YAZARLAR
¹ Esma Sayın*
¹ Rüveydanur Demir
4Betül Şeyma Karaköse
² Rümeysanur Demir
¹ Cihat Akyazı
² Sena Nur Uyanık
³ Yusuf Yıldız
¹ Özlem Koca
¹ Fatih Recai Kablan
- Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
- Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi
*İletişim: esmasayin98@gmail.com
İçindekiler
- 1 TEVFİK FİKRET: DEVİR-ŞAHSİYET-ESER
- 2 KAYNAKÇA
TEVFİK FİKRET: DEVİR-ŞAHSİYET-ESER
Ortak bir duyuş tarzı ve üsluba sahip olması dolayısıyla genellikle edebi bir mektep olarak görülen Servet-i Fünun edebiyatı veya Edebiyat-ı Cedide’nin çeşitli sebeplerin zamanla birleşmesiyle meydana geldiği söylenebilir.
Servet-i Fünun edebiyatının içinde bulunduğu politik ve sosyal durumu inceleyecek olursak; bu edebiyat özetle II. Abdülhamid idaresi altında doğmuş, büyümüş ve ölmüş bir edebiyat olarak tanımlanabilir. Bu sebeple bu devrin kuvvetle tesiri altında kalmıştır. Osmanlı toplumunda bu asra mahsus olarak Avrupalı siyasiler tarafından konulan ‘hasta adam’ tabiri tüm imparatorluğa yayılmış olarak vaziyeti gayet iyi özetler. Bu asrı baştan başa dolduran yıkılış, çöküş, hastalık fikri eserlere şüphesiz daha yoğun bir şekilde yansıyordu. Bu dönemde sosyal sorunların serbest şekilde konuşulmasına engel olan sansür politikası meslekleri söz söylemek olan edebiyatçıların başka konulara yönelmesine neden olmuş, kendi derdine ve keyfine düşen yazarlar arasında sosyal sorumluluk duygusu kaybolmaya yüz tutmuştu. Bütün kalemlerin üzerinde oyalandığı saha ‘ferdi ıstıraplar ve saadetler’ ile şuuru gerçeklerden uzaklara götüren ‘hayaller’den ibaret hale gelmişti. Özetle Tanzimat’ın başından beri politik ve sosyal konuları işleyerek gelişen edebiyat, Servet-i Fünun devrinde bu yolun dışına çıkarak ferdiyetçi ve sanatçı bir istikamete yöneldi.
Servet-i Fünun edebiyatı üsluptan önce yeni bir hissediş tarzının ifadesidir. Bu dönemdeki yazarlar yeni duygular altında kaldıkları için yeni bir ifadenin peşinde koşmuşlardır. Servet-i Fünun yazar ve şairleri için duyguları olduğu gibi ifade edebilmek azami derecede önem arz etmiş ve bu duyuş tarzının en önemli özelliği ‘hastalık derecesinde aşırı duyarlılık’ olarak kendini göstermiştir. Bu aşırı duyarlılık ise esas olarak neredeyse tüm Servet-i Fünun edebiyatının etrafında şekillendiği ‘hayal ve hakikat teması’na yönelmiştir. Servet-i Fünun edebiyatının içinde geliştiği halet-i ruhiyeye bağlı olarak temsilcilerinin hisleri çoğunlukla karanlık bir melankoli olmuş ve bunun tabii sonuçları olan intihar fikri, kaçmak, yalnızlık arzusu, hakikatten kaçıp sığınacakları mekanların hayali kalemlerinin eksilmeyen konuları olmuştur.
Her ne kadar Servet-i Fünun yeni bir hissin ifadesi olarak tanımlansa da tabiata yani dış aleme verilen önem iç aleme, duygu ve hayal dünyasına verilenden az olmamıştır. Bu dönemde tabiata bakış zengin, açık ve canlı bir dış alem idraki şeklinde olmuş; yazarlar duygularını renkli manzaralar şeklinde ortaya koymaya çalışmıştır. Mümkün olduğu ölçüde tüm duyu organlarını dış aleme açmak ve böylelikle dış alemi cansız bir madde yığınından ziyade kendisine has bir ruha sahip şekilde tasavvur ederek tabiatı, ruh-ı kainat’ın maddi tezahürü olarak algılamak edebiyatımıza Servet-i Fünun döneminde gelmiş yepyeni bir soluktur. Bu dönem yazarları tabiatı gerçekçi bir ressam gibi tespite çalışmış, fakat bu sınırda kalmayarak tabiatı kendi ruhunun aynası ve hayallerinin gerçekleştiği bir periler ülkesi olarak tasavvur etmiştir.
Tevfik Fikret; kendine özgü kişiliği ve ödün vermeyen karakteriyle, kendi ifadesiyle ‘fikri, irfanı, vicdanı hür bir şair’ olarak Türk edebiyat tarihinde mizaç, karakter, ahlak ve hayat felsefesi üzerine en çok konuşulan şahsiyetlerden biri olmuştur. Fikret, hayranlarından birinin dediği gibi ‘kendisine kızılan veya tapılan ama asla kayıtsız kalınamayan’ şahsiyeti ve hayatı boyunca atlattığı merhaleler sebebiyle birbirine zıt noktalarda bulunmuş bu sebeple hep bir tezatlar silsilesinin içinde yer almıştır.
Modern Türk edebiyatının kurucularından olan Mehmet Tevfik Fikret, Hüseyin Efendi ve Hatice Refia Hanım’ın oğlu olarak 24 Aralık 1867’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Baba tarafından Çankırı’nın Çerkeş köyünden, anne tarafından ise sonradan Müslüman olmuş Sakızlı bir Rum ailesinden gelir. Fikret’in karakterinde ilk göze çarpan unsur olan faziletli oluşuna ailesinin etkisi konusunda Mehmet Kaplan ‘Fikret’in şahsiyetine hakim olan ve davranışlarına tesir eden büyük ahlak duygusunun (…) baba tarafından gelmiş olması muhtemeldir.’ şeklinde yaklaşmıştır; nitekim Hüseyin Efendi çeşitli yerlerde mutasarrıflık görevi yürütmüş ve çevresi tarafından temiz bir insan olarak anılmıştır. Hatice Refia Hanım dayısı Nuri Bey ile hacca gittiğinde 1879 yılında koleradan vefat etmiş ve Fikret 12 yaşındayken yetim kalarak bu yaştan sonra anneannesinin yanında büyümüştür. Kaplan’a göre ‘anne tarafının mühtedi olması şairin hayatının bir kısmında çok dindar iken sonradan dinsiz oluşuna ve oğlunun din değiştirmesine etkili olmuş vakalar’ olarak ele alınabilir. Aynı şekilde 1896-1897’li yıllara kadar iyimserlik içinde olan şairin bir anda dünyayı tam tersi bir kötümserlikle görmesindeki ruhi trajedi de Kaplan’ın fikrine göre anne tarafından gelmiş olabilir.
