MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ

BERCESTE ÇALIŞMA GRUBU

· 11 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1Damla Nur Ergenoğlu  

1Zeynep Önder                                                        

2Zeynep Güney

  1. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi

*İletişim:zeyneponder1997@gmail.com

İçindekiler

HAYATI

17 Ramazan 560 tarihinde Endülüs’ün Mürsiye şehrinde dünyaya gelen İbnü’l-Arabî; tasavvuf ve İslam düşüncesine büyük katkıları bulunan sufi müelliftir. Hayatı hakkında bilinenler, yazmış olduğu eserlerden öğrenilenler ile sınırlıdır. Babası Ali b. Muhammed, Abbâsî halifesinin kumandanı ve yöre valisinin hürmet ettiği bir kişidir, aynı zamanda filozof İbn Rüşd’ün de yakın arkadaşıdır. Annesi Nûr ise ensar soyundan gelmektedir. İbnü’l-Arabî, 8 yıl yaşadığı şehirden, o zamanlar Endülüs’ün başkenti olan İşbiliye’ye ailesiyle birlikte göç etmiştir. İbnü’l-Arabî’nin yetişmesinde devrin ileri gelen alimlerinin ve siyasi şahsiyetlerin büyük etkisi olmuştur. İşbiliye bölgesinin emîri bilim ve sanata önem veren bir devlet adamıdır. Bu nedenle meşhur ilim ve fikir erbabının sohbet ortamlarında bir araya gelmesini sağlamıştır. Bu sıralarda on beş-on altı yaşlarında olan İbnü’l-Arabî, babasının yakın dostu İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiştir. İbn Rüşd, bu gençle tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuştur. Bu görüşme sırasında sorulan sorulara İbn’ül-Arabî’nin verdiği cevaplar İbn Rüşd’ü derinden etkilemiş, onun erken yaşlarda manevi olgunluğa eriştiğinin göstergesi olmuştur. 

İbnü’l-Arabî uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul olmuştur. İbn Hubeyş, İbn Ât, İbn Bakī ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden hadis okumuştur. Mânevi ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelen İbnü’l Arabî, bazı tasavvufi makamlara ulaşmıştır.

İbnü’l-Arabî ilk evliliğini memleketinin ileri gelen şahsiyetlerinden Abdûn el-Bicâî’nin kızı ile İşbîliye’de iken yapmıştır. Toplamda dört evlilik yapan İbnü’l-Arabi’nin ikinci ve üçüncü evliliklerinden birer erkek çocuğu dünyaya gelmiştir.

Yirmili yaşlarında dört yıl kadar Fas’ta yaşadıktan sonra Gırnata ve Kurtuba’ya geçmiştir. Daha sonraları Merakeş’te iken aldığını söylediği mânevi bir işaretle 596’da (1200) Doğu’ya doğru yola çıkmıştır. Bu yolculuktan sonra da birçok kez sefere çıkan İbnü’l-Arabî Medine’ye gidip Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret ettikten sonra Mekke’ye ulaşmıştır. Mekke’de ders halkalarına devam etmiş, Harem-i Şerif’te tavafla meşgul olmuş, bunun dışındaki zamanını murakabeyle geçirmiştir. Kâbe’yi muhatap alarak yazdığı mektupları “Tâcü’r-resâ’il” adlı kitabında toplamıştır. Yirmi üç yılda tamamladığı “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” ilk defa burada kendisine ilham edilmeye başlanmıştır. İbnü’l-Arabî, kitapta yazılanların ya Kâbe’yi tavaf ederken ya da Harem-i Şerif’te oturduğu esnada Allah’ın kendisine ilham etmiş olduğu şeyler olduğunu ve ardından “rabbânî ilkâ ve ilâhî imlâ” (ilâhî ilham) ile satıra geçirildiğini söylemiştir. 

Hayatı boyunca Halep, Kudüs, Mekke, Medine, Bağdat, Konya gibi şehirlere yolu düşen İbnü-l-Arabî 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk’ta vefat etmiştir. Ardında sayısız eserler bırakmıştır, bunların en bilinenleri; “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, “Fusûsü’l-Hikem” ve “Tercümânü’l-Eşvâķ”tır. Yaklaşık olarak 550 eserinin olduğu tahmin edilmektedir.

Dımaşk’ta vefat eden İbnü’l-Arabî, Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına, iki oğlunun da gömüldüğü yere defnedilmiştir. Daha sonra tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar sonucunda bakımsızlıktan unutulmaya yüz tutmuştur. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tespit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır. Sonraları II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe bugün de şeyhi sevenlerce ziyaret edilmektedir. Meşhur bir rivayete göre İbnü’l-Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan Selim tarafından ihya edileceğini, “Sîn (Selim), Şîn’e (Şam) girince Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir.

VAHDET-İ VÜCÛD GÖRÜŞÜ

Vahdet-i vücûd, İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinin temelini oluşturur. Tasavvufun en dikkat çeken konularından biri olan vahdet-i vücûd düşüncesi; Tanrı, âlem ve insan ilişkilerini açıklamaya çalışan, varlık hakkında sistemli bir açıklama ortaya koyan bir ekoldür denilebilir. Kendinden sonraki birçok mutasavvıf tarafından da kabul edilen bu ekol İslam tasavvuf anlayışının özüdür ve tevhit düşüncesini temel alır. Terim olarak “varlığın birliği” anlamına gelir. Arapça’da “vahdetü’l-vücud”, Osmanlıca’da ise “vahdet-i vücud” şeklinde ifade edilir. Bu düşünceyi kabul edenlere “vahdet-i vücûd ehli”, “vücûdiyye” denir. Terimi meydana getiren kelimelerden  vahdet kelimesi  “birlik”, vücûd keliesi  “varlık” anlamına gelir. İbn Arabî eserlerinde vahdet-i vücûd terimini kullanmamıştır. Bu terimin onun düşüncelerini anlatmak üzere takipçileri tarafından geliştirildiği düşünülse de ilk olarak kim tarafından ve nerede kullanıldığına dair görüş birliği bulunmamaktadır. Bazı araştırmacılar ilk defa İbnü’l-Arabî’nin manevi oğlu Sadreddin Konevî’nin bu terimi kullandığını ileri sürmektedir. Bazı araştırmacılar ise onun vahdet-i vücûd ifadesini sadece sözlük anlamında kullandığı ve  şu an kullanılan terim anlamında yorumlanamayacağını söylemektedir.

