TANZİMAT

BERCESTE EDEBİ DÖNEMLER VE ŞAİRLERİ ÇALIŞMA GRUBU

· 26 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1 Afife Kübra UĞURLU

1 Gülseren OZAN *

1 Hayrunisa BÜKE

1 Rümeysa SARITAŞ

1 Zehra ORUÇ

1 Zeynep BAŞ

2 Zeynep ÖNDER

  1. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: glsrnozan217@gmail.com

İçindekiler

“KALEMİMİZİN BATIYA İLK ÖZENİŞİ” TANZİMAT EDEBİYATI

18.yüzyılda gerileme ve çöküş dönemine giren Devlet’i Aliyye’de, Gülhane Hattı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı’nın yürürlüğe konmasıyla yenileşme hareketleri başlamıştır. 3 Kasım 1839 günü Hariciye Vekili Mustafa Reşit Paşa tarafından dönemin padişahı Sultan Abdülmecid adına Topkapı Sarayı’nın Gülhane bahçesinde okunan fermandan yaklaşık yirmi yıl sonra edebiyat ve kültürde esas değişim ve yenileşme hareketleri görülmüştür. Tanzimat Edebiyatı’nın başlangıcı olarak 1860 yılında Şinasi ile Agâh Efendi’nin ilk özel gazetemiz olan Tercüman-ı Ahval’i çıkarması kabul edilmiştir. Bu gazete ile birlikte Batı etkisindeki Türk Edebiyatı’nın ilk dönemi başlamıştır. Bu dönemin oluşumunda Osmanlı aydınlarının Batı kültür ve edebiyatını tanımaya başlamaları ve yurtdışına öğrenciler gönderilmesi etkili olmuştur. Özellikle Fransız Edebiyatı’ndan etkilenilmiş, Batı edebiyatından yapılan şiir, roman, tiyatro çevirileri bu dönem edebiyatının gelişmesine katkı sağlamıştır.

Tanzimat Edebiyatı genel olarak iki dönemde incelenir. Birinci dönem, Tercüman-ı Ahval gazetesinin çıkarılmasıyla başlamıştır. Bu dönemin sanatçıları genel olarak geleneksel külltürün içinde doğup büyümüş, toplumun zengin kesiminden çıkmış, iyi yetişmiş kişilerdir. İdealleri ile uygulamaları arasında ikilikler yaşamışlardır. Divan Edebiyatını eleştirmişler fakat Divan Edebiyatı’ndan kopamamışlardır. Halk Edebiyatı ve hece vezni savunulmuş fakat uygulamaya geçirilememiştir. “Sanat, toplum içindir.” görüşü benimsenmiştir. Onlar için edebiyat halkı bilgilendirmeye ve toplumu yönlendirmeye yarayan bir araçtır. Buna bağlı olarak dilde sadeleşme savunulmuştur. Edebiyatımızda ilk makale, eleştiri ve fıkra örnekleri bu dönemde verilmiştir. Şinasi tarafından çıkarılan Tasvir-i Efkâr gazetesinin yanı sıra Hürriyet, Muhbir, İbret, Devir, Bedir, Tercüman-ı Hakikat, İkdam gazeteleri bu dönemin önemli gazeteleridir. Gazetelerin çıkarılması kadar bu dönemde etkili olan bir diğer olay ise çeviri çalışmalarıdır. Şinasi’nin Lamartine, Fenelon, Racine ve La Fontaine’den tercüme ettiği şiirlerle oluşturduğu Tercüme-i Manzume ‘edebiyatımızda yeniye açılan ilk pencere’ olarak yorumlanmıştır. Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemaque adlı yapıt ilk çeviri romanımızdır. İlk yerli romanımız ise Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı yapıttır. İlk edebi romanımız İntibah, ilk öykü örneklerimiz Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat ve Emin Nihat Bey’in Müsameretname’sidir. Batılı anlamda ilk öykü örneklerimiz ise Sami Paşazade Sezai’nin Küçük Şeyler adlı yapıtıdır.

Bu dönem romanları teknik açıdan kusurlu olarak nitelendirilir. Yazarların sık sık olay akışını kesip açıklamalar yaptığı, nasihat verdiği görülür. İyiler hep iyi, kötüler hep kötü olarak tasvir edilir; iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Yazar kişiliğini gizlemez ve yanlı davranır. Olağanüstü kişilere ve olaylara yer verilir. Romanlarda işlenen konular genel olarak esirlik, cariyelik, yanlış yönde Batı hayranlığı, alafrangalık özentisi, konak ve köşk hayatıdır.

Şinasi’nin Şair Evlenmesi Batılı anlamda ilk tiyatro örneğimiz, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre oyunu ise sahnelenen ilk tiyatromuz olmuştur. Aile, gelenek, görenek, vatan gibi konular işlenir. Dil diğer türlere göre daha sade ve yalındır. Tiyatro halkın eğitilmesi için bir araç olarak görülmüştür.

Şiirde biçim olarak Divan Edebiyatı geleneği devam ettirilmiş, içerik olarak değişimler yaşanmıştır. Daha çok hak, hürriyet, adalet gibi kavramlar ön plana çıkmıştır. Parça güzelliği yerine bütün güzelliğine önem verilmiştir. Hece ölçüsü ile denemeler yapılması dışında aruz ölçüsü kullanılmıştır. Nazım biçimi olarak ise beyit kullanılmıştır.

Şekil ve teknik olarak önemli ölçüde eskinin devamı olarak nitelendirilen Tanzimat Edebiyatı’nın birinci döneminin önemli sanatçıları: Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin Sami’dir.

Tanzimat Edebiyatı ikinci döneminde- II. Abdülhamit’in padişah olduğu dönemde- sanatçılar üzerindeki baskı göze çarpar ve bu dönem “İstibdat Devri” olarak bilinir. Bu baskı sonucunda sanatçılar toplum sorunlarından, siyasetten uzaklaşmış, “sanat için sanat” görüşünü savunmuşlardır. Dilde sadeleşme hareketinden uzaklaşılmış, ağır bir dil kullanılmıştır. Şiirde ölüm, sevinç, aşk, hiçlik gibi bireysel ve soyut konular işlenmiş, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Eserler teknik olarak daha başarılıdır. Yazarlar yapıtlarında kişiliklerini gizlemişler ve gereksiz açıklamalardan kaçınmışlardır. Tiyatro eserleri sahnelenmek için değil okunmak için yazılmıştır. Toplumsal fayda gözetilmemiş, tiyatro eğlence aracı olarak görülmüştür. İkinci dönemin önemli sanatçıları: Abdülhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmut Ekrem, Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nazım, Muallim Naci’dir.

