocak 2011’de küçük bir gösterici grubunun protesto için sokağa çıkmasıyla başlamıştır. Kısa bir süre sonra “gençlik hareketi” ismi altında protestocular, Salih’in görevi bırakması taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Muhalefet partileri son ana kadar daha ihtiyatlı bir tutum takınmış, başta Salih’in gitmesinden ziyade ciddi reformların yapılması talebinde bulunmuşlardır. Gösterileri için izin alan muhalefet partileri, doğrudan rejim taraftarlarıyla karşı karşıya gelmemeye çalışmıştır. Muhalefetin bu tutumu uzun süreli olmamış, 2 Mart’ta Salih’e 2011’in sonuna kadar görevi bırakmasını öngören barışçıl bir yol haritası sunmuştur. Salih, muhalefetin istediği diyalog çağrısını 7 Mart’ta yapmış; muhalefet ise ancak Salih’in bir yıl içerisinde görevi bırakmayı kabul etmesi halinde görüşmelere başlayacağını ifade etmiştir.

Salih rejimi ayaklanmaları bastırmak için ilk olarak ekonomik tedbirler almıştır. Asker ve diğer güvenlik birimlerinin rejime sadakatinin devam etmesi için maaşlarında artışa gidilmiş, ücretsiz yiyecek ve gaz verilmiştir. Vergiler ciddi şekilde azaltılmıştır. Üniversite harçları kaldırılmış, yeni mezunların iş bulmaları için bir proje ilan edilmiştir. Alınan ekonomik tedbirler işe yaramayınca Salih bazı siyasî tavizler vermeye başlamıştır. Salih, 2013’teki başkanlık seçimlerinde kendisinin ve oğlu Cumhuriyet Muhafızları Komutanı General Ahmet Ali Abdullah Salih’in aday olmayacaklarını açıklamış ve başkanlık seçimlerinde dönem sınırlamasını kaldıracak anayasa değişikliğini yapmaktan vazgeçmiştir. Daha fazla askerin ayaklanmacılara katılmasından korkan Salih, Ali Muhsin’in de istifa etmesi halinde yetkilerini yardımcısına devredeceği ve 60 gün içinde erken seçimleri yapacağına söz vermiştir. Salih, korkulanın aksine askerlerin ayaklanmacıların tarafına geçmediğini görünce istifa sözünden vazgeçmiştir.

22 Mayıs 2011’de, başkentte Salih taraftarı askerler ile Ali Muhsin ailesine bağlı milisler arasında çatışmalar başlamıştır. 3 Haziran’da başkanlık yerleşkesindeki camide patlayan bomba sonucunda Salih ciddi şekilde yaralanmıştır. Böylece, barışçıl şekilde halkın başlattığı ayaklanmalar silahlı bir çatışmaya dönüşmüştür. Salih, halkın görevi bırakması yönündeki taleplerini on bir ay sonra 2011’de imzalayarak kabul etmiştir. Sorunlar Salih görevi bıraktıktan sonra çözüme kavuşmamıştır.

Resim 4: Arap Baharı-Yemen. 11 Ekim 2011; San’a Yemen

Resim 5: Arap Baharı-Yemen. 11 Ekim 2011; San’a Yemen

 

ARAP BAHARI: ÜRDÜN ÖRNEĞİ

Ürdün komşularına kıyasla daha istikrarlı bir ülkedir fakat Arap Baharı’ndan etkilenmiştir. Buradaki protestolar Ocak 2011’de başlamıştır. Gösterilerin ortaya çıkmasına ülkedeki ekonominin kötü şartları sebep olmuştur. Bununla birlikte halkın siyasi talepleri de bulunmaktadır. İslamcılar, solcular ve aşiret mensupları reform için bir araya gelmişlerdir. Sonrasında iki başbakan art arda istifa etse de gösteriler yatışmamış ve gözler Kral Abdullah’a çevrilmiştir. Ürdün küçük ve dış yardımlara bağlı bir ülkedir. Bunun için komşu ülkelerle ilişkiler önemlidir. Ülkede önemli bir nüfusu sığınmacı ve göçmenler oluşturmaktadır. Bunun yanında ülke kendini koruyabilecek stratejik derinliğe sahip değildir. Tüm bu sebeplerden dolayı Ortadoğu’da oluşabilecek güvenlik sorunu, yönetimin en büyük endişesi olmuştur.

7 Şubat 1999’da Kral Hüseyin’in yerine oğlu Kral II. Abdullah geçmiştir. Siyasi, ekonomik ve toplumsal reform sözleri vermiştir, fakat bu vaatler gerçekleştirilmemiştir. Kral II. Abdullah, Haşimi Hanedanlığının bir üyesidir ve bu sebeple saygı görmektedir. Başta gösterilere karşı uzlaştırıcı rol oynamış ancak halkın asıl isteği tahtın yetkilerinin kısıtlanması ve demokrasi olmuştur.