Rübab şairi 21 yaşına kadar olan hayatında aile ve okul çevresinin kuvvetle tesiri altında olsa da kendi mizaç ve karakterini belli eden bazı özellikleri bulundurmaktadır. Özellikle aşırı duyarlılık, içine kapanma ve şekil ve görünüşe önem verme özellikleri Fikret’te çocukluk döneminden itibaren gözlenen huylar olmuştur. Örneğin Fikret’te içine kapanma eğilimi küçüklükten beri var olan bir huy olarak şair için bir nişane olan Aşiyan’a giden yolu oluşturmuştur. Şekil ve görünüşe karşı oldukça hassas olan şair hayatı boyunca hat ve resim sanatlarına büyük bir ilgi duymuş; hatta Kaplan’ın ifadesine göre Fikret için ‘saadetin yarısından fazlası güzel şekil ve dekor’ olmuştur.
Tevfik Fikret şiire Galatasaray Sultanisi’nde iken 15-16 yaşlarında başlamış, ilk başta yazdığı şiirler ise eski şiirin kopyası mahiyette nazireler şeklinde olmuştur. Fikret bu dönemde kendisini eski şiir tarzından yenisine götüren kişinin hocası Recaizade olduğunu belirtmiştir.
Şairin gençlik yılları yani 21-24 yaş arası hayatının en hareketli, canlı ve mutlu zamanı olarak ele alınabilir. Galatasaray Sultanisi’nden 1888 yılında birincilikle mezun olmuş ve hemen Hariciye İstişare Kalemi’ne katip olmuştur. Fakat bir seneye kalmadan maaşların vaktinde ödenmemesi sebebiyle istifa etmiş, birikmiş maaşları kendisine verildiği zaman sonraları da kendine has bir hareket olarak çok defa tekrarlayacağı bir şekilde parayı almaya tenezzül etmemiştir. Buradaki görevinden istifa ettikten sonra Sadâret Mektubî Kalemi’ne geçmiş; ancak bir yıla kalmadan eski memuriyetine geri dönmüştür. 1892 yılına kadar devam eden memuriyeti sırasında Gedikpaşa’daki Ticaret Mektebi’nde Fransızca ve hüsn-i hat dersleri de vermiş; 1892’de Mekteb-i Sultânî’ye Türkçe hocası olmuştur. Ancak hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesi üzerine istifa etmiş, ardından 1896’da hayatının sonuna kadar sürdüreceği Robert Koleji’nde Türkçe hocalığına başlamıştır. Fikret’in hayatı boyunca işlerinden sık sık istifa etmesinde neredeyse hiçbir zaman para sıkıntısı çekmemesinin rolü olduğu söylenebilir.
Fikret Galatasaray’dan mezun olduktan kısa bir süre sonra 1890’da dayısı Mustafa Bey’in kızı Nazıma Hanım’la evlendi. 1895 yılında ise adına bir şiir kitabı yayınlayacağı oğlu Haluk dünyaya geldi. Mizaç olarak kötümser olan ve istibdat devrinin atmosferiyle kötümserliği katlanan Fikret’i hayata bağlayan en önemli sebep Haluk olmuştur. Yuvasına çok bağlı ve oğluna çok düşkün olan Tevfik Fikret’in hayatına başka bir kadın girmemiş, hatta ahlak duyguları çok sağlam bir şahsiyet olarak nerdeyse kendini aşk şiirleri yazmamaya da mecbur bırakmıştır. Şairin aşk ile ahlakilik arasında bunalımlarını gösteren ‘Tesadüf, İkinci Tesadüf, Son Tesadüf’ şiirleri haricinde aşk temasının işlendiği fazla şiiri olmamıştır.
Gençlik döneminde yazdığı şiirleri Mirsad ve Malumat dergilerinde neşretmiştir. Fikret’in Mirsad’da yazdığı şiirlerin atmosferi umumiyetle iyimserdir. Birkaç yıl sonra koyu bir kötümserlik havasına girecek olan şair bu dönemde henüz hayatının acı taraflarını hissetmemiş ve sosyal ıstırabın şuuruna ermemiştir. Hatta hayatının olgunluk döneminde lanetlerle anacağı II. Abdülhamid’e 1891’de sitayişnameler bile yazmıştır. Ayrıca şairin hayatındaki keskin dönüşlere bir başka örnek olarak ileriki yaşantısında dinle olan ilişkisi oldukça zayıf olan Fikret’in bu yıllarda tevhidler yazması verilebilir. Mirsad dergisinde yazdığı şiirler çoğunlukla Hamid ve Recaizade etkisi altında olmuş, uslüp olarak ise divan etkisinden kurtulup kendine ait sesi henüz bulabilmiş değildir. Malumat dergisinde yazdığı 1894-1896 yılları arasındaki en önemli olay Fikret’in Batı edebiyatı ile yakın temas kurması ve Avrupalı şiir görüşünü idrak etmesi olmuştur. Bu dönemde dış alem yani tabiat etkisi Fikret’te hissedilmeye başlanmış; şiiri, fikir ve hissin soyut ifadesi yerine gözle görülür bir şekil almıştır. Ayrıca bu dönemde Fikret’in yabancı şairlerden yaptığı okumaları Türkçeleştirmesi de üslubunun ortaya çıkmasında oldukça etkili olmuştur. Fikret Malumat’ta neşrolan bazı manzumelerini Rübab’ın Eski Şeyler kısmına almıştır.
1896 yılından sonra Tevfik Fikret’in hayata bakış tarzında derin bir değişme olmuş; bu tarihe kadar şiirlerinde hayata, aşka ve Allah’a inanan iyimser bir atmosfer hakimken; bu tarihten sonra yavaş yavaş kötümser olmaya, hayattan şikayet etmeye ve dine karşı kayıtsız olmaya başlamıştır. Bu yıllarda başlayan hüzün, melankoli ve hayattan memnun olmama gittikçe koyulaşarak hayatının sonuna kadar sürmüştür. Bu duyuş tarzının ortaya çıkmasında irsiyet, beden yapısı, hastalıklar, dönemin siyasi durumu oldukça etkili olmuştur. Ayrıca çocukluğundan beri içinde bulunan hayal kurma zevki bu yıllarda artarak devam etmiş, özellikle uzak ve mutlu diyarlara göç etme hayali en çok Fikret’te yer bulmuş fakat bu hayali gerçekleşmeyince en derin hayal kırıklığını yaşayan da yine Fikret olmuştur.
1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde, öğrencisi Ahmed İhsan’ı (Tokgöz) yayımlamakta olduğu Servet dergisini Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etmiştir. Servet-i Fünûn böylece Tevfik Fikret’in yönetiminde Şubat 1896 tarihli 256. Sayısından itibaren edebiyatta yenilik yapmak isteyen gençlerin toplanma noktası olmuş; Türk edebiyatı tarihinde Tanzimat neslinden sonra edebiyatta Batılı anlamda asıl yenilikleri gerçekleştiren Servet-i Fünûn topluluğunun bütün faaliyeti büyük ölçüde bu dergi etrafında gerçekleşmiştir.
Fikret 1896-1900 yılları arasında Servet-i Fünun dergisinde neşrettiği şiirlerin büyük bir kısmını 1899 yılında Rübab-ı Şikeste adı altında toplamıştır. Tanpınar Rübab-ı Şikeste’deki manzumeler için ‘günlerin birer birer ve kendi hava ve renklerine bürünerek getirdiği şeyler’ olduğunu söylemiştir. Gerçekten de Fikret bu dönemde bir fikir şairi değil, bir his ve hayal şairidir. Giderek kötümser bir ruh hali içine girdiği dönemde bunu yansıtan en dikkate değer şiirleri ‘Gayyâ-yı Vücûd, Perde-i Tesellî, İktirab’ tır.