Tanzimat Edebiyatı’nın öne çıkan yedi ismini inceleyeceğimiz derlememize, bu dönem eserlerinin yayılıp okunmasında matbaa alanındaki hizmetleriyle büyük katkısı bulunan Ebüzziya Tevfik Bey ile başlıyoruz:

EBÜZZİYA TEVFİK

Asıl adı Mehmet Tevfik olan Ebüzziya Tevfik Bey, Sultanahmet’te doğmuştur. İlk tahsiline Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’nde başlamıştır. Abdülhak Hamid ile beraber Arapça, Farsça ve Edebiyat dersleri almıştır. Ruzname-i Ceride-i Havadis’te çalışmaya başlamış, önce Namık Kemal, onun vasıtasıyla da Şinasi ile tanışmış, Tasvir-i Efkâr gazetesine geçmiş ve Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girmiştir. Yirmili yaşlarında Terakki gazetesinin yazı işleri müdürü olmuştur. Şinasi’den kalan Tasvir-i Efkâr matbaasını geliştirmiş ve Matbaa-i Ebüzziya’yı kurmuştur. En zor şartlarda dahi basım yapmayı sürdürmüş, yayın alanındaki amansız mücadelesiyle halk için adeta bir mektep olmuştur. Ahmet Mithat Efendi ile beraber Rodos’ta kale hapsinde iken yazılarını yayımlatabilmek için oğlu Ziya’ya hasretini de dile getirerek Ebüzziya takma adını kullanmaya başlamıştır. Afla İstanbul’a döndükten sonra Mecmua-i Ebüzziya adlı eserini yayımlamıştır. Birçok kez gazeteleri kapatılmış, matbaası mühürlenmiş, sürgüne gönderilmiş olmasına rağmen halkın okuması için elinden geleni yapmıştır. Bir sürgünden serbest bırakılmasının ertesi günü evine dönerken Kadıköy vapurunda hayatını kaybetmiştir.

Dönem edebiyatına en büyük katkısı matbaa alanında olan Ebüzziya, milletlerarası sanat baskıları yarışmalarında ödüller almıştır. Uyguladığı modern basım teknikleri nedeniyle 1881 Leipzig Basın Derneği Onur Madalyası’na layık görülmüştür. Aynı zamanda kufi hatta üstat sayılan Ebüzziya’nın kendi dönemdeki resmi ve özel kuruluşlara hatlar ve süslemeler yapmıştır. Arkeoloji Müzesi’nin giriş kapısındaki “Müze-i Hümayun” yazısı ona aittir. Yıldız Sarayı ve Camii’nde de önemli eserleri bulunmaktadır.

ŞİNASİ

Asıl adı İbrahim Şinasi ‘dir. 1826’da İstanbul ‘da dünyaya gelmiştir. Babası Osmanlı –Rus harbinde şehit olmuş, küçük yaşta yetim kalan Şinasi ‘yi annesi zorluklar içinde yakınlarının desteğiyle büyütmüştür.

İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebinde tamamlamış daha sonra da Feyziye okuluna gitmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra Müşiriyeti Mektubi Kalemi ‘ne kâtip olarak atanmıştır. Bu sırada Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi öğrenmiş ve genç yaşta önce memurluğa sonra hulefalığa yükselmiştir.

1849 yılında Devlet’i Aliyye tarafından Avrupa ‘daki gelişmeleri incelemesi amacıyla Paris’e gönderilmiştir. Burada sadece edebiyat ile değil matematik, doğabilim ve tarih gibi konularla da ilgilenmiştir. Sonrasında dil-edebiyat alanındaki çalışmalarına ağırlık vermiştir. Doğu kültürleri araştırmacısı De Sacy ile arkadaşlık kurmuştur. Ernest Renan ile tanışmış, Lamartine ‘nin toplantılarına katılmıştır. Dilbilimci Littre ile olan yakınlığı sayesinde Societe Asiatique ‘e üye seçilmiştir. İbrahim Şinasi bu topluluğa seçilen ikinci Türktür.

1854 yılında İstanbul’a tekrar dönmüştür. Bir süre Tophane Kaleminde çalışmıştır. Daha sonra Meclis –i Maarif’e (Günümüzün eğitim bakanlığı) atanmıştır. Ardından Ercüman-ı Daniş’e (lisede okutulacak kitapları ayarlayan kurum) geçmiştir.

Şinasi Tanzimat Edebiyatında hep ilklerin adamı olmuştur. Paris’e gönderilmesi onun batılı düşünce tarzından etkilenmesine neden olmuştur.  1860 yılında Agah Efendi ile birlikte ilk özel Türkçe gazete olan Tercüman-ı Ahval ‘i çıkartmıştır. 1862‘de kendine ait ilk gazetesi olan Tasvir-i Efkar’ı yayınlamıştır. Gazetenin ilk sayısında gazetecilik anlayışından bahsetmiştir. Tasvir –i Efkar’da haber yazılarının ve özel yazıların yeri ayrı olmuş ve gazetenin düzeni hiç değişmemiştir. Bu sebeple gazete halk tarafından beğeniyle karşılanmıştır. Edebiyatımızın ilk makalesi olan Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi’ni yayımlamıştır.

  • Batılı anlamda ilk tiyatromuz olan Şair Evlenmesi’ni yazmıştır.
  • Şair Evlenmesi adlı tiyatroda ilk kez noktalama işaretlerini kullanmıştır.
  • Fransız sanatçı La Fontaine’den ilk fabl çevirilerini yapmıştır. Aynı zamanda Lamartine, Racine gibi sanatçıların şiirlerini ilk kez çevirerek bunları Tercüme –i Manzume ‘de toplamıştır.
  • Atasözleri ve deyimler üzerinde ilk kez çalışarak bunları Durub–ı Emsal-i Osmaniyye’de toplamıştır. Eserini bitiremeden vefat etmiştir.
  • Tercüman-ı Ahval’ de yer alan dil hakkındaki görüşlerinden bir bölümü şöyledir:
    “Tarife hâcet olmadığı üzere kelâm, ifâde-i meram etmeğe mahsus bir mevhibe-i kudret olduğu misillû, en güzel icâd-ı akl-ı insânî olan hitabet dahi tasvir-i kelâm eylemek fenninden ibarettir; bu itibar-ı hakikate mebnî, giderek, umûm halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi makam münasebetiyle şimdiden ihtar olunur”