Kasım 2010’da yapılan seçimlerde koltukların çoğunu hükümet yanlısı bağımsız adayların alması ülkede geniş çaplı protestolara yol açmıştır. Muhalefetteki Müslüman Kardeşler ve onun siyasi uzantısı olan İslami Hareket Cephesi, bu seçimleri boykot etmiştir.
Ocak 2011’den itibaren Tunus ve Mısır’da başlayan ayaklanmalar binlerce Ürdünlünün de sokağa çıkmasına ve gösterilere neden olmuştur. Pahalı yaşam, yolsuzluk, yoksulluk ve yüksek işsizlik oranı protestoların sebeplerindendir. Bunun üzerine Kral Abdullah Başbakan Samir Rifai’nin yerine eski General Maruf Bakhit’i getirmiştir ve iki komisyon oluşturmuştur. İlki seçim ve parti yasalarıyla ilgili reform, diğeri de anayasada sınırlı da olsa bazı yenilikler yapmak için kurulmuştur. Haziran 2011’de Kral, başbakan ve kabineyi atama yetkisini meclise verme planını duyurmuştur. Protestocular ve muhalif eylemciler bu adımları olumlu olarak görse de birçoğu, yolsuzluk mücadelesi ve kralın yetkilerine sınır getirilmesi için gösterilere devam etmiştir. Kral, Eylül 2011’de meclis tarafından kabul edilen anayasa yeniliklerini onaylamıştır. Bu yeniliklerle bir sonraki seçimler öncesinde yargı daha bağımsız olacaktır, Anayasa Mahkemesi oluşturulacak ve bağımsız seçim komisyonu kurulacaktır. Bu reformlara rağmen memnuniyetsizlik devam etmiştir. Kral Abdullah Ekim 2011’de başbakanı tekrar değiştirmiştir. Bakhit’in yerine Avn el Hasavne gelmiştir. Ancak onun da görevi uzun sürmemiştir. Reform taleplerini karşılayamamakla eleştirilmiş ve Nisan 2012’de yerine Fayez Taravne getirilmiştir.

2012 sonuna doğru gösteriler artmıştır. Ekim 2012’de Kral Abdullah Meclisi feshetmiş ve 2013 başında erken seçime gidilmiştir. Başbakanlığa Abdullah Nusur atanmıştır. Müslüman Kardeşler ve siyasi kolu İslami Hareket Cephesi seçimleri boykot edeceğini ve gösterilere devam edeceğini açıklamıştır. Müslüman Kardeşlerin isteği kralın yetki sınırıdır ve başbakanın seçildiği bir sistemdir. Seçimler öncesi Bağımsız Seçim Komisyonu kurulmuştur. Seçim sonrası oluşturulan parlamento ilk kez Başbakan seçmek için müzakerelere başlamıştır. Daha önce kral, başbakanı tek başına atarken bu sefer parlamentoya da danışmıştır. Abdullah Nusur tekrar başbakan olmuştur.

Arap Baharı adı altında yaşanan olaylar siyasal ve toplumsal yapıyı sorgulatmıştır fakat sonuçları sınırlı kalmıştır. Demokratikleşme yolunda atılan adımlar gerginliği yatıştırmak ve Haşimi Krallığını garanti altına almak için atılmıştır. Krala riayet protestoların şiddetini azaltmıştır.  Ürdün’deki şiddet diğer Arap ülkelerindeki kadar büyük değildir ve yaşanılanlar sınırlı kalmıştır çünkü barışçıl gösteriler, rejimi devirmek yerine mevcut rejimi düzeltmek için çağrıda bulunmuştur.

ARAP BAHARI: SURİYE ÖRNEĞİ

2010’un sonlarında ODKA’da başlayan halk ayaklanmaları, Suriye rejimini endişelendirse de rejimin ilk tepkisi bu değişim rüzgarının Suriye’yi etkilemesini önemsememek ve Suriye’nin diğer ülkelerden farklı olduğunu savunmak olmuştur. 17 Mart 2011’de Dera kentinde gösteriler başlamıştır. Ayaklanmaların Dera’da başlamasının en önemli nedenleri, bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber burada yaşayanların Lübnan’daki iş olanaklarını yitirmesi sonucu büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır. Daha sonra ayaklanmalar Banyas, Lazkiye, Hama, Deyrizor ve Humus’a sıçramıştır. Rejimin baskıdan yana takındığı tavır ile olaylar iç savaş halini almıştır.

Rejim, halkın ayaklanmasını kriz olarak, kendi yerel dinamikleri içinde ortaya çıkan sorunlar olarak değerlendirmiştir. Genel çözümlerden ziyade yerel çözümlerin yeterli olacağını düşünmüştür. Rejim yaşanan ayaklanmaları şiddetle bastırmayı tercih ederek güvenlik ve istikrar sağlayıcı konumunu korumak istemiştir. Şehirleşme, okuryazarlık ve eğitimde artış, endüstrileşme, kitlesel ve sosyal medya imkânlarının artması gibi toplumsal ve ekonomik değişimler, siyasi farkındalığı arttırmış, talepleri çoğaltmış ve katılımı genişletmiştir. Diğer ülkelerdeki benzer motivasyonlar Suriye’de de geçerli olmuştur; çoğunluğu eğitimli olan gençlerin iş imkanlarından yoksun bulunması, yolsuzluk ve rüşvet, ekonomik dar boğaz. Bu ekonomik zorluklara, ayaklanmaların başlamasından sonra elektrik kesintileri, petrol ve ocak gazında sıkıntılar, temel ihtiyaçların fiyatlarındaki artışlar eklenmiştir. Suriye rejimi bu zorlukları, uluslararası yaptırımlara ve silahlı muhalif grupların verdiği zararlara bağlamıştır.