Servet-i Fünun dergisinin kapatılması, sahip olduğu yüksek ahlak duygusu ve istibdat devrinin atmosferi etkisiyle 1900-1908 yılları arası ruh buhranlarıyla baş başa yaşadığı inziva hayatı kendisine dünyayı başka gösteren bazı hakikatlerin keşfini sağlamıştır. 1900 yılından itibaren daha çok siyasal ve sosyal içerikli manzumeler yazmış, “Târîh-i Kadîm” dışında bunları Rübâb-ı Şikeste’nin 1908’den sonra yapılan baskısına dahil etmiştir. Bu dönemin şiirleri arasında en çok dikkat çeken ise hiç şüphesiz “Sis”tir. Tanpınar, Sis şiirini ‘II. Abdülhamid devrinin bir hasta odasını andıran vehimli İstanbul’unun geniş bir vision’da toplanmış bütün bir romanıdır.’ şeklinde tanımlar. 1905 yılında yazılan Tarih-i Kadim manzumesinde Fikret, insanlık tarihinin akışına odaklanır fakat her ne kadar şiir tüm insanlık tarihini kapsayabilecek bir mahiyette olsa da esasen Osmanlı tarihi ve İslamiyet ön plandadır. Târîh-i Kadîm’de tarihi baştan başa kanlı sahnelerden ve savaşlardan ibaret gören Tevfik Fikret burada dine ve Tanrı’ya karşı isyankâr bir tavır takınmıştır. Bu manzume; edebiyat tarihimizde köklü bir yere sahip olan, Fikret ile Akif arasındaki ünlü kalem münakaşasının doğmasına yol açmıştır. Bu yılların en çok yankı uyandıran başka bir şiiri de “Bir Lahza-i Teahhur”dur. 21 Temmuz 1905 günü Cuma namazının ardından Ermeni komitelerinin II. Abdülhamid’e karşı giriştiği suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bu şiiri yazan Fikret bu şiir dolayısıyla birçok kesim tarafından eleştirilmiştir.
24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine büyük bir sevinçle inzivadan çıkan Fikret “Millet Şarkısı” adlı manzumeyi kaleme aldı. Halûk’u İskoçya’ya gönderdikten sonra onun için yazdığı manzumeleri bir araya getirdiği 1911 yılında neşrolunan ‘Haluk’un Defteri’ ise birbirinden farklı şiirleri ihtiva eden Rübab-ı Şikeste’ye göre bir bütünlük arz eder: bu şiirlerde gençliğe yol gösterme fikri hakimdir. Haluk, Fikret için hayatı boyunca dünyaya bakış tarzına en çok etki eden unsur olarak bu kitapta açıkça memlekette inkılap yapacak gençliğin sembolü olarak zikredilmiştir. Rübab şairi bu eserle beraber varlığın kendisini boğan taraflarından kurtulmuş, dünyaya bakışı değişerek toplumun en dinamik tabakası olan gençlikle bir bütün olmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra gelecek yeni günlerden ümitvar olan Fikret yeni bir fikir hamlesine girişti. Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin gazetesini yayımlamaya başladı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Tevfik Fikret’i maarif nâzırı yapmak istediyse de o bunu kabul etmedi. Öğrencileri ve yakın çevresinin ısrarı ile 1908’de Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne müdür oldu. Aynı zamanda Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’de ders verdi. Mekteb-i Sultânî eğitim sisteminde yaptığı yenilikler dolayısıyla hakkındaki dedikoduların artması yüzünden dört ay sonra müdürlükten istifa etti ve Robert College’daki hocalığına döndü. Tanin’in İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yayın organı haline gelmesi üzerine 1910’da gazete ile bütün ilişkisini kesti. Aynı yıl Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’deki görevlerini de bıraktı. Aleyhinde söylemlerin arttığı bu dönemde kendisine sert eleştiriler yönelten bazı çevrelere karşı kendisini müdafaa eden eski arkadaşlarına hitaben Rübâb’ın Cevabı’nı neşretti.
Haluk’un Defteri’nde gelecek güzel günlere ve inkılaba olan inancını gördüğümüz Fikret için hayata ümitle baktığı bu günler uzun sürmedi; kendisini ölüme götürecek olan hastalığının başlaması ve İttihat ve Terakki’nin uğruna savaştıkları prensiplere ihanet etmesi üzerine yeniden çok daha koyu bir melankoliye düştü. Tevfik Fikret’in istibdat rejiminin ardından İttihatçılar’la gelen hürriyet havasının kısa bir süre sonra zorbalığa dönüştüğü, kanun, hürriyet, adalet gibi kavramların ayaklar altına alındığı II. Meşrutiyet döneminin ağır bir hicvi olan “Hân-ı Yağmâ” ile “Doksan Beşe Doğru” bu dönemin en dikkate değer örnekleridir. Mehmed kif’in, 1914’te yayımladığı Süleymaniye Kürsüsü’nde “Târîh-i Kadîm” manzumesi dolayısıyla Tevfik Fikret için “zangoç” tabirini kullanması üzerine Fikret, dinsizliğini ve genel anlamda bütün semavî dinlerin karşısında olduğunu ilân ettiği ‘Târîh-i Kadîm’e Zeyl’i kaleme aldı. Hayatının son yıllarında hece vezni ile çocuklar için yazdığı şiirlerden oluşan ‘Şermin’ ise şairin özlediği yeni insan tipi ile yakından ilgilidir.
Uzun süredir şeker hastası olduğu anlaşılan Fikret, hastalığı zamanında tedavi edilmediğinden 1915 yılı başlarında âniden yatağa düştü ve 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti. Cenazesi Eyüpsultan’a defnedildi, vasiyeti gereği mezarı daha sonra Edebiyât-ı Cedîde Müzesi haline getirilen Rumelihisarı’ndaki planını kendisinin çizdiği ve hayatının son 10 yılını geçirdiği şiyan’ın bahçesine 1962 yılında nakledildi.
İKTİRAB
‘Müdhiş, memattan bile müdhiş bu iktirab’
Tevfik Fikret, İktirab şiirini, Maarif dergisinde 1895 yılında yayımlamıştır. Bu şiir şairin 1896’dan sonra ortaya çıkan psikolojik durumunu açıklayıp sonraki şiirleri için de bir temel oluşturması açısından önem arz eder. İktirab, iyimserlikten kötümserliğe geçişin şiiri olarak okunabilir.
İktirab kelimesi korkulu, gamlı, kederli bulunma anlamlarına gelir. Şiir altı beşlikten oluşmuştur. ‘Müdhiş, memattan bile müdhiş bu iktirab’ dizesi her bölümün sonunda tekrar edilerek şiirin karamsar atmosferi pekiştirilmiş ve bu dize ile şair bütün ıstırabını ortaya koymuştur.