Şinasi yer yer siyasi eleştirileri yüzünden sekteye uğrasa da halkın aydınlanması için önemli adımlar atmıştır. Dilin sadeleşmesi için uğraşmıştır. Edebiyatın halkın anlayabileceği bir dille yazılması amacıyla gazete çıkarıp makale, oyun ve şiirler yazmıştır.  Osmanlı Edebiyat dünyasını etkileyerek Batı Edebiyatının tanınmasını ve Fransızca çeviriler yaparak dilin gelişmesini sağlamıştır. Sadece edebiyat ile de yetinmemiş idari ve iktisadi alanlardaki çalışmaları ile halkın yönetimde söz sahibi olması için uğraşmıştır. Hak, adalet ve özgürlük kavramlarını şiirlerinde işleyen ilk şairdir. Amacı halkı bilgilendirmek, halkın idari anlamda söz sahibi olmasını sağlamak ve toplumun refah seviyesini yükseltmektir. Bu sebeple diğer şairlerin süslü yapıtlarına karşı sade bir dille yazılmış öğretici eserler vermiştir. 1863 yılında Tasvir –i Efkâr’da yayınladığı yazılarda devlet işlerini eleştirdiği için Meclis –i Maarif görevine son verilmiştir. Osmanlı Devleti ile aralarında çıkan anlaşmazlıklar sonucu gazeteyi öğrencisi Namık Kemal ‘e bırakarak 1865 senesinde tekrar Fransa‘ya gitmiştir. İki yıl dil üzerinde yoğunlaşıp Türkçe atasözleri üzerinde çalışmıştır. 1867 ‘de İstanbul ‘a geri dönmüş ve bir basımevi açmıştır. 45 yaşında İstanbul ‘da vefat etmiştir.

NAMIK KEMAL

1840 yılında Tekirdağ’da doğmuştur. Asıl adı Mehmed Kemal’dir.  Hicivleriyle ünlü Şair Eşref Paşa, birikmiş bir hayli şiiri olduğunu görünce ona yazar-kâtip manasında olan “Namık” mahlasını vermiş, bu mahlas zamanla göbek adı olan “Mehmed”in yerini almıştır. Leskofçalı Galib ve Hersekli Arif Hikmet Bey’in Çukur Çeşme’deki konağında yapılan Encümen-î Şûara toplantılarına katılarak edebiyat dünyasıyla ilk ciddi temaslarını kurmuştur.

İlk şiirleri genellikle gazel ve nazireler şeklindedir. Bir divançe oluşturabilecek kadar gazel kaleme almıştır ve gazellerinde yoğun bir tasavvufî etki hâkimdir. Namık Kemal’in karakteristik şiir anlayışı 1862’de Şinasi’yi tanımasından sonra şekillenmiştir. Türk şiirine vatan ve millet sevgisi, hürriyet, hamiyet, hak, hukuk, adalet gibi birtakım yeni kavramları getirmiştir.

En meşhur şiirleri; Vaveylâ, Bir Muhacir Kızının İstimdadı – Vatan Mersiyesi, Hilâl-i Osmanî, Hürriyet Kasidesi’dir. Namık Kemal bu şiirlerini 93 Harbi’nin açtığı felaketler sebebiyle yazmıştır. Hürriyet Kasidesi‘nin asıl adı Besâlet-i Osmanîyye ve Hamîyyet-i İnsanîyye‘dir. Hürriyet Kasidesi ilk olarak, Hürriyet gazetesinde yayımlanmıştır.

Namık Kemal hem hece ölçüsü hem aruz ölçüsü kullanmakla beraber şiirlerini daha çok aruz ölçüsü ile kaleme almıştır. Vaveylâ ve Hilâl-i Osmanî hem biçimsel açıdan hem de muhteva açısından yeni şiirlerinin iki önemli örneğidir. Hürriyet Kasidesi ise biçimsel açıdan eski, muhteva açısından yeni şiirlerinin ilk önemli örneğidir.

Namık Kemal’in en çok eser verdiği ve ünlendiği tür tiyatrodur. Ona göre tiyatro en faydalı eğlencedir. Namık Kemal’in tiyatrosu, belli bir tezin işlendiği romantik bir dava tiyatrosu mahiyetindedir. Celal Mukaddimesi’nde ilk defa tiyatro türü üzerinde detaylıca durmuştur. Ona göre tiyatro cihanın aynıdır. Ve yine ona göre tiyatro, ahlâk ve lîsan mektebidir.

1 Nisan 1873 gecesi Vatan yahut Silistre’nin Güllü Agop Osmanlı Tiyatrosu’nda temsil edilmesinden sonra seyirciler büyük bir coşku ile Namık Kemal lehinde tezahüratlar yapmış, gece yarısı ellerinde fenerlerle yazarın o dönem çalıştığı gazete olan İbret gazetesinin önüne gelerek onu görmek istemişlerdir. Namık Kemal’i orada bulamayınca tüm kalabalık adına bir teşekkür mektubu bırakılmış ve bu mektup iki gün sonra İbret gazetesinde yayımlanmıştır. Bu yayının ardından İbret gazetesi süresiz olarak kapatılmış ve bu gazetenin dört önemli ismi olan Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal, Nuri Bey ve Hakkı Bey Magosa’ya sürgüne gönderilmiştir.

ZİYA PAŞA

Abdülhamid Ziya Paşa, 1939 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini İstanbul’da Beyazıd Rüştiyesinde tamamlamıştır. Yüksekokul tahsili olmayan Ziya Paşa, Mustafa Reşit Paşa zamanında kâtip olarak saraya alınmıştır. Özellikle Fransız edebiyatına ilgi duymuştur. Terci-i Bend ile ünü yayılan Ziya Paşa, zamanla saray politikalarını eleştirmeye başlamış, Ali Paşa’nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırılmış ve sürgüne gönderilmiştir. 1867 yılında yeniden Kıbrıs’a atanınca sürgün hayatından bıkmış ve Paris’e kaçmıştır.

Fransa’da bulunduğu zamanlarda çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş, bir süre sonra Londra’ya giderek burada Namık Kemal ile birlikte Hürriyet gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Namık Kemal’in 1870 yılında sürgün edilmesi üzerine Hürriyet gazetesini tek başına çıkarmıştır. Aynı yıl ona ikinci ününü getirecek Terkib-i Bend adlı eserini yayınlamış, aynı zamanda Jean-Jacques Rousseau’dan Emil adlı eseri çevirmiştir. Zafername adlı eserini de İstanbul’a dönmeden önce yazmıştır.