Konunun anlaşılabilmesi için öncelikle “vücûd” yani varlık ile ne anlatılmak istendiğinin anlaşılması gerekmektedir. Abdülganî en-Nablusî bu konuda “Sâlikin en önemli görevi vücudun anlamını tam olarak idrak etmektir.” demiş ve bunun fenâ makamına ulaşmakla mümkün olabileceğini belirtmiştir. Bu idrak zihnî ve aklî bir çaba değil seyru sülûk ve kalbî müşahede gerektirmektedir.

Özellikle İslam düşünce tarihinde üzerinde sıkça durulan varlık kavramı İslâm kelâmcıları ve filozofları tarafından genellikle vâcib varlık ve mümkin varlık olarak ikiye ayrılmıştır. Vâcib varlık, varlığı zorunlu olan ve var olmak için başka hiçbir varlığa ihtiyacı olmayandır. Yokluğu düşünülemez ve yokluğu kabul etmez. Burada Yüce Allah kastedilmektedir. Allah’ın varlığının dışında kalan her şey ise mümkin varlığı oluşturur. Mümkin varlık, var olması başka bir varlığın var etmesine bağlı olandır. Vahdet-i vücûda göre ise varlık sadece Allah’a mahsustur ve O mutlak varlıktır. Burada mutasavvıfların kelamcılardan mümkin varlığı reddetmesi ile ayrıldığı söylenebilir.

“Biliniz ki vücud ile mevsuf olan sadece Allah’dır. Onunla birlikte mümkinattan hiçbir şey vücudla muttasıf değildir. Özellikle diyorum ki; vücudun kendisi Hak’tır.”

Vücûd konusunu açıklamak için kullanılan birtakım benzetmeler konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Örneğin gölge benzetmesinde âlemin varlığı insanın gölgesine benzetilmiştir. İnsanın gölgesinin varlığı olmayıp görünebilmek için insanın varlığına muhtaç olması gibi âlemin varlığı da Allah’ın varlığına bağlıdır. Kar, buz ve suyun asıllarının su oluşu ve ağaçların tek bir tohumdan meydana gelişi de bu benzetmelerdendir.

İbnü’l-Arabî’nin Allah, alem ve insan ilişkileri hakkındaki görüşlerinin dayandığı bir başka kavram da “a’yân-ı sâbite”dir. Bu kavramla birlik-çokluk meselesini açıklamaya çalışmıştır.Bu kavram eşyanın görünür hale gelmeden önce Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudiyetini, zâhir olan varlıkların Allah’ın ilmindeki mahiyetlerini, gizli hakikatlerini anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Varlıkta birlik mevcutken, eşyadaki farklılık ve çokluk a’yân-ı sabitelerinin farklı oluşundan kaynaklanır. A’yân-ı sabitenin dış aleme nazaran varlığı yoktur. İbnü’l-Arabî “a’yân-ı sâbite asla varlık kokusunu koklamamıştır.” derken bu yokluğu vurgulamaktadır. A’yân-ı sâbite daima sabittir, hiç değişmez ve onu sadece Yüce Allah bilir. Burada da konuyu açıklamak için benzetmelerden faydalanılır. Belli bir şeyin değişik aynalara farklı biçimlerde yansıyarak farklı görüntüler oluşturması gibi Hakk’ın varlığı da a’yân-ı sabiteye aksederek çokluk meydana getirir. Burada a’yân-ı sâbite farklı özelliklerdeki aynalara benzetilmektedir. Yine belli bir top kumaştan farklı elbiselerin yapılmasında kullanılan model ve kalıplar a’yân-ı sabiteye benzetilebilir. Kalıplar aslında yoktur ama elbiseye şeklini verir. Ortaya çıkan bütün elbiseler de aslında tek bir top kumaştır yani birdir. Farklılık şekildedir.

Vahdet-i vücûd, bazı âlimler tarafından “panteizm” ile benzerliklerinden dolayı eleştirilmektedir. Panteizm, Tanrı’yı her şey ve her şeyi Tanrı olarak kabul etmektedir. Tümtanrıcılık, kamutanrıcılık ve doğatanrıcılık adlarına karşılık gelir. Fikrî temelleri çok eski çağlara dayanan bu felsefi sistem tarih boyunca farklı ekoller halinde ortaya çıkmıştır. Xenophanes, Giordano Bruno, Kıbrıslı Zenon, Hegel, Platon, Spinoza ve daha birçok filozof bu görüşten etkilenmiştir. Vahdet-i vücûd ile panteizm arasındaki bazı farklar aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  • Panteizm sadece akla dayanan felsefi bir sistem iken vahdet-i vücûd dinî kaynaklıdır, âyet ve hadislere dayandırılır, seyru sülûk ve kalbî müşahedeye yer verir.
  • Panteizmde Allah ile âlem özdeştir. Vahdet-i vücûdda ise Allah zaman ve mekandan münezzehtir, âleme sıfat ve isimleriyle tecelli eder.
  • Vahdet-i