Tevfik Fikret, daha ilk dizesinde melankolisi nedeniyle gerçeklerden uzaklaştığını fark eder. İlk dizede tekin olmayan yerlerin habercisi olarak serap ve girdap kelimeleri birlikte kullanılarak şairin her yerde bir karamsarlık, kötülük betimlediği görülür. İkinci dizesinde ‘ruhunun toprak kokusunu bulutlardan aldığı’ betimlenirken ‘şemme-i turab’ tamlaması göklerden, bulutlardan gelecek bir felaketi tasvir eder. Hemen sonrasında ‘nevha-i gurab’ tamlamasında mezarlıktaki kargalarla ölülerin arkasından ağlamak anlamlarına gelen bu iki kelime birleştirilerek ölüme vurgu yapılır. Hemen sonraki dizeyle bu vurgu daha da belirginleşir. Bu dizede kullanılan ‘nihani bir ızdırab’ kelime grubu, doğuştan gelen melankoliyi ifade eder. Hemen ardındaki dizede ise bu ıstırabın kişinin ruhunu ve bedenini zayıflatmış olduğu anlatılmaktadır.
İkinci bölümde, hayatını cehennem çölüne benzetir ve bölümün başında geçen ‘bad-ı semum’ cehennem çölünden esen zehirli rüzgar olup kişinin enerjisini zayıflatıp eyleme geçememesine neden olmuştur. Bölümün dördüncü dizesinde ise bütün bir hayatı belaya batmış olarak tasvir eder.
Üçüncü bölümde ise iktirab kelimesinin yakın anlamında olan ‘gam’ kelimesini kullanarak gam veren gecedeyken ölüm sabahını beklemekte ve istemektedir. Dördüncü dizede şairin yıldızlarda mezar karanlığı araması da etrafındaki varlıklara karşı karamsar gözlemine örnektir.
Dördüncü bölümünde etrafındaki varlıklar arasından hep ölümü hatırlatanları görmesi devam eder. Şair, dış dünyayı ve tabiatı adeta bir mezarlık olarak görmektedir. Seçtiği kelimeler olan ‘servi, soğuk taşlar ve kargalar’ onun ölümü arzu eden ruhunun yansımalarıdır adeta.
Beşinci bölümde ruhunu ve vicdanını teselli eden ve göz nuru anlamına gelen bir ‘nur-i dide’ bulunduğunu ancak onun da üzüntü içinde olduğundan artık onun tesellisini de bulamadığını ifade eder.
Altıncı bölümde ruhunun tasvirine devam eder. İktirab ile yakın anlamlı olan ‘kelal’ ve ’melal’ kelimeleriyle birlikte ‘hayal’ ve ‘hakikat’ sözcüklerini birlikte kullanarak gerçekle bağını sorgulaması dikkat çekicidir.
GAYYA-YI VÜCUD
1899 yılında yayınlanmış altı bölümden oluşan bir şiirdir. ‘Gayya’ cehennemdeki kuyu demektir. Vücud kelimesiyle birleştiğinde varlık alemini gayya kuyusuna benzetirken, ruhundaki hiçbir kurtuluş ümidi bırakmayan düşünceleri onu büyük bir dilemmaya ve acze sürüklemiştir.
Öyle ki şair, birinci bölümde kırlarda gezinirken gördüğü bir su birikintisinin içinde solucan, sülük ve yılanların görüldüğünü betimlemiştir. Devam eden bölümlerde bunun insanın kalbini korkuyla titretse de insanın yüzeyindeki böcek bulutu, sazların kesif karanlığında o isimsiz, sayısız kokuşmuş kalabalığa bakmaktan gözlerini alamadığını ifade eder. Üçüncü bölümde geçen ve zehirli ayna anlamına gelen ‘mirat’i sem alude’ insanı çekim gücüyle pençesine alır. Dördüncü bölümde ruhtan ne kadar nefret nidası gelse de gözlerimizin oradan dönmeye kuvvet bulamadığını söyler. Devam eden bölümlerde ‘gayya-yı vücud’ insanın ümit ve hevesle kıvranarak karanlık dibine doğru yüzdüğü bir kaybolma, ölüm girdabı anlamını taşır. Son bölümde geçen saf ruh, gecenin derinliğine indikçe çırpınmakta fakat durmaksızın inmeye devam edecektir.
SİS
“Sis, bir infial anının, herhangi bir istiare ile ifadesi değildir. Belki Abdülhamid devrinin bir hasta odasını andıran vehimli İstanbul’unun geniş bir vizyonda toplanmış bütün bir romanıdır…’’
Servet-i Fünûn şiirinde tasvirler önemli bir yer tutar ve isim verilmemekle birlikte tasvir edilen mekân çoğu kez İstanbul’dur. Bu dönemin önemli şairlerinden birisi olan Tevfik Fikret’in şiirlerinde de İstanbul’un tabiat manzaralarına sıklıkla yer verilmiştir. Fakat Fikret, İstanbul’un ‘içtimaî hayatından ve tefessüh etmiş bir medeniyetin kalıntısı olan dekoru’ndan nefret eder. Bunu en iyi yansıtan ve İstanbul’un şiirin tamamına hâkim bir tema olduğu şiiri ‘Sis’tir. Edebiyatımızda hiçbir şair İstanbul’a Tevfik Fikret kadar kötü bakmamış; onun kadar İstanbul’u lanetlememiştir. İstanbul’a kızanlar bile onu öfkeyle de olsa sevmişlerdir. ‘Sis’, Türk şiirinde kendinden sonra bir çığır açmış; İstanbul için kötümser, eleştirel şiirlerin yazılmasına öncülük etmiş olması yönüyle edebiyatımızda oldukça önemli bir konuma sahip olmuştur.
3 Mart 1902 tarihini taşıyan Sis şiirinde Fikret, günlük hayata ait olaylardan hareket ederek derin bir manaya ulaşma niyetindedir. Ruşen Eşref’e göre “Sis” şiiri şu olaydan hareketle yazılmıştır: ‘O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş. Rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş.’
Türk edebiyatında İstanbul’un ilk defa menfur ve mel’un bir şehir olarak ele alındığı Sis’te anlatılanlarla Tevfik Fikret’in karakteri ve yaşamı arasında da bir uyum gözlenir. Sis’te, Tevfik Fikret’in derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde olduğu görülür. Bu şiirde şairin kötümser ve melankolik yapısı, İstanbul’un maddi, manevi bütün varlığına yansıtılmıştır. Fikret’in bu kente nefretle bakmasının perde arkasında şairin mizacının yanı sıra devrin siyasi yapısının da rolü vardır.
Fikret, Sis’e İstanbul’un sisler arasındaki durumunu anlatarak başlar. Şehrin olumsuz manzarası şairde herhangi bir acıma hissi uyandırmaz. Aksine İstanbul’un bu tesettüre layık olduğu ifade edilir. Fakat tüm bu olumsuz görüntüye rağmen şehir ‘ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde’dir. Çünkü o, ‘şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı’dır. En kanlı muhabbetleri sefahata doymayan sinesinde besler. Bin kocadan arta kalan yaşlı bir kadın gibi olsa da hâlâ taze ve güzeldir. Uzaktan bakanlara munis görünür: ‘Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.’
Şair, çirkin manzara karşısında duyduğu nefreti en net biçimde ifade etmek için şiir boyunca iki defa; ‘Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!’ beytini tekrarlar.