1871 yılında Ali Paşa öldükten sonra yeniden saraya kabul edilmiş, Abdülaziz tahttan ininceye kadar sarayda kalmıştır. Sırayla Şura-yı Devlet Üyeliği, Maarif Müsteşarlığı, V. Murad döneminde Mabeyin Başkâtipliği yapmıştır. Sarayda bulunduğu sırada Kanun-i Esasi’yi hazırlayan komisyonda görev almıştır. Tüm bunların yanında klasik şiirin izlerini taşıyan ve Arap – Fars edebiyatına daha yakın olan Harabat adlı eserini 1874 yılında kaleme almıştır. Bu eserinin ön sözünde geleneksel edebiyatı övdüğü için dostu Namık Kemal tarafından ağır suçlamalara uğramış ve Namık Kemal bu esere karşılık olarak Tahrib-i Harabat ve Takip adlı eserlerini yazmıştır. II. Abdülhamit tahta çıktıktan sonra saraydan uzaklaştırılmak amacıyla Suriye’ye vezir olarak gönderilmiştir. Daha sonra saraya hiç dönememiş ve önce Konya’ya daha sonra da Adana’ya vali tayin edilmiş,  1880 yılında burada hayata gözlerini yummuştur.

Ziya Paşa’nın şiirlerinin birkaçı hece ölçüsü ile yazılmıştır. Bu azınlıkta olanlar dışındaki tüm şiirlerinde eski edebiyat havası ve aruz ölçüsü vardır. Şiirleri, ölümünden sonra Eşar-ı Ziya adıyla basılmıştır. Onun şiirlerinde Divan şiirlerinin metafizik unsurlarına rastlanır. Ayrıca mazmunları da oldukça fazla kullanmıştır. Manzumelerinde eski edebiyatın tüm estetik anlayışlarını taşısa da Ziya Paşa’nın çağdaş ya da Batılı edebiyat anlayışı fikirlerini benimsemiştir. Bu fikirlerini şiirlerine yansıtamamış olsa da düşüncelerini kaleme aldığı makalelerde Batılı edebiyatın tüm özelliklerini ele alır.

Türk edebiyatının Batı edebiyatına benzemesi gerektiğini savunan Ziya Paşa, 1868 yılında Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir ve İnşa adlı makalesinde bunu dile getirmiştir. Makalesinde ele aldığı düşünceye göre asıl milli edebiyat Divan edebiyatı değil Halk edebiyatıdır. Hece ölçüsünün asıl şiir ölçümüz olduğunu, aruz vezninin Doğuluların vezni olduğunu dile getirmiştir. Nitekim sert ve kesin ifadelerle süslediği bu makalesini 6 yıl sonra Harabat adlı eseri ile kendisi çürütmüş, Divan edebiyatının estetik olduğunu, aruz ölçüsünün kullanılması gerektiğini savunmuştur, Halk edebiyatını küçümsemiştir. Bu ikilik yakın dostu Namık Kemal tarafından kaleme alınan Tahrib-i Harabat ve Takip eserleriyle ağır bir şekilde eleştirilmiştir.

Ziya Paşa’nın şiirlerinde işlediği konular sosyal ve felsefi olarak iki başlık altında toplanabilir. Sosyal konular Tanzimat’ın edebiyatımıza getirdiği ve ilk defa Şinasi tarafından işlenen konulardır. Divan şiirinin insandan ve toplumdan uzak konularının aksine bu dönemde hürriyet, adalet, kanun, eşitlik gibi sosyal konular şiirimize girmiştir. Ziya Paşa da bu konuları işlemekten çekinmemiştir.

Ziya Paşa Tanzimat konularının dışında, toplumsal çözülmenin bir sebebi olarak gördüğü, bireysel ahlak konusunu da şiirlerinde sık sık dile getirmiştir. Ziya Paşa’ya göre yeni bir toplum düzeni oluşturmak için yeni bir insan tipi gerekir. Bu yeni insan tipinin yüzünün Batı’ya dönük olması gerekir ama ona göre Anadolu insanı Batı’ya Anadolu ahlakından vazgeçmeden yönelmelidir. Ziya Paşa, Türk insanın Batı medeniyetlerine çırılçıplak teslim olmasına razı olmamıştır.

Felsefî konularının temelinde ise sosyal bozulmalar yatmaktadır. Felsefi şiirlerinde insandan, yaşamdan ve hatta bütün dünyanın yükünden duyulan acı ve şaşkınlığı işlemiştir. Tüm dünyanın yükü karşısında ezilen bireyin duyduğu şaşkınlık ve huzursuzluk bu şiirlerinin en önemli temasıdır. Bu yeni dünya düzeni insanda bir huzursuzluk yaratır. Akıl ise bu dünyayı anlamada yetersizdir ancak akıldan başka da çözüm yolu yoktur. Hal böyle olunca okuyucunun aklına Batı edebiyatında sık yapılan “serbest düşünme” tekniği gelmektedir. Ziya Paşa tam bir serbest düşünce perdesi açamaz çünkü o bu anlaşılmaz durumu açıklamak için din sınırını aşmayı göze alamamıştır. Dünyanın kuruluşunda aklın yetersizliğini kabul etmiş ama dinin de kisvesinden çıkamamıştır. Bazı doğaüstü olayları ya da dünyanın düzeni dine bağlı bir akıl çerçevesinde anlamlandırmaya çalışır.

Ziya Paşa, Divan edebiyatı çevresinde yetişmiş bir şairdir. Onu yetiştirenler, güçlü bir Divan şiiri kültürüne sahiptir. Bu bakımdan onun da şiirlerinde 18. asır Divan şiiri özellikleri görülmektedir. Divan edebiyatçısı gözüyle bakılırsa aslında dilinde ve düşünce tarzında bir incelik vardır. Hakimane bir dille yazdığı şiirleri de vardır ki asıl ününü de o şiirlere borçludur. İnsanı sarsmadan, onlara bir şeyleri fark ettirmeyi amaçlayan bu hakimane şiirlerin konusu genelde sosyal konulardır. Ününü borçlu olduğu bir diğer Divan şiiri türü ise hicivleridir. Hicivlerinde keskin bir zekânın kokusu alınır ve sözleri de yenilir yutulur cinsten değildir; ama Nefi gibi bunu küfür ile yapmamıştır. Ziya Paşa’nın hicivlerinde kullandığı silah mizahtır. Güldürünün gücünü sonuna kadar devam ettirmiştir. Zafername bunun en güzel örneğidir. Hicivleri de sosyal konudaki şiirlerindendir.