Arap Baharı denilen halk ayaklanmaları Suriye’ye sıçradığında Suriye muhalefeti çabalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Muhalefet gösteriler yapmaya ve yerel koordinasyon komiteleri oluşturmaya başlamıştır. 2011’den sonra rejime karşı birçok muhalif grup ortaya çıkmıştır. Bunlardan, Suriye ordusunu terk edenler ve silahlanan siviller tarafından Ağustos 2011’de Türkiye’de kurulan Özgür Suriye Ordusu, silahlı mücadele eden bir muhalif gruptur. Muhalefete bakıldığında rejime alternatif olabilecek güçlü bir liderlik görülememiştir. Esed ilk başta, 17 Mart 2012’de birkaç göstericinin tutuklanmasıyla başlayan gösteriler karşısında protestoları engelleyebilmek için baskı ve taviz karışımı bir politika izlemiştir. Esed, kamu çalışanlarının ücretlerini arttırmış, yeni sosyal yasalar çıkarmıştır. Esed kamuda çalışanlara ve emeklilere 360 milyon dolarlık petrol yardımı ve 400.000 fakir aileye 270 milyon dolarlık yardım yapmış ve daha önceki ilaç zamlarını geri çekmiştir. Temel gıda maddelerine uygulanan vergilerini düşürmüştür. Petrol fiyatını %25 düşürmüştür. Esed, olayların önüne geçebilmek için Nisan 2011’de olağanüstü hâl yasasını kaldırmıştır. Şubat 2012’de Baas Partisinin devletin ve toplumun lideri olduğunu belirten maddenin yer almadığı yeni anayasa taslağı referanduma sunulmuştur. Suriye rejimi kabul oylarını %89,4 olarak açıklamıştır. Rejim, muhalefeti ve isteklerini meşru olarak kabul etmemiş ve onları terörist ve isyancı ilan etmiştir.

Rejim krizden öte bir sorun göremediği için uzun vadeli olumlu sonuçları olacak strateji ve kararlardan ziyade kısa vadeli sonuçları olacak kararlarla kriz yönetimi uygulamıştır. Kimyasal silahların kendi rejimi tarafından kullanıldığını kabul etmeyen Esed, dış güçler tarafından desteklen muhalif grupları suçlamıştır. Esed karşıtı devletler Arabistan, Katar, Türkiye ve Fransa’dır. Ayrıca Lübnan’da Hariri liderliğindeki grup ve yeni Libya rejimi de Suriye rejimine karşı mücadele etmektedir. Katar ve Arabistan muhaliflere para ve silah desteği sağlamıştır. Suriye’nin eskiden en önemli destekçisi olan Rusya, yine Suriye’ye destek olmaya devam etmiştir. Rusya ile beraber Çin, BMGK’nın daimî üyeleri olarak konseyde Suriye’ye karşı bir kararın çıkmasını engellemişlerdir. Türkiye, Suriye Hükümeti ve Merkez Bankası ile olan tüm banka işlemlerini durdurmuş, kredi anlaşmasını askıya almış, silah alım satımını durdurmuş, Suriye hükümetinin Türkiye’deki mal varlığını dondurmuş ve Esed’in lider takımının ülkeye girişlerini yasaklamıştır. Buna karşılık Suriye de Türkiye ile olan serbest ticaret anlaşmasını askıya almıştır. Suriye’deki insani krizin daha en başında Türkiye, Suriyeli sığınmacılara kapılarını açmıştır. Türkiye, Esed rejimiyle diyalog yollarını açık tutarak yönetimden halkın reform taleplerine kulak vermesini istemiştir. Suriye’nin halkına karşı şiddet eylemlerine başvurması ve uyguladığı şiddeti giderek artırmasıyla Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler kopmuştur. İç çatışmaların başladığı Suriye, dünya güçlerinin vekalet savaşlarını yürüttüğü bir sürece girmiş ve 7. yılını doldurmasına rağmen sonlanmamıştır.

Resim 6: Suriye’deki Arap Baharı protestolarından bir enstantane.

Resim 7: Tahrip edilmiş bir caminin önünde parçalanmış bir tank. 21 Ağustos 2012; Azez – Suriye

 