Bunun ilkinden sonra Fikret, İstanbul’un teferruatlı bir panoramasını çizer. Saray ve etrafında yaşanılan hayatı ‘Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;’ şeklinde canlandırdıktan sonra şehrin mimarisini vücuda getiren unsurları ele alır. Başka şairler tarafından övgüler düzülen İstanbul’un mimarî yapıları da Fikret’in nefret ve lanetinden payını alır. Ona göre ‘kuleler ‘kanlı’, saraylar ‘kal’alı, zindanlı’, sütunlar ‘bir dîv-i mukayyed’, surlar ‘dişleri düşmüş sırıtan kafile’dir. ‘Sakfı sökük’ medreseler, mahkemecikler; ‘servilerin karanlık gölgelerine sığınmış, geçmişlere rahmet’ diyen mezar taşları; ‘çamurlu ve tozlu eski’ sokaklar, ‘uykulu, her deliği bir vak’a saklayan, şerir yatağı’ viraneler, ‘kapkara damlarıyla matemi temsil eden eski ve ölü’ evler, ‘her biri bir leyleğe, bir çaylağa vatan olmuş, yıllarca zamandan beri tütmek bilmeyen’ ocaklar… Bütün bu tasvirler Fikret’in kötümser ruh halini yansıtmakta ve aynı zamanda onun nazarında II. Abdülhamid devri İstanbul’unun çökmüş cemiyet hayatını temsil etmektedir.
Şiirin devamında şair İstanbul’un bu manevî çöküşünün sebeplerini belirtir. Ona göre insanların ahlakı bozulmuş, namus masallardan bir hatıra durumuna düşmüş, ikbalin yolu ayak öpme haline gelmiştir. Bütün bu çökmüşlüğün asıl sebebi ise insanların ‘her şeyi gökten dilenen tevekkülleridir’. Fikret’e göre insan kaderine boyun eğmek yerine çalışıp gayret etmeli, kendisine verilen değerleri zayi etmemelidir.
Şiirin sonlarına doğru şair ‘havf-i müsellâ’ı ve onun tesirlerini ele alır. II. Abdülhamid korktuğu için baskıyı artırmış, Kanun-ı Esasî’yi ortadan kaldırmıştır. Yüksek tabaka korku yüzünden onun etrafında iki büklüm olmuştur. Baskı altındaki ordu ve memur sınıfı (seyf ü kalem) siyasî mahkûm derecesine düşmüştür. Memleket meselelerine karşı kayıtsız olan gençlik kadın peşindedir.
Baştan sona nefret hissi ile dolu olan şiirin sonunda Fikret, hicranlı annelerle, kimsesiz ve avare çocuklara karşı merhamet hissini ifade eder. Ümitsizlik içinde, ‘Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde’ dediği İstanbul’un sonsuza dek uyumasının arzusuyla şiirini ikinci defa tekrarladığı şu beyitle sonlandırır:
‘Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcirei dehr!…’
ÖMR-Ü MUHAYYEL
Ömr-ü Muhayyel 1898 yılında Tevfik Fikret’in hayallerini dizelere döktüğü şiirdir. Dönemin karamsar ve baskıcı halinden bir anlık da olsa sıyrılıp olmak istediği yerin, birlikte olmak istediği kişilerin hayalini kurmuştur. Kurduğu hayalde kendisi özgürlüğün sembolü olan bir kuştur. İleride yaptıracağı evinin adının kuş yuvası anlamına gelen ‘aşiyan’ olması da kuş figürünün Tevfik Fikret’in hayallerinin merkezi noktalarından biri olduğunu göstermektedir.
Eserin ilk bendinde öne çıkan düşünce tabiata sığınma duygusudur. Fikret, içinde kuşların öttüğü, güllerin açtığı, tenha yeşil göllerde bir kuşçağız kadar kadar da olsa ömür sürmek ister. Kısa da olsa kuş gibi hür bir ömür ister.
Sonraki kıtada bu hayali sevgilisi ve şiir perisi ile yaşamak istediğini söyler. Fikret gerçeklikten ve herkesten uzak bir masumluğun taze ve narin kucağında bir aşk gecesinin sabahına uyanmak ister. Bu meçhul yerde meşgul olmak istediği iş sevgilisi ile birlikte hayal avcılığı yapmaktır.
Şiir, şairin hayalinde vazgeçilmez unsurlardan biridir. Öyle ki şiirlerindeki sevgi nameleriyle şarkı söyleyerek göklere uçmak ve orada avare bir yuvada hayali bir ömür sürmeyi arzular. Toprağa bağlı değildir artık hayalleri, uçmak gökleri mesken tutmak özgürlüğün en uç noktasına ulaşmak istemektedir. Son bentte dizginler kendini ve tekrar yeryüzünde gerçekleştirmek istediği özgürlüğün resmini çizer.
YAĞMUR
Yağmur şiiri 1897 yılında yazılmıştır. Mehmet Kaplan; Fikret’in kendi tarzında en başarılı olduğu manzumelerden biri olarak nitelediği ve bizdeki ilk yağmur şiiri olduğunu belirttiği bu şiiri, şâirin “tabiat şiirleri” kategorisinde zikretmiştir. Bir ‘yağmur mûsıkîsi’ olarak da değerlendirilebilecek olan bu tasvirî anlatıma dayalı şiiri bu zamana kadar tahlil edenler, şiire hep bu söylenenler çerçevesinde yaklaşarak onun bir tabiat hadisesini kendi ruh hâliyle birleştirerek okurun gözüne ve kulağına başarılı bir şekilde nasıl duyurduğu üzerinde durmuştur. Fakat en son yapılan tahlillerde Sis şiiri kadar açık bir şekilde olmasa da Yağmur şiirinin de dönemi eleştiren siyasi bir şiir olduğu ortaya konmuştur.
Tevfik Fikret’in II. Abdülhamid yönetiminden duyduğu rahatsızlık, tabiata ve nesnelere olan bakışında karamsar bir tavır takınmasının sebeplerinden biri olmuştur. Farklı bir ruh hâliyle çok daha farklı bir şekilde algılanabilecek olay ve durumlar, şairin karamsar, yalnız ve kendini köşeye sıkışmış gibi hisseden ruh hâliyle alabildiğine olumsuz bir şekilde algılanmış ve esere de bu şekilde yansıtılmıştır. Sis’ten daha önce kaleme alınmış ve muhtemelen Fikret’in Servet-i Fünûn dönemi şiirleri içinde düşünüldüğü için barındırdığı siyasî boyut gözden kaçırılmış olan Yağmur şiirinin de benzer duyguları yağmur olayı üzerinden anlattığı açıkça görülür. Yağmur’un alt metnindeki çağrışım ve yoruma açık uçları bir kenarda tutarsak, ilk bakışta şiirin yalnızca yağmurun yağışını -muhtemelen evinin penceresinden- seyreden şairin gözlemlerini ve bu durumun kendisinde yarattığı anlık duygulanışları tasvir ettiğini görürüz. Fakat şairin, şiir boyunca kullandığı bazı anahtar kelimeler ve benzetmeler, daha sonra Sis şiirinde çok daha görünür bir hâl alacak olan bir siyasî baskıyı imler. Tevfik Fikret’in bu şiirindeki atmosferi anlamak ve ortaya koymak için, kullandığı kelimelere yakından bakmak gerekir. Bu şiirdeki “darbe, bulutların kararması ve bundan dolayı eşyanın içinde bulunduğu hâl (eşyanın dalgalanması), hiçbir pencere ya da yüzün açılmaması, saçakların altına sığınan kuşlar susarken sokaktaki köpeğin uluması, yağmur tanelerinin ürkekliği, etrafı kaplayan soğuk gölge ve günün geceye dönmesi, yerlere vahşet çökmesi, sokaktan hayalet gibi geçen başı örtük sabi, yorgun argın kara çarşafını sürükleyen bir kadın hayali, inilti ve suskunluk” gibi ifadeler, o dönemdeki siyasî baskıyı ve Servet-i Fünûncuların genelinde var olan bedbinlik felsefesini göstermesi açısından önemlidir.