Ziya Paşa, Şiir ve İnşa adlı makalesinde göklere çıkardığı Halk edebiyatını 6 yıl sonra yazdığı Harabat adlı eserinde ağır bir şekilde eleştirse de Şiir ve İnşa makalesindeki görüşleri Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde kaynak olarak kullanılmıştır. Hatta o kadar ki bir süre sonra bu düşünceler tartışılmadan, su götürmez bir gerçek haline getirilip kurallaştırılmıştır. Şiir ve İnşa makalesinde sadece edebiyat değil, dil hakkında da görüşleri vardır.

Ziya Paşa, yetiştirilme tarzı, eğitimi ve hem saray terbiyesi alması da hem de Avrupa’da yaşaması bakımından bir aydındır. Fikirlerinin her ne kadar ikilikli olduğu göz önünde bulundurulsa da dönemine çok şey katmıştır. Sanat gücü olarak üstün bir şairdir. Onun sorunu, zihninde ve fikirlerinde devrim yapması fakat bunu uygulamaya dökememesidir. Hâlen bazı beyitleri halk arasında atasözü gibi kullanılagelmiştir: “Zerdüz paran ursan eşek yine eşektir.”, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”

Başlıca eserleri; Zafername, Rüya, Veraset Mektupları, Eş’ar-ı Ziyâ, Şiir ve İnşa Makalesi, Defteri Âmâl, Terkîb-i Bend ve Harâbât olarak sayılabilir.

RECAİZADE MAHMUT EKREM

Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat Edebiyatı ikinci dönem sanatçıları arasında yer almaktadır. 1 Mart 1847’de İstanbul’da doğmuştur. Babası, Tanzimat’ın ilk yıllarında Takvimhane Nazırlığı yapmıştır; şair, hattat ve tarihçi olan kültürlü bir insandır. Bu sayede, küçük yaşta babasından Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Harbiye İdadisi’ne gittiği sıralarda hastalandığı için okuldan alınarak Hariciye Mektubi Kalemi’ne yerleştirilmiştir. Burada Fransızca öğrenmiş ve edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. Namık Kemal ile tanışmış, onun yanında Encümen-i Şuara’ya katılmış, bu sayede adını duyurmuştur. Şiire çok genç yaşta başlamış ve ilk şiirlerini kendinden öncekileri taklit ile kaleme almıştır. En çok etkilendiği şahısların başında ise, kasidede üstad kabul ettiği Nefi gelmektedir. Ekrem’in asıl olgunluğunu kazanması Tasvir-i Efkâr gazetesinde çalışmaya başlamasından sonradır. İlk yazılarını Tasvir-i Efkâr, Terakki, Hakayıku’l-Vekayi gazetelerinde yayımlamaya başlamıştır.

1870’de ilk oyunu olan Afife Anjelik, 1871’de ilk şiir kitabı olan Nağme-i Seher yayınlanmıştır. 1870’lerden sonra tamamen edebiyatla ilgilenmeye başlamış, Batı edebiyatından çeviriler yapmıştır. Yayınladığı bu çeviriler sayesinde adı iyice duyulmuş ve Mekteb-i Mülkiye’ye hoca olmuştur. Burada anlattığı ders notlarını Talim-i Edebiyat adı altında bastırmıştır. Özellikle bu eserinde tam anlamıyla yeni edebiyat arayışlarının izleri görülmektedir.

Diğer Tanzimat edebiyatçılarının aksine siyasetle ilgilenmemiş ve kendisini tamamen edebiyata vermiştir. İlk edebi denemelerinde Divan edebiyatına bağlı kalmıştır. Ancak daha sonraları yayınladığı eserleri ile Batı edebiyatı anlayışının önemli isimlerinden biri haline gelmiştir. Ekrem bir taraftan eski edebiyatın eksikliklerini ele alırken, diğer taraftan da bu edebiyatın kendisinin ve o dönemdeki diğer sanatçıların yetişmesindeki katkılarını anlatmıştır.

Genç edebiyatçıları yeni arayışlara çekmeye çalışmış, aynı zamanda da onların eski edebiyatı araştırmamalarından yakınmıştır. Arayış içinde olduğu için şiirde de yenilik taraftarıdır. Bu yüzden Divan tarzında gazeller söyleyen Muallim Naci’yi eskilikle itham etmiş ancak kendisi de çok sayıda gazel yazmıştır. Divan’da sırf sanat olsun diye bir yığın söz unsurunun şiire sokulmasını, yapmacık sözleri ve taklitçiliği yadırgamıştır. Divan edebiyatının kalıplaşmış sözleri kullanma alışkanlığını da eleştirmiştir.

Recaizade Mahmut Ekrem’e göre edebiyat, ahlakın temelidir. “Edebi terk etmek, insaniyetten çıkmak, bi-edebiliği tercih etmek ise rükn-i medeniyeti yıkmak demektir. (Pejmürde)”

Her ne kadar edebiyatı yenileştirmeye çalışsa da eski edebiyattan da bir türlü kopamamıştır. Divan edebiyatı nazım biçimlerini kullanmış ama zaman zaman bunların adlarını değiştirmiştir. Örneğin kaside yerine sitayiş demiş, bazen de şarkı ya da terennüm ifadelerini kullanmıştır. Yeni nazım biçimlerini denememiştir. Çoğunlukla aruz ölçüsünü kullanmıştır, ancak hece ölçüsü ile de şiirler yazmıştır. I. Zemzeme adlı eserinde yer alan Çoban ve Bahar’da yeni anlayışların izlerini görmek mümkündür. Her ne kadar Batı’yı savunsa da, Batı’yı örnek alırken kendi tavırlarımızı, düşünce ve hayal dünyamızı bir kenara bırakmanın da yanlış olacağını vurgulamıştır.

Nihad Sami Banarlı: “Şair olarak Ekrem Bey, bütün Tanzimat Edebiyatçıları gibi, birkaç cepheli bir sanatkârdır. Onun manzum ve mensur eserlerini vücuda getiren dil, sanat ve söyleyiş unsurlarında Divan şiirinin devamı, halk söyleyişlerinden akisler, mahallileşme cereyanı serpintileri ve bunların hepsinin üstünde gibi görünen bir Avrupa (Fransız) Edebiyatı tesiri vardır.” demiştir.