ARAP BAHARI: LİBYA ÖRNEĞİ

Osmanlı’nın Afrika’da kalan son toprağı olan Libya, 1551’de Kanuni tarafından İspanyollardan alınmıştır. Libya 1912’de imzalanan Uşi Anlaşmasıyla İtalyanların hâkimiyetine geçmiştir. Ancak İtalyanlarla Osmanlılar arasında meydana gelen çatışmalar 1917’ye kadar sürmüştür. Libyalılar, bir İslam toprağının Hıristiyanlar tarafından işgalini kabullenmemeleri sonucu, yirmi yıl boyunca direnişlerine devam etmişlerdir. İtalyanlar ancak 1932’de Libya’da tam hâkimiyeti sağlamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Libya’nın kanaat önderleri, 1918’de bağımsızlıklarını ilan ederek Trablusgarp Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Kısa bir süre hüküm süren bu devlet, İslam dünyasının ilk cumhuriyeti olmuştur.  İtalya’nın suikastleri sonucu liderlerini yitiren Libyalılar, faşist İtalya’nın baskıcı tutumuna karşılık uzun süre mücadele ederek pek çok kayıp vermişler. Ancak bu mücadele sonucu değiştirmeye yetmemiştir. 1923-1932 arasında en önemli direniş eylemleri, Ömer Muhtar’ın liderliğinde ortaya çıkmıştır. Modern İtalyan ordusuyla efsanevi bir şekilde savaşan Ömer Muhtar’ın yakalanarak asılması sonrası İtalya ülkeye tamamen hâkim olmuştur. İtalyanların bölgeye baskı ile hâkimiyeti II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiştir. Savaşın ardından İtalyan ve Alman kuvvetlerinin ülkeden çıkarılması ile Libya’nın büyük kısmı İngiliz, küçük bir kısmı da Fransız kontrolüne bırakılmıştır. Soğuk Savaşın başlangıcındaki güç mücadeleleri sonucunda Libya, 1951’de Meşruti Krallık olarak bağımsızlığını kazanmış ve BM aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke olmuştur. Libya’yı zengin ülkeler statüsüne 1959’da keşfedilen zengin petrol rezervleri kavuşturmuştur. Libya’nın ilk kralı olan İdris’in petrol gelirlerinin oluşturduğu zenginliği elinde bulundurması ve İsrail’e karşı ODKA’ da yürütülen Arap Milliyetçiliği propagandaları, ülkede hoşnutsuzluğa neden olmuştur. 1969’da Mısır Kralı Nasır’ın etkisinde kalan Cumhuriyetçiler tarafından, Türkiye’de tedavi gördüğü esnada Kral İdris el Senusi’ye darbe yapılmış ve yönetim ele geçirilmiştir. Kral bu haber üzerine Yunanistan’a geçerek, buraya iltica etmiştir. 1971’den itibaren Kahire’ye geçen Kral, ömrünün sonuna kadar burada kalmıştır. Libya, Kaddafi rejiminin 1969’da yönetime gelmesinden sonra Arap dünyasının en yoğun ve en hareketli dış politikasına sahip ülkelerinden birisi olmuştur. Bu politikaların altyapısını anlamamızı sağlayan Zawara Beyanı ve Yeşil Kitap, Kaddafi’nin önemli iki fikrî eseridir. 1970 ile 1990 arasında Libya, dış politikasında diğer Arap ülkelerinin dış politikasından farklı bir tutum sergilemiştir. Bu dönemde Libya dış politikası, uluslararası politikanın boyutlarını yeniden şekillendirerek Arap ve İslam dünyası ile Afrika ülkelerini etkilemenin arayışı içerisine girmiştir. Kaddafi’nin dış politikadaki en önemli hedeflerinden birisi Arap birliğinin kurulması olmuştur. Ancak Arap liderlerin birçoğu böyle bir birlikteliği prensipte kabul etse de uygulamaya koymanın uzun bir zaman gerektirdiği düşüncesinde hemfikir olmuşlardır. 1970’te Mısır ve Libya arasında birebir görüşmeler başlamış, Cemal Abdülnasır’ın aynı yıl içerisinde ölmesine rağmen diyalog devam ettirilmiştir. Bu görüşmelere Suriye’nin de dâhil olmasının ardından 1971’de Libya lideri Kaddafi, Mısır devlet başkanı Enver Sedat ve Suriye devlet başkanı Hafız Esad tarafından üç ülke arasında federasyon şeklinde bir birleşme olacağı duyurulmuştur. 1972’de kâğıt üzerinde yürürlüğe giren ve adı Arap Cumhuriyetleri Federasyonu olarak belirlenen bu birleşme, Kaddafi’nin tüm girişimlerine rağmen, zamanla yaşanan anlaşmazlıklar neticesinde uygulamaya geçememiştir. İlerleyen tarihlerde Suriye, Çad gibi ülkelerle de birleşme girişimleri olsa da başarılı olunamamıştır.  Kaddafi döneminde Arap Birliği yönünde izlenen dış politika haricinde, bir diğer önemli husus da uluslararası terörizme verilen destektir. Kaddafi’nin düşünce anlayışına göre terörizme verilen destek, emperyalizmle mücadelenin ve dünya devrimini gerçekleştirerek sosyalizme ulaşmanın bir yöntemi olarak görülmüştür. Kaddafinin sosyalizm ile İslamiyet’in sentezlenmesi gerektiğine inancı ve Cemal Abdülnasır hayranlığı bilinmektedir. Libya tarafından terör örgütlerine verilen destek, kendi ülkesi ile sınırlı kalmamış; gerilla savaşı eğitimi verilmesi, istihbarat paylaşımı, silah yardımı, ulaşım kolaylığı sağlanması, sahte pasaport temini, Avrupa’da güvenli evler tahsis edilmesi gibi yöntemlere dönüşmüştür. Terör örgütlerinin 1980- 1990 aralığında gerçekleştirdiği birçok eylemin arkasında Kaddafi’nin desteğinin bulunduğu bilinmektedir. ABD ile sık sık ilişkilerin gerilmesine ve hatta 1992-1993’te koyulan ambargolara rağmen Kaddafi, uzun bir süre yaptırımlara direnmiştir. Ancak 2004 yılında ödenen tazminatlar ile yaptırımlar kaldırılmıştır. Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerinin yarattığı etkiyle Şubat 2011’de Libya’da başlayan olaylar, insan hakları savunucusu Fatih Turbel’in Bingazi’de tutuklanması ile iyice şiddetini arttırmış ve ülke geneline yayılmaya başlamıştır. Halk hareketlerini bastırmak üzere yönetimin aşırı güç kullanımı ve artan insan hakları ihlalleri üzerine aynı ay içerisinde Libya’nın Arap Birliği’ndeki üyeliği askıya alınmış, BM İnsan Hakları Konseyi Libya yönetimini bu konuda uyarmış, BMGK Kaddafi yönetimini öldürücü güç kullanımıyla suçlayıp bir dizi yaptırımlar getiren kararlar almıştır. Mart ayı içerisinde ise AB Konseyi Libya yönetimindeki bazı isimlere yönelik kısıtlayıcı yaptırım kararları almış, BMGK sivilleri korumak adına aldığı kararla Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan ederek havadan müdahale ve gerekli olabilecek tüm tedbirlerin alınmasına onay vermiştir.  Ardından Koalisyon Güçleri’nin hava saldırıları başlamış, Londra’da 40 dışişleri bakanı ve temsilcinin katılımıyla düzenlenen Libya konulu konferansta Kaddafi yönetimi yasadışı kabul edilerek ilave yaptırım kararları alınmış ve NATO, hava müdahalesinin komutasını devralmıştır. Libya’da başlayan halk hareketlerinin dönüm noktası ise resmi olarak 5 Mart 2011’de Bingazi’de kurulan UGK (Ulusal Geçiş Konseyi) olmuştur. Halk hareketlerinin düzen kazanmasına ve güçlenmesine katkı sağlamış, ancak her şeyin ötesinde özgür, bağımsız ve demokratik bir Libya hayaline olan inancı arttırmıştır. UGK liderliğinde halk, 20 Ekim 2011’de tüm yakın çatışmalar ve ağır kayıplardan sonra memleketi Sirte’de Kaddafi’yi linç ederek öldürmüştür ve yönetim UGK’ye geçmiştir. 42 yıllık Kaddafi yönetiminden sonra halen ülkede istikrar ve iç huzur sağlanamamıştır. Ulusal bütünlüğün sağlanamadığı ülkede, Tobruk ve Trablus’da iki ayrı parlamento yer almakta ve ülke iki meclisle üç hükümet tarafından yönetilmeye çalışılmaktadır.