Şiirin hemen başında ‘Küçük, muttarid, muhteriz darbeler’in kafeslerde ve camlarda yarattığı titreşimin ‘dem-be-dem nevha-ger, nağme-sâz’ olduğu, yani yağmur tanelerinin çıkardığı sesin zaman zaman bir ağıtçının çığlığına dönüştüğü dile getirilir. Daha şiirin başında kurulan bu karamsar ses imgesi, şiirin sonuna kadar şiddetini arttırarak devam eder. Şiirin başında ‘dem-be-dem’ duyulan bu ağıt sesi, şiirin sonuna gelindiğinde ‘muttasıl’ bir hâl alır. Şiirdeki yağmur hadisesi, bizatihi baskı unsuru olarak düşünülebileceği gibi yağmur öncesinde ve esnasında oluşan kötü havanın -Fikret’in bakış açısıyla devrin yöneticilerinin sebep olduğu karanlık ortamın- etkisiyle ağlayan insanların gözyaşları ve sesleri olarak da yorumlanabilir. Bu ağlaşmalar devam ederken bir yandan da sürekli olarak artan ve sokakları karartmaya çalışan bir baskı varlığını hissettirir. Ayrıca, şiirin birinci dizesinin ilk kelimesi 2 heceli, diğer üç kelimesi ise 3 hecelidir. İlk kelimeden itibaren hece sayısının arttığı görülmektedir. Bu da yağmurun yani baskının hızlandığına, arttığına işarettir. Önce ağır ağır yağan yağmur, gittikçe çoğalmış ve sokaklarda sel hâline gelmiştir. Burada hissedilen, şüphesiz, cansız varlıkların (“zerrât”ın) değil; Fikret’in kendi ruhunun hissettiği baskıdır.
Fikret’e göre, yağmurun yağmasıyla oluşan sel suları da, tıpkı yağmur damlaları gibi ağlaşmaktadır. Bunun yanında ufuklar yaklaşmakta; âdeta etrafa sıkıcı, bunaltıcı ve baskıcı bir atmosfer hâkim olmaktadır. Bulutlar gitgide kararmakta ve bunun neticesinde zerrelere can çekişmeye benzer bir dalgalanma gelmektedir. Artık ağır ve kasvetli bir hava, her şeye hâkim olmaya başlamıştır. Nitekim çevreyi bürüyen “soğuk gölge”, gün ortasında gecenin yaşanmasına sebep olmaktadır. Artık her şey sönmüştür; görüntüler kaybolmaya başlamıştır. Hatta biraz önce görmüş olduğu manzara, artık görünmez olmuştur. Bir tabiat olayı olan yağmur da sağanak hâlinde yağarken bu sırada gökyüzünü de kara bulutlar kaplayınca gündüz bile olsa etraf, doğal olarak “gece yarısı” gibi kararır ve ufuk yavaş yavaş yaklaşarak görüş mesafesi iyice düşer; etraftaki varlık ve nesneleri de bu “tazyîk” altında net bir şekilde görülemez. O sağanak yağmurun etkisiyle ne bir yüz ne de bir pencere açılır. Bu sırada sokaklarda “seylâbeler ağlaşır” ve etrafa bir “vahşet çöker”. Hayalet gibi bir çocuk “boş” sokaktan koşarak geçer. Özgürlüğün sembolü olan kuşlar saçakların altına sığınıp susarken boş kalan sokaklarda uzaktan uluyan bir köpeğin sesi duyulur ki bu durum pek hüzün vericidir. Bu sırada şâir; siyah elbiseli, solgun ve bitkin bir kadını hatırlayıp “ruhunun kulağında” boş ve boğuk bir inleme duyar.
BİR GENÇLİK KURGUSU: HALUK’UN DEFTERİ
Tevfik Fikret yaşadığı dönemde ülkesinin içinde bulunduğu kötü, karamsar havanın etkisiyle gelecek için gençlere büyük önem vermiştir. Tevfik Fikret özellikle bu nedenden oğluna, Haluk’a çok düşkündür. Haluk onun için bir kurtuluş yolu olarak girdiği bunalımlarda onu hayata bağlayan kişi olmuştur. Gençliğe verdiği önemi ve oğluna olan sevgisini ikinci şiir kitabına verdiği isimden de anlayabiliriz: ‘Haluk’un Defteri’.
Tevfik Fikret oğluna ülkeyi karanlıktan aydınlığa çıkaracak vasıflar yüklemiştir. Fikret, Haluk ismini: ‘Bize bol bol ziya kucaklayıp getirecek olan ve İnkılap ordusuyla çarpışacak kahraman’ olarak tanımlamıştır. Öyle ki Fikret çok sevdiği oğlunun hasretini göze alıp onu İskoçya’ya eğitim alması için gönderir. Fikret’in isteği Haluk üzerinden bütün Türk gençliğini eğitmektir. Oğlunu Türk gençliğinin önderi olarak görmektedir.
Ülkenin kurtuluşu için bir reçete olarak gördüğü şiirlerini bu kitapta toplamıştır. Bu kitap ‘Haluk’un Defteri’, ‘Hayata Karşı Beşer’ ve ‘Hitabetler’ başlıkları altında üç bölümden oluşmaktadır. ‘Haluk’un Defteri’ bölümünde; Haluk’un Defteri, Ümit Ölmez, Bir Tasvir Önünde, Zelzele, Hayavata, Şehrâyîn, Devenin Başı, Haluk’un Amentüsü, Promete ve Haluk’un Vedâ’î şiirleri vardır. ‘Hayata Karşı Beşer’ bölümünde; Hayata Karşı Beşer, Resminin Karşısında, Doğan Güneşe, Hakikatin Yıldızı, Cezâ-yı Mensiyyet ve Sultânî’ye şiirleri vardır. Son bölüm olan ‘Hitabetler’de ise; Ferda, Bir Kız Mektebi İçin, Hilâl-i Ahmer ve Gökten Yere şiirlerinden oluşur. Bu kitaptaki yirmi şiirin ortak noktası Fikret tarafından oluşturulan geleceğin temellerini barındırıyor olmasıdır.
HALUK’UN DEFTERİ
Fikret 1909’da İskoçya’ya gönderdiği oğluna olan özlemini oğlunun eşyalarıyla dindirmektedir. Bir gün Haluk’un bir defterini bulmuştur. Bu defterde Türk bayrağının altında Haluk’un kaleminden dökülen ‘Ölmek ve yaşatmak seni!’ sözü Fikret’i çok etkilemiştir. Böylece Fikret bu şiiri yazmıştır.