Ekrem eserlerinde tabiata büyük önem vermiştir. Ona göre edebi eserler kaynağını tabiattan almalıdır ve tabiatta her şey mevcuttur. Diğer yandan da her şeyin şiir olamayacağını savunmuştur. Vezinli ve kafiyeli her manzumenin şiir olmadığını, aynı zamanda her şiirin de vezinli ve kafiyeli olması gerekmediğini söylemiştir. Ona göre şiirin güzelliği, insanı duygulandırması ve ağlatmasıyla ortaya çıkmaz. Şiir ancak okunduktan sonra insanı düşündürüyorsa güzeldir.

Şiirlerinde romantizm akımının etkisi vardır. İşlediği başlıca temalar aşk ve doğadır. Ayrıca yaşadığı üzücü olayların etkisiyle acı ve keder konusuna da yer vermiştir. İki çocuğunu genç yaşta kaybettiği için ölüme sıkça yer vermiştir. Şiirlerinde ölümü hatırlatan doğa manzaraları, romantik ögeler, hüzünlü duygular göze çarpmaktadır. Roman ve öykülerinde ise realizm akımının etkisinde kalmıştır. Şiirlerine göre nesir yönü daha başarılıdır. Edebiyat görüşlerinin yer aldığı Talim-i Edebiyat ve edebiyatımızdaki ilk realist roman olan Araba Sevdası önemli düz yazı eserlerindendir. Eleştirileri, özellikle de eski edebiyatı savunan kişilere yaptığı eleştirileri çok önemlidir. Yalan yanlış taklitleri, kuru fikir yığınlarını, imla bilmeden şiiri tarif etmeyi şarlatanlık olarak değerlendirmiştir.

Recaizade Mahmut Ekrem bütün eserlerinde sanat için sanat anlayışını benimsemiştir. Ona göre her güzel şey şiirin konusu olabilmektedir. Böylelikle şiirin konusunu genişletmiştir. “Zerrattan şumusa kadar her güzel şey şiirdir.” (Takdir-i Elhan)

III. Zemzeme’nin önsözü ve Takdir-i Elhan’ı yayınlamasıyla çok büyük tepki görmüştür. Özellikle eski savunucusu olan Muallim Naci tarafından ağır tenkitlere uğramıştır. Karşılıklı atışmalar yüzünden hırpalanan Recaizade Mahmut Ekrem, bu dönemde edebi çevreden biraz uzaklaşmıştır. Yalnızca Saime ve Muhsin Bey adlı hikâye denemelerini yayınlamıştır. Ayrıca yakın arkadaşı olan Namık Kemal’in ölümü ve Abdülhak Hamit Tarhan’ın sürekli yurt dışına gidişi de Recaizade Mahmut Ekrem’in edebiyattan uzaklaşmasında etkili olmuştur. İlerleyen zamanlarda, bu iki destekçisinin yokluğu, Ekrem’i yeni çevre arayışlarına itmiştir. Eski öğrencilerinden olan Tevfik Fikret ve Ahmet İhsan’ı tanıştırmış ve birlikte Servet-i Fünun edebiyatının temellerini atmışlardır. Araba Sevdası adlı ilk realist romanı da Servet-i Fünun dergisinin 256. sayısından başlayarak tefrika ettirmiştir.

Servet-i Fünun edebiyatının oluşmasından sonra Recaizade Mahmut Ekrem edebi çevrede çok yer almamaktadır. Hayatının son döneminde Ayan Azalığı yapmıştır. 31 Ocak 1914’te vefat etmiştir.

Dünyanın zevki ve eğlencesinin geçici olduğunu, insanları aldattığını belirtmiştir. Gerçek kurtuluşu ise ancak Allah’a bağlanmakta görmüştür.

“Bu alemin ki yoğu varı cümle yeksandır.

Bu sırra vakıf olan hal-i dehre handandır.” (Nağme-i Seher)

Yaratılış konusunda aklın yetersiz kalacağını anlatmak istemiştir.

“Tahayyür eyle Huda’nın kemal-i kudretine

Edip sema vü zemine basiret üzre nigah

Gör anla cilve-i esrar-ı sun’-ı Mevla’yı

Cihana akl-ı kasirince verme ma’nayı.” (Nağme-i Seher)

İnsanların asıl gayesinin kulluk olması gerektiğini, bunun farkında olmayıp geçici hevesler peşinde koşan insanları ise anlayamadığını dile getirmiştir.

“Bu kuhen meyhanede esbab-ı işret kalmış

Yok şarab ü cam ü asar-ı muhabbet kalmış.” (Nağme-i Seher)

Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında aklın yetersiz kaldığını şu şekilde ifade etmiştir:
“Nevmid koma Ekrem-i bi-çareyi ya Rab

Sen bi-kes-i bi-çarelere Feyz sensin.”

MUALLİM NACİ

1849 yılında doğan şairin gerçek adı Ömer’dir. Naci mahlası “kurtulan, cennetlik, selamete kavuşan, necat bulan” manasındadır. İstanbul’da doğan şair küçük yaşlarda babasını kaybedince buradaki eğitimini yarıda keserek annesiyle Varna’ya gitmiştir. Eğitiminin yarıda kalması, yalnızca medrese eğitimi alması ve Fransızcadan habersiz bir çevrede büyümesi sonucu eski edebiyat taraftarı olarak tanınmıştır. Varna Rüştiyesinde öğretmenlik yaptığı bilinen şairi, Sait Paşa isimli bir mutasarrıf keşfetmiş ve iş icabı pek çok şehri birlikte gezmişlerdir. Bu dönemdeki vatan hasretini pek çok pastoral şiiriyle dile getirmiştir.

Şair 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başlamıştır. Daha sonra gazetenin sahibi Ahmet Mithat’ın kızıyla evlenmiştir. Bu sırada Fransızcasını geliştirmiş ve tercümeler yapmıştır. Ayrıca Naci, genç şairlerin gönderdiği şiirleri değerlendirerek adeta bir muallim olarak kabul edilmiştir. Çalıştığı gazeteyi eski edebiyat yanlılarının sözcüsü haline getirdiği iddia edilince gazeteden istifa ederek ayrılmıştır. Geçimini sağlamak için Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukuk’ta edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Ertuğrul Bey Gazi adlı manzum eseriyle dönemin padişahı olan Sultan II. Abdülhamit’i etkilemiştir. Osmanlı tarihini yazmaya niyetlenmiş ancak ömrü el vermemiştir. 1893 yılında ölmüştür. Cenaze masrafları padişahın kendi hazinesinden karşılanmıştır. Kabrine ait mezar taşında kendi yazdığı beyitlerden biri yer almaktadır:

“Hüve

Hak-perestim arzı ihlas ettiğim dergâh bir Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir.”