Resim 8: Libya’daki isyancıların Muammer Kaddafi’nin ordusu ile savaşmaya giderken. 7 Nisan 2011 Ecdebiye; Libya

epa02876744 People celebrate the capture in Tripoli of Moammar Gadhafi’s son and one-time heir apparent, Seif al-Islam, at the rebel-held town of Benghazi, Libya, early on 22 August 2011. Libyan rebels raced into Tripoli in a lightning advance on 21 August 2011 that met little resistance as Muammar Gaddafi’s defenders melted away and his 42-year rule appeared to rapidly crumble. The euphoric fighters celebrated with residents of the capital in the city’s main square, the symbolic heart of the regime. EPA/STR

Resim 9: Libyada bayrak, Muammer Kaddafi rejimine karşı protestoların simgesi idi. 6 Nisan 2011 Bengazi – Libya.

 

ARAP BAHARI: LÜBNAN ÖRNEĞİ

1932’de yapılan son sayımla Lübnan 3,6 milyon nüfusuyla ve 17 farklı mezheple Ortadoğu’nun en kozmopolit toplumudur. Nüfusun yaklaşık %59,7’sini Müslümanlar, %39’unu Hristiyanlar ve %1,3’ünü ise çeşitli dinsel gruplar oluşturmaktadır.

I. Dünya Savaşı sonunda Lübnan, Suriye ile birlikte Fransız mandasına bırakılmıştır. Suriye Fransa tarafından beş birime ayrılmış ve Lübnan da bu beş siyasal birimden biri olmuştur. 1 Eylül 1920’de kurulan Lübnan, 26 Kasım 1941’de bağımsızlığını ilan etmiştir. 31 Aralık 1946’da Fransa ile Lübnan arasındaki antlaşma ile Fransızların ülkeden çekilmesine rağmen Lübnan istikrara kavuşamamıştır. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla ortaya çıkan “Filistin Sorunu” Lübnan’ı etkilemiştir. 1947-1950 arasında 100 binden fazla Filistinli Lübnan topraklarına sığınmıştır. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’nün Lübnan’da artan gücü, Hristiyanların Müslümanlarla ilişkilerini gerginleştirmiştir. 1975’te Falanjistler ile FKÖ arasında başlayan çatışmaları durdurmak için 1976’da Suriye’nin öncülüğünde oluşturulan Arap Caydırıcı Gücü, Lübnan’a girmiştir. Güney Lübnan’da FKÖ ile İsrail arasındaki çatışmaların şiddetlenmesiyle 1978’de Lübnan İsrail birliklerince işgal edilmiştir. 1982’de FKÖ’yü bölgeden çıkarmak için operasyon başlatılmıştır. 1983’te Lübnan, İsrail ve ABD arasındaki antlaşmayla, İsrail birlikleri Lübnan’dan çekilmiştir. Lübnan’daki iç savaş, 1989’da Taif Antlaşması’na kadar sürmüştür. Antlaşma uyarınca, 1991’de Lübnan ordusu kurularak militan gruplar dağıtılmıştır. Bu ordu sekteryan yapıya göre oluşturulmayan tek ulusal kurumdu. Silah bırakmayı reddeden Hizbullah, bunun en büyük istisnası olmuştur. Mayıs 1991’de Suriye ile Lübnan arasındaki “Kardeşlik, Koordinasyon ve İş Birliği Anlaşması” ile birlikte Suriye, Lübnan’ı bağımsız bir devlet olarak tanımış ve iki ülkenin çıkarları birbirlerinden ayrılmaz olarak kabul edilmiştir.