ÜMÎD ÖLMEZ!
Fikret gençliği geleceğin mimarı ve ülkenin ümidi olarak görüyordu. Haluk’un İskoçya’dan getirdikleriyle birlikte Osmanlı toplumunu tekrar huzura, refaha kavuşturacağına inanıyordu. Bu şiirinde Haluk üzerinden tüm gençliğe seslenerek Türk gençliğine ümidin sonsuz olduğunu ve onlara ülkenin geleceği olduklarını anlatmıştır.
Ölmek nedir şebâb için? Ümmîd ölür mü hiç? Haîn sümmûma karşı nasıl, hangi kuvvetin. Nûşâbe-çîn-î feyzi olur?…
BİR TASVİR ÖNÜNDE
Tevfik Fikret çoğu şiirinde olduğu gibi bu şiirinde de tabloyu tasvir etme sanatını kullanmıştır. Fikret’in bu şiiri yazma nedeni hem oğlunun hasretini biraz olsun dindirmek hem de Türk gençliğinin profilini oluşturduğuna inandığı oğlunu daha iyi anlatmaktır.
HAYAVATA
Fikret bu şiirinde oğlu Haluk’a aldığı ve şiire adını veren sandalla çıktıkları gezintiyi anlatır. Amerikalı şair Henry Wadsworth Hiawatha (Hayavata) adında bir kahraman yaratmış ve onunla ilgili çokça şiir yazmıştır. Fikret de bu şairden etkilenmiş sandalın dolayısıyla da şiirin adını bu şekilde belirlemiştir.
ŞEHRÂYÎN
2. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi üçüncü yılında İstanbul Boğazı’nda bayram havasında geçen bir cülus töreni düzenlenmiştir. Herkes çok eğlenirken Tevfik Fikret bu gösteriden dönemin yöneticilerine duyduğu nefretten dolayı rahatsız olmuş ve gösteriyi evinde karanlıklar içinde izlemiştir. Şiirde asıl anlatmak istediği ise dışarıda geçici ışıklar vardır ama Fikret’in evinde geçici olmayan bir ışık, ülkenin geleceği olarak gördüğü oğlu Haluk vardır.
DEVENİN BAŞI
Bu şiir aslında şiirden çok bir masal gibi yazılmıştır. Toplumdaki unsurlara yeni anlamlar yüklenerek büyük bir eleştiri yapılmıştır. Şiirde;
Büyük Deve: Osmanlı Devleti
Devenin çürük başı: Devletin başındaki yöneticiler.
Devenin gövdesi: Osmanlı halkı
Karga: Kadere katlanılması gerektiğini düşünen kesim, şeklinde kullanılmıştır.
PROMETHEUS
Fikret’in oğlunda tasvir ettiklerini anlamak için öncelikle Prometheus’un kim olduğunu bilmek gerekir. Prometheus mitolojik bir varlıktır. Antik Yunan mitolojisindeki tanrılar için ateş çok kıymetlidir ve tanrılar ateşi insanlara vermeyip kendilerine saklarlar. Prometheus ise ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir. Buna sinirlenen tanrılar Prometheus’u Kafkas dağlarının tepesine zincirlerler ve bir kartalı her gün Prometheus’un ciğerini yemesi için görevlendirirler. Tevfik’in Prometheus’u da oğlu Haluk’tur. Oğlunu bu şiirinde ‘Vatanın meçhul elektrikçisi’ olarak anlatır.
RESMİN KARŞISINDA
Fikret bu şiirini Mekteb-i Sultani’den hocası olan Recaizade Mahmut Ekrem’in ölmüş oğlu Nijad için yazmıştır. Fikret için oğlu Haluk neyse Recaizade için de oğlu Nijad aynıdır. Nijad’ın ölümüyle hüzünlenen Fikret şiirinde ‘Ey intikam alan yaratıcı’ gibi sözlerle isyanını dile getirmiştir. Yaşanan tüm kötü olaylardan, bütün acılardan yaratıcıyı sorumlu tutarak Nijad’ın babasının ilerde bunun hesabını soracağını söyler.
DOĞAN GÜNEŞ’E
Tevfik Fikret Meşrutiyet’in ilanından 16 gün önce ‘Millet Şarkısı’ isimli şiirini yazmıştır. Fikret Millet Şarkısı şiirinde bir güneşten bahsetmektedir. Doğan Güneş’e adlı şiiriyle de Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte bahsedilen güneşin doğmasını kutlar.
FERDA
Yapısı itibariyle bir Gençliğe Hitabe sayılabilecek bir şiirdir. Oğlu Haluk doğduktan sonra gençliğe daha ayrı bir ilgi gösteren Fikret bu şiirinde geleceğin umudu olan gençlere seslenmektedir. Şiirin özellikle ilk mısralarında Meşrutiyet’in Fikret’te yarattığı olumlu hava sezilmektedir. Şiirin son kısımlarında Fikret gençlere taşıdıkları umutları hatırlatarak nasıl özveriyle çalışmaları gerektiğini anlatır. Bu şiir duygu yönünden Fikret’in en heyecanlı şiirlerinden biridir.
Bu şiir kitabındaki tüm şiirleri genel bir başlıkta değerlendirmek gerekirse, bu kitap Fikret’in vatanın geleceği için yazdığı şiirleri topladığı bir kitaptır. Vatanın kurtuluşunu oğlu Haluk’un önderliğinde tüm Türk gençliğinde bulmaktadır. Türk gençliğinin yapması gerekenleri bir bir sıralamış umutlarını kaybetmemelerini öğütlemiştir. Fakat Haluk ülkesine geri dönmemiştir. İskoçya’dan sonra ilerleyen yıllarda Amerika’ya gidip Hristiyan olmuş, hayatını Amerika’da tamamlamıştır.
ŞERMİN
Servet-i Fünun şairlerinden Tevfik Fikret Aksaray’da Mahmudiye Rüştiyesi’nde öğrenime başlamış daha sonra Galatasaray Lisesi‘nde öğrenimine devam etmiştir ve mezun olduktan sonra Galatasaray Lisesi‘nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başlamıştır. (1895) Bu sıralarda Fikret‘in hayatının dönüm noktası olan oğlu Haluk dünyaya gelmiştir. Oğlunu ve gelecek nesli bir kurtarıcı olarak gören aynı zamanda da Haluk ‘u gelecek nesle bir önder olarak görüp ‘Prometheus’ olarak adlandıran Tevfik, öğretim hayatı boyunca öğrencilerinin gelişimlerini yakından takip edip onlara ilim anlamında olabildiğince destek çıkmıştır. Öğrencilerini gezilere götürmesiyle öğretim hayatında tanınan ve öğrencileri arasında böyle tasvir edilen Fikret, pek çok genç şaire yol göstermiştir, onlara ilham olmuştur.
Galatasaray Lisesi’ndeki öğretim hayatının ardından Robert Koleji‘nde çalışmaya başlamıştır. Bu sıralar döneminin Arşimet ‘i olarak tanınan arkadaşı Satı Bey ‘Yeni Mektebi’ kurmuştur. Tevfik‘in öğrencileri üzerindeki etkisinden haberdar olan Satı Bey kurduğu mektebin miniminileri adına şiir yazması için Tevfik Fikret’i çağırmıştır. Tevfik arkadaşının nazik teklifine karşılık Galatasaray ‘da yarım bıraktığı emelini de tamamlamak adına Şermin kitabının şiirlerini kaleme almaya başlamıştır.