Şair Servet-i Fünuncu’ları etkilemiştir. Yüreği ile eskiye, aklıyla yeniye bağlıdır. Göz için kafiyeyi savunur. Eski edebiyatın son temsilcisi olarak bilinir. Ölünce Divan edebiyatının ölümü de hızlanmıştır. Aslında Batı ve Doğu arasında bir köprü olmak istemiştir lakin başarılı olamamıştır. Aruzu konuşma diline uygulamakta, Türkçenin sesine özgünlük katmada son derece başarılıdır.

Yeni bir edebi tür olan “tenkit” Tanzimat Dönemi’nde edebiyatımıza ve dilimize girmiştir. Bu dönemin en büyük kavgalarından olan Muallim Naci ve Recaizade Mahmud Ekrem arasındaki olay da tenkit üzerine kuruludur. 3 seri halinde yayınlanan Zemzeme’nin üçüncüsünde Ekrem, Naci’nin şiirlerini gerçeklikten uzak bulup şöhretini balona benzeterek ilk saldırıyı yapmıştır. Daha sonra Ekrem, bir şairin yazdığı Elhan isimli şiir kitabını övmek için Takdir-i Elhan adlı bir eser yazmıştır. Ekrem bu eserinde, Naci’nin şiirlerinin söz olarak güzel ancak his yönüyle tesirsiz olduğunu belirtmiş; bunun da çok çabuk anlaşıldığını söylerken Tercüman-ı Hakikat’ten uzaklaştırılmasını imâ etmiştir. Bunun üzerine Naci Demdeme isimli yazıyla Ekrem’e karşılık vermiştir. Bu yazıda Naci, böyle bir yazıyı mecbur kalmasa yazmayacağını belirtmiştir. Bu eleştirilere dayanamayan Ekrem ise hükümete başvurup Demdeme’nin neşrinin devamını yasaklatmıştır.

Muallim Naci, Türk edebiyatının kendi geleneğinin yanı sıra Batı edebiyatının seçkin eserlerinden de yararlanması gerektiğini savunmuştur. Lakin yenilikleri edebiyatımıza kabul ederken kendi eleğimizden geçirerek almamız gerektiğini ifade etmiştir. Şair bu yıllarda kaleme aldığı şiirlerindeki Divan şiirleri temaları sebebiyle gericilikle suçlanmıştır. Şair eski eserleri tamamen kabul edip, taklit etmeyi de onları toptan reddetmeyi de yanlış bulmuştur.

Yine şair alınacak fikirlerin milliyetine değil kıymetine bakılması gerektiği düşüncesiyle dar bir milliyetçilikten uzak ancak sınırsızlığa da karşıdır. Dil hürriyetine çok önem veren Naci, Arapça ve Farsçadan alınan kelimeleri, bu dillerin kurallarına göre değil kendi söyleyiş biçimimize ve kurallarımıza uydurmamız gerektiğini düşünmüştür. Naci, yabancı bir dil bilmenin hüner, kendi diline yabancı olmanın ise bir ayıp olduğunu söylemiştir. Hatta kendi dilinden habersiz kişilerin yeni dil öğrenme merakını şu mısralarla ifade etmiştir:

“Cehl ile kendi lisanından değilken ba-haber Digerin tahsile kalkışman tuhaftır zor ile

İftihar etmekte fi’l-vaki verirdim hak sana
Olsa tahsil-i lisan pardon ile bonjur ile”

Naci, hayal üzerine şiir kurulmaması gerektiğini, şiiri daha güzel kılmak için hayalden yararlanılması gerektiğini savunmuştur. Naci kendi şiir ve yazılarının sevilmesinin nedeni olarak sade dille yazmasını göstermiştir. Şair ayrıca dilin sadeleşmesini isterken bunun rastgele değil bir kurum eliyle yapılmasını gerekli görmüştür. “Bir dili sanatkârlar işler, geliştirir. İlim adamları da kurallarını ortaya koyar. Dilin, diğer dillerle münasebetlerini de yine sanatkârlar ve âlimler tayin eder.” diyen Naci sadeleşme işinin sanatçıların yapmasının değil de bir kurumla olmasının öneminin altını çizmiştir. Bu kurum Cemiyet-i Edebîye’dir. Yeni kelimeler bu kurum tarafından teklif edilmelidir. Şair bunu 1800’lerin sonunda teklif ederken bu kurum 1932’de Mustafa Kemal tarafından açılmıştır.

Naci’nin bir başka üzerinde durduğu konu da dilimizdeki kelimeleri içeren bir sözlüğün oluşturulması gerektiğidir. “Dil, kurala dayanarak doğmaz, kural dilin kullanılışından meydana gelir. Bizde kullanılış var, kural yok.” diyerek kuralların bir kitapta toplanması gerektiği kanaatindedir. Nitekim şair Lugat-i Naci isimli bir küçük sözlük de hazırlamıştır. Naci, Şinasi’den sonra dil-vezin birlikteliği üzerine düşünen ilk kişidir.

ABDÜLHAK HAMİT TARHAN

1852 yılında köklü ve soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. Eğitimini Evliya Hoca ve Hoca Tahsin Efendi’den aldığı özel derslerle devam ettirmiş, bu sırada özellikle Evliya Hoca’nın şiir zevkinden etkilenmiştir. Ailesi tarafından Paris’te eğitimine devam etmesi uygun görülünce abisiyle birlikte Paris’e gitmiştir. Paris’e gitmesi ufkunu genişletmiş aynı zamanda Fransızcasını ilerletmesine yardımcı olmuştur. Döndükten sonra Robert Koleji’ne gitmiştir. 1864 yılında memurluk hayatına atılmış ancak babasının tayini çıkması nedeniyle Tahran’a taşınmak zorunda kalmıştır. Tahran’da aldığı özel dersler ile Farsçasını ilerletmiştir. Babasının ölümü üzerine İstanbul’a dönmüş ve Paris Elçiliği’ne kâtip olarak atanmıştır. Hâmid, iki yıldan fazla kaldığı Fransa’da, Fransız Edebiyatı’nı da yerinde inceleme fırsatı bulmuştur.  Buradaki görevinden sonra Londra Elçiliği Müsteşarlığı’nda Brüksel Elçiliği ve Meclis-i Âyan üyeliğinde bulunmuştur. Cumhuriyet devrinde milletvekili olmuş ve bu görevde iken 1937’de ölmüştür.