Sedir Devrimi ve sonrası Lübnan, 14 Şubat 2005’te eski Başbakan Refik Hariri’ye düzenlenen suikast ile tekrar karışmıştır. Muhalefet, Suriye’nin ülkedeki varlığına muhalif politikalarından dolayı Hariri’nin öldürüldüğünü ve olayların asıl sorumlusunun Suriye olduğunu savunmuştur. Suriye yanlısı Başbakan Ömer Karami; suikastın aydınlatılmasını isteyen Dürzîlerin, Sünni Müslümanların ve Hristiyanların Suriye karşıtı protestoları karşısında direnememiş ve 28 Şubat 2005’te istifa etmiştir. Hizbullah liderinin çağrısıyla toplanan on binlerce Şii, 8 Mart’ta bir araya gelerek Suriye’ye destek vermişlerdir. Buna cevaben 14 Mart’ta bir milyondan fazla Lübnanlı, Suriye’ye tepki göstermişlerdir. Bu siyasi grup “14 Mart Hareketi” adıyla Suriye karşıtı bir ittifak oluşturmuştur. Suriye yanlıları ise Hizbullah ve Şii Emel örgütü liderliğinde ve “8 Mart Hareketi” adıyla örgütlenmişlerdir. Daha önce Hizbullah’a destek veren Velid Canbolad bu sefer karşı tarafta yer almıştır. Lübnan’ı “Suriye karşıtları” ve “Suriye yanlıları” olarak ikiye bölen, sekteryan ayrımları derinleştiren bu protestolar dizisine, protestocuların elindeki Lübnan bayraklarına atıfla “Sedir Devrimi” adı verilmiştir ve muhalif gruplar yönetimde bir araya gelmiştir. Şam yönetimi, başından beri suikast suçlamalarını reddetmesine rağmen, sonunda Lübnan’daki baskılara dayanamayarak, Nisan 2005’te askerlerini geri çekmiştir. 29 Mayıs 2005’te Suriye’nin denetimi olmadan düzenlenen Lübnan genel seçimleri 20 Haziran 2005’te sonuçlandı. Seçimleri Suriye karşıtı koalisyon kazanmıştır. BMGK, Hariri suikastının soruşturulması için bir komisyon oluşturmuştur. Bu komisyon dışında, Hariri suikastını aydınlatmak için kurulan BM Lübnan Özel Mahkemesi, yaptığı soruşturma sonucunda 2011’de hazırladığı iddianameyle suikastten doğrudan Suriye’yi değil Hizbullah’ı sorumlu tutmuştur. Lübnan’da hükümet ortağı durumunda bulunan Hizbullah, mahkemenin belirlediği zanlıların tutuklanmasına izin vermemiştir. 2006 Temmuz’da Hizbullah, İsrail’e yönelik bir saldırı başlatmıştır. İsrail’in karşı harekâtıyla “Temmuz Savaşı” denen çatışmalar başlamış ve ağustosta sona ermiştir. Hizbullah, kendisini savaşın galibi ilan etmiştir. 2007’de devlet yeni başkanının seçiminde Hizbullah, meclis oturumlarına katılmamış ve seçimlerin tekrarını istemiştir. Müzakereler sonuçlanmayınca 8 Martçı bakanlar istifa etmiştir. 14 Martçıların adayı Nassib Lahud iken, 8 Martçıların adayı ise Mişel Aun’du. Yeni cumhurbaşkanının seçilmesinin zorlaşması, Lübnan siyasal sistemini kilitlemiş ve büyük çatışmaları başlatmıştır. Kısa süre içerisinde Hizbullah milisleri, Batı Beyrut’u kontrolleri altına almıştır. Müstakbel Hareketi’ne bağlı milislerin de sokağa inmeleriyle Lübnan, iç savaşı tekrar yaşamıştır. Olaylar Arap Birliği ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla, 2008’de çözülmüştür. Haziran 2009’da yapılan genel seçimleri, bir kez daha 14 Mart İttifakı almıştır. 2011’de Hariri suikastını araştıran Lübnan Özel Mahkemesi, Lübnan’ı bir kez daha krize sürüklemiştir.

Hizbullah, Başbakan Saad Hariri’den mahkemeyi tartışmak için meclisi toplamasını istemiş, Hariri teklifi reddedince, 8 Martçı bakanlar istifa etmiştir. Velid Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi’nin de desteğini çekmesiyle hükümet düşmüş ve Mişel Aun yeni kabineyi kurma görevini, 8 Mart İttifakı’ndaki Nur Hareketi lideri Necip Mikati’ye vermiştir. Lübnan’da kurulan yeni hükümet, Arap Baharı’nın etkisiyle zorlu bir sürece girmiştir.
Suriye krizinin Lübnan’a etkileri iki şekilde olmuştur. Lübnan nüfusunun yaklaşık dörtte birini, gelen Suriyeli göçmenler oluşturmuştur. Lübnan gibi hassas bir ülke için bu ciddi bir sorundu. Komşu ülkelerle bozulan ticari ilişkiler ve göçmenlerin maddi yükü, ekonomiyi olumsuz etkilemiştir. Krizin Lübnan’a diğer etkisi, Hizbullah’ın 2013’te sahaya inerek çatışmalara katılmasıydı.