Tevfik Fikret’in, ‘Fikri hür, bilgisi hür, vicdanı hür bir ozanım.’ sözü dönemin aydın anlayışını da özetler niteliktedir. Fikret, bu tanıma uygun bir aydın kitlesi yaratmanın yolunun eğitimden geçtiğinin farkındadır. Kitabın adının Şermin olması ve kitapta, bir kız çocuğunun etrafında gelişen olaylara ve özellikle okulla ilgili şiirlere yer verilmesi; Fikret’in kız çocuklarının eğitimine verdiği önemin göstergesi olarak kabul edilebilir.
A) Eğitim Konulu Şiirler
Kitapta eğitim konusunu işleyen şiirler İthaf, Şermin’in Elifbası, Mahallebim ve Mektebim, Hasbihâl ve İş Salonunda adlı şiirlerdir. Şermin’in Elifbası’nda şair, Şermin’e ve onun şahsında tüm çocuklara Arap harflerinin yazımıyla ilgili akılda kalıcı bilgiler vermekte ve bu dilin alfabesini harekeleriyle birlikte bir oyun misali açıklamaktadır.
B) Aile konulu şiirleri
Kitapta aile konusunu işleyen şiirler Hediye, Siyah Bacı, Rüya, Öksüz, Arı Sokar ve Ezan adlı şiirlerdir.
C) Çevre ve Hayvan Sevgisi Konulu Şiirler
Şermin kitabında çevre ve hayvan sevgisi konulu şiirler, Papatya, Kuşlarla, Rengîn, Yaz Nine, Kış Baba, Arslan, Yazın, Kışın, Ağustos Böceği İle Karınca ve Veli Baba adlarını taşımaktadır.
D) Şiirlerdeki Varlık Anlayışı
Şermin kitabındaki şiirlerde yer alan somut varlıklara örnek olarak: Sütlaç, şeker, şekerleme, piyano, keman, oyuncak, bebek, kedi, köpek, kuş, papatya, kitap verilebilir. Görülmektedir ki somut varlıklar hep çocuklar için eğlenceli olan şeylerdir. Dehşet verici, korkutucu hiçbir somut varlığa şiirlerde yer verilmemiştir. Çoğunlukla çocuğu oyuna sevk edecek varlıklar tercih edilmiştir. Kitaptaki soyut varlıklara örnek olarak ise umacı, cadı, hafıza ve canavar gibi ifadeler söylenebilir. Bir iki şiir dışında soyut varlık kullanımına gidilmemiştir.
E) Doğa ve insan ilişkisini anlatan şiirler
F) Dini terimlere yer veren şiirleri
Tevfik Fikret’e göre geleceğin Türkiye’sini kuracak olan Türk gençliği, batılı bilgi, görgü ve fikirlerle donanmış olan bir kişiliğe sahip olmalıdır. Oğlu Haluk, yol gösterdiği ve ülkede batılı anlamda bir dönüşümü gerçekleştirecek gençliğin sembolüdür. Gençliği mevcut hâle getirebilmek için daha çocukluk devrinden itibaren eğitim ve yönlendirme gereklidir. Bir öğretmen bu yönlendirmeyi, çocuklara okullarında öğretmenlik yaparak kazandırabilir. Bir sanat ve edebiyat adamı ise öğrencilere bizzat ulaşma şansına sahip değildir. Onun yönlendirmesi, eserleri ve fikirleri yoluyla olabilecektir. Fikret her iki yönlendirmeyi yapmayı başarmış bir şahsiyettir. Hem öğretmenlik yoluyla hem de verdiği eserlerle çocukları ve gençleri eğitmiş, onları arzulanan şahsiyetler yapabilmek için uğraşmıştır. Gerek Şermin eseri, gerekse önceki eserleri, Fikret’in çocukları ve gençleri geleceğe hazırlamak için yazdığı eserler olmuştur. Çeşitli yollarla onlara hayat dersi vermeye gayret etmiştir.
KAYNAKÇA
- Andı M. Saray Karşısında Tevfik Fikret. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2012 Ağustos;37(37):1-21.
- Aydın, E. Tevfik Fikret’in Gençlik Dönemi Aşk Şiirleri. Doğu Akdeniz Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, 2010 Temmuz.
- Bulut Y. Tevfik Fikret’in Çocuk Şiirleri ve Şermin Kitabındaki Şiirlerinin Tahlili. Şimşek T, Yıldız BC (editörler), II. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu, 103-108.
- Çetin N. Serveti Fünun Topluluğu Şair ve Yazarlarında Tarih Konusu. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2009 Kış;4(1-II):1721-1737.
- Çetin N. Yeni Türk Edebiyatında Han-ı Yağma Motifi.
- Dönmez E. Süleymaniye Kürsüsünde’n Muhalefet. Kayar N, Güneş Ü (editörler), III. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, 15-18 Mayıs 2014, Sakarya, 13-29.
- Erdoğan M. Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’ine Mehmed Fazlullah’ın Reddiyesi:Şihabü’l-Kudret fi Recmi’l- Fikret. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2010 Kış;5(1):974-1006.
- Gülendam R. Yağmur’u Bir Siyasi Şiir Olarak Okuma Denemesi. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:13-31.
- Kanat Soysal Ö. Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatının Gelişimi: Tevfik Fikret’ten Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya (1914-2008). Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimin Kültürel Temelleri Anabilim Dalı Güzel Sanatlar Eğitimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2012 Temmuz.
- Kaplan M. Bir Gençlik Kurgusu Olarak Haluk’un Defteri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:186-212.
- Kaplan M. Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser. 22. baskı. İstanbul: Dergah Yayınları; 2017.
- Karabulut M. Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin Şiirlerinde Melankoli. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2015 Kış;10(2):507-520.
- Özdemir, F. Cehennem Çölünde Kıyameti Beklemek Tevfik Fikret’in İktirab Şiirinde Melankolinin Tasviri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan,11:79-94.
- Özlük N. Psikanalitik Edebiyat Eleştirisi Açısından Gayya Mefhumunun Şiire Yansıması. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2013 Yaz;8(9):2093-2110.
- Sağlam N. Tevfik Fikret’in Aşkı ve Tesadüfleri. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2012 Ağustos;34(34):157-170.
- Solak Ö. Tarih-i Kadim ve Süleymaniye Kürsüsünde Şiirleri Üzerine Bir Mukayese. Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2014 Nisan;0(9).
- Tat M. Sis ve Canım İstanbul Şiirleri Çerçevesinde Tevfik Fikret ve Necip Fazıl’ın İstanbul Tasavvurları. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:213-223.
- Uçman A. Tevfik Fikret. TDV İslam Ansiklopedisi, s.9-13.
- Uludağ ME. Düş Kırıklığı Bağlamında Tevfik Fikret ve Vatan. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2013 Kış;8(1):2685-2695.
- Zariç M. Recaizade Mahmut Ekrem’in “Nefrin” ve Tevfik Fikret’in “Sis” adlı Şiirleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Ankyra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012,3(1):39-59.