Edebiyata daha çocukken heveslenen ve Fransa’ya gitmeden önce yazdığı Tahran anılarını anlatan Macera-yı Aşk ve ona şöhret sağlayan Duhter-i Hindû gibi tiyatro eserlerini ve Paris’te Nesteren, Tarık (Endülüs Fethi) adlı oyunları yazmıştır.

“Ne hoş eyler muhabbeti tarif
Şu garîb bülbül âşiyânında;
Ben de gûyan idim zamanında ssscscscs
Âşiyanımdı bir nihâl-i zarîf.

Gezdiğim demde gülistanlarda
Beni yâdındır eyleyen taltîf
Duyarım nefhanı hafif hafif
Rüzgâr estiği zamanlarda”

(Hamid’in Türk Edebiyatı’nda şöhret kazanmasını sağlayan Duhter-i Hindu oyunun başında yer alan Tagannumadlı şiirinden)

İstanbul’da kaldığı yıllarda edebiyat ve fikir hayatını etkileyecek olan Ebuzziya Tevfik, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Sami Paşazade Sezai ile dostluk kurmuştur. Yazdığı eserlere de bu dostluğunun yansımaları görülmektedir.

Sahra adlı şiiri Türk Edebiyatı’nın ilk pastoral şiir örneğidir. Kitabın içinde yer alan manzumelerde şekil ve uyak düzeni, serbest ve yenidir.

Abdülhak Hamit adı anıldığında akla gelen ilk şiiri Makber’dir. Eşi Fatma Hanımın ölümü üzerine yazdığı bu şiirinde ölümü sadece varoluşsal bir sorun olmak çizgisinden çıkarıp farklı bir bakış zenginliği ile değerlendirmiş, toplum ve toplumsal sorunlar üzerinde olan dikkati, kendi iç dünyasına çevirmiş ve ölüm muamması karşısında duyduğu şaşkınlığı, çektiği ıstırabı bir birey olarak anlatmıştır. Dönemi itibariyle mersiye türünün güzel örneklerinden biri olup getirdiği şekil ve muhteva yeniliğiyle Türk şiirinde önemli bir yere sahiptir.

Eyvah! Ne yer, ne yar kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o hâksâr kaldı Bir gûşede târmâr kaldı
Baki o enîs-i dilden, eyvâh! Beyrut’ta bir mezar kaldı.

Hamit bir isyan içerisindedir fakat onun isyanı nihaî olarak bir teslimiyetle sonuçlanır. Eşi Fatma Hanım’ın ölümünün ardından yazdığı bu şiir “isyan” ile “teslimiyet” arasındaki gidiş gelişin en veciz ifadesi haline gelmiştir. Makber‘in nazım şekli kafiye ve düzen bakımından Batılı şekillerden etkilenen fakat klasik Divan şiiri terbiyesinin etkisiyle de beyit esasına dayalı olarak bir araya getirilmiş ve içinde kendisine has bir ahenk örgüsü bulunan orijinal bir biçimdir. Yani geçmiş kültürümüzden ve şiir geleneğimizden izler taşıdığını göstermekle birlikte yenilikçi bir zevkin ürünüdür.

KAYNAKÇA

  1. UÇMAN, Abdullah. Tanzimat’tan Sonra Yeniliği Hazırlayan Şartlar: dil, edebiyat ve matbuat, Temmuz-Aralık 2015.
  2. EBÜZZİYA, Ziyad. Ebüzziya Mehmed Tevfik, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 10, s 374-378.
  3. Edebiyat El Kitabı, Ankara,2016.
  4. ÇUBUKÇU, İbrahim Agâh. Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, BASKI: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara: 1991, c. 174 – 1986 – 247 s.
  5. Temel Britannica, Şinasi Cilt: 16, Hürriyet Ofset, Ana Yayıncılık, İstanbul: Temmuz 1993, s.280
  6. EBÜZZİYA, Ziyad. 1997, s.22-29
  7. TUNCER, Hüseyin. Arayışlar Devri Türk Edebiyatı I, Akademi Kitabevi,1996, s.29-32
  8. YILDIZ, Saadettin. “İbrahim Şinasi’ye dair Notlar”. Erişim tarihi: 2009-11-12
  9. EBÜZZİYA, Ziyad, Şinasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 51
  10. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 3/1 2014 s. 240-250, TÜRKİYE
  11. International Journal of Turkish Literature Culture Education Volume 3/1 2014 p. 240-250, TURKEY
  12. ÖZKIRIMLI ,Atilla. Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, c.3 s.888-889
  13. Türk Dili ve Edebiyatı / Akçağ Yayınları Türk Edebiyatı, III. Cilt ; Ahmet KABAKLI
  14. Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, İsimler,Eserler, Terimler
  15. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi; Ahmet Hamdi TANPINAR
  16. AKYÜZ, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri
  17. AYTAŞ, Gıyaseddin. İdil Sanat ve Dil Dergisi, Cilt1 Sayı2 Bahar 2012
  18. ABDULLAH, Fevziye. Muallim Naci ve Recaizade Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebi Hadiseler
  19. DEMİR, Hiclal. Muallim Ncai: Eski Mi Yeni Mi?, Türkbilig, 2010/19: 176-185
  20. ÖZBAY, Özge. Muallim Naci’nin Tenkit Anlayışı Üzerine Bir İnceleme
  21. TARAKÇI, Celâl. Muallim Naci Efendi’nin Dil Harkındaki Görüşleri
  22. DEMİRCAN, Aynur. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Aydınlık Bir Yüz: Abdülhak Hâmit Tarhan
  23. ÇALlŞKAN,Adem. Abdülhak Hamid Tarhan’ın Makber’inden Bazı Bendlerin Tahlili, Ekev Akademi Dercisi Yıl: 9 Sayı: 22 (Kış 2005)
  24. APAYDIN, Dinçer. Şiirin Değişen Zihniyetinde Bir Kilometre Taşı: Makber
Up Next: TEVEKKÜL