2013’te koalisyon ortaklarıyla anlaşmazlığa düşen Başbakan Necip Mikati, istifa etmiştir. Mikati’nin istifasıyla Tamim Selam’ın ortak bir koalisyon hükümeti kurması kararlaştırılmıştır. Mevcut konjonktür nedeniyle her iki ittifak da çoğunluğu ele geçirememiş ve 2014’te Lübnan’da yeni krizler olmuştur. Mayısta görev süresi dolacak olan cumhurbaşkanının, halefini belirlemek üzere toplanan parlamentoda uzlaşma sağlanamamıştır. 14 Mart İttifakı’nın adayı Lübnan Güçleri Partisi’nin başkanı Samir Caca’yken, 8 Martçılar eski General Mişel Aun’u aday gösterdi. Uzlaşma sağlanamamasıyla meclisin görev süresi uzatılmıştır.

Resim 10: Beyruttaki Arap Baharı protestosu 29 ağustos 2015 Lübnan

Resim 11: Lübnanda çöp krizi üzerine başlayan protestolar 29 ağustos 2015 Beyrut Lübnan

 

ARAP BAHARI: MISIR ÖRNEĞİ

Arap Baharı, 1952’den bu yana altmış yıldır devam eden askeri vesayetin oluşturduğu rejimin yıkılması umuduyla Mısır’a sıçramıştır. “Öfke Günü” olarak da bilinen 25 Ocak 2011 tarihinde, Kahire’nin Tahrir meydanında; açlık, işsizlik, yolsuzluk, diktatörlük gibi sorunlar sebebiyle halk isyan etmiştir. Bu süreç içerisinde radyo ve televizyon büyük oranda devlet kontrolünde olması nedeniyle Müslüman Kardeşler ve diğer muhalif kesimler, alternatif iletişim araçları ile topluma ulaşmıştır. Bu sebeple ise hükümet internet erişimini engellemiştir. Polis halka saldırmış, fakat asker halkın yanında yer almıştır. Ülkede büyüyen isyanla Hüsnü Mübarek’in 1981’de başlayan yönetimi 11 Şubat 2011 de istifa etmesiyle son bulmuştur. Mübarekten sonra yönetime Hüseyin Tantavi geçmiş, başbakan ise Ahmet Şefik olmuştur.

2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini ise Muhammed Mursi kazanmıştır. Mursi, Mısır’da seçimle başa geçen ilk cumhurbaşkanıdır. Oluşturulan anayasada orduya askeri işler dışında bir görev verilmemiş ve tüm çabalar ülkeyi diktatörlükten kurtarmaya yönelik olmuştur. Mursi, devrim sürecinde yaşanan insan hakları ihlallerindeki faillerin yargı önüne çıkarılmasında, askeri vesayetin de etkisiyle, başarısız olmuştur. Fakat Mursi’nin görev süresindeki kısalık, tam bir değerlendirme yapabilmek için yeterli değildir.

Haziran 2012’de seçimin ikinci turu gerçekleştirilmesinin öncesinde Mursi’nin tekrar cumhurbaşkanı olamaması için önlemler alınmıştır. Yüksek Askeri Konseyi (YAK), Mursi’nin yetkilerini kısıtlayan maddeleri anayasaya eklemiştir. Bu maddelerden biri cumhurbaşkanının subayları ve başsavcıyı atamasının engellenmesidir. Mursi halkın önünde açıklama yapmış, daha sonra Anayasa Mahkemesi önünde yemin edip göreve başlamıştır. Hişam Kandil başbakan olmuştur. YAK; Mursi’ye ülke içerisindeki temizlik, trafik, güvenlik gibi alanlardaki sorunları yüz gün içerisinde düzeltmesi yönünde emir vermiştir. Daha çağdaş bir Mısır için çalıştığına inanılan Mursi’ye karşı; kimi zaman protestolar düzenlenmiş, kimi zaman yargı tarafından yapacağı yenilikler engellenmiştir. Mursi, YAK Başkanı Tantavi’nin emekli olması gerektiğini açıklamıştır. 1 Aralık 2012’de anayasa referandumuna gidilme kararı alınmış, 15-22 Aralık tarihleri arasında referandumun iki aşamalı olarak belirtilmiştir. Referandum sonucu birinci kısımda yüzde 57 “evet”, ikinci kısımda da yüzde 64 “evet” oyuyla kabul edilmesiyle birlikte Tahrir Meydanı, Mursi karşıtı protestocularla dolup taşmıştır. Ülkedeki protestoların artmasıyla 1 Temmuz 2013’te Mısır Ordusu, Mursi’ye olayları çözmek için 48 saat vermiştir, eğer sorunlar çözülmezse yönetime el koyacağını belirtmiştir. Sorunlar çözülemeyince hükümette görev yapan başkanlar Mursi’nin görevden alındığını açıklamıştır. Askeri darbeyle sonlandırılan bu sürecin devamında Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler yöneticilerine seyahat yasağı müebbet hapis ve idam cezaları verilmiştir. Mursi, Katar’a belge sızdırmakla casusluktan yargılanmıştır.

Mursi’nin casusluktan aklanmış ancak yasa dışı bir örgütün lideri olma suçundan hüküm giymiştir. Duruşmada, ikisi Al Jazeera muhabiri altı kişi de idam cezasına çarptırılmıştır. Müslüman Kardeşler yasa dışı ilan edilmiş, İslamcı hareketin on binlerce üyesi hapsedilmiştir.

Gelişen olaylarla Mursi, destekçilerine yapılan hiçbir suçlama ve alınan kararı kabul etmediğini, sonuna kadar söylediklerinin ve yaptıklarının arkasında duracağını belirtmiştir.

Muhammed Mursi Mısır ordusu tarafından uzun süre gizli bir yerde tutulmuştur. Bu darbe, Mursi yanlıları tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmış, Rabia ve Nahda meydanlarında büyük bir direniş başlamıştır. Buna karşı Mısır ordusu saldırıya geçmiştir. Ordu, 8 temmuzda oturma eylemi gerçekleştiren protestoculara silahla karşılık vermiş, 50’den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Ardından 17 temmuzda Rabia Camii’nin önündeki darbe karşıtı halk ile asker arasında yaşanan büyük çatışmayla, muhabir ve gazetecilerin bulunduğu 80 kişi hayatını kaybetmiştir.

Mısır ordusu 11 Ağustos’ta yapılan protestoların devamıyla direnişçilere nota vermiş, tüm meydanların boşaltılmasını emretmesiyle asıl iç savaş başlamıştır. Halk darbeye karşı koymaya kararlılıkla devam etmiştir. Protestocuların emre uymadıklarını gören Mısır Ordusu, 14 ağustosta halka tekrar saldırmaya başlamıştır. Protestocuların yaşadıkları alanlar, kullandıkları seyyar hastaneler ateşe verilmiştir. OHAL ilan eden askerler, cesetleri yok etmek için önce ezip, sonra da yakmışlardır. Askerler muhaliflerin sığınmak için kullandıkları Rabia Camisini yakmıştır. Çocuk ve kadınların da bulunduğu 700 protestocu, Kahire’deki Fetih Camiinde bir gün boyunca esir kalmıştır. Bu direnişte çok insan hayatını kaybetmiştir. 17 yaşında olmasına rağmen cesaretiyle herkesi kendisine hayran bırakan Esma Biltaci ve Müslüman Kardeşlerin yönetiminden olan babası Muhammed Biltaci darbeye karşı direnmiştir. Fakat etrafta bulunan keskin nişancılardan biri, Esma’yı başından vurmuş, Muhammed Biltaci de hapse atılmıştır.

Cunta rejimi bu ihlallerle başta Müslüman Kardeşler olmak üzere muhalif kesimi şiddete teşvik etmeyi amaçlamış fakat bunu gerçekleştirememiştir. Ancak bu politika, DAEŞ’i özellikle genç kuşak nezdinde güçlendirmiştir. Darbeden sonraki ilk 6 ayda gerçekleşen katliamların ardından, sayısı en az 20 bin olan tutuklamalar ve işkence sonucu infazlar gibi yoğun ihlaller yaşanmıştır. Bütün bunlara karşın cezasızlık politikası yürütülmüştür. Muhalifler yargı aracılığıyla baskı altına alınmış ve adil yargılanmamışlardır. Bu dönemde İhvan Hareketi yasaklanıp terör örgütü ilan edilmiştir. Aynı şekilde farklı muhalif hareketleri de çeşitli yaptırımlarla karşılaşmıştır.

Mübarek döneminin askeri istihbarat şefi, Mursi döneminde de Genelkurmay Başkanı olan Abdülfettah Sisi darbeyle başa geçmiştir. Sisi’nin cunta rejimi; uluslararası kamuoyunun dengesiz tutumu nedeniyle zamanla onaylanmıştır.

2015’de Ulusal İnsan Hakları Konseyi raporunda Muhammed Mursi’ye yapılan darbenin bilançosu yer almıştır; 30 Haziran 2013 ve 31 Aralık 2014 arasında 2.600 kişinin darbe sonucu yaşamını yitirdiği belirtilmiştir. Günümüzde Muhammed Mursi, Tora cezaevinde tutulurken Hüsnü Mübarek serbesttir.

Resim 12: Mısır’ın demokratik yollarla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi

Resim 13: Mısır bayrağı ile bir aktivist, İskenderiye, Mısır 30 Haziran 2013

KAYNAKÇA

  1. Gün MS. ‘‘Yemen’de Arap Baharı’’; 2013.
  2. ORSAM. ‘‘Ortadoğu Analiz’’; Cilt:5, Sayı:59; Kasım 2013.
  3. SETA. ‘‘Lübnan Raporu’’; Aralık 2006.
  4. Kuşoğlu B. ‘‘Libya Arap Baharına Nato Katkısı’’; 2013.
  5. Kuşoğlu B. ‘‘Lübnan Sedir Devrimi’nden Arap Baharına’’; 2013.
  6. Doğan G, Durgun B. ‘‘Arap Baharı Ve Libya’’; 2012.
  7. Koçak KA. ‘‘Yasemin Devrimi’nden Arap Baharına Tunus’’; 2012.
  8. Şen Y. ‘‘Suriye’de Arap Baharı’’; Yasama Dergisi; Sayı:23, s54-79; 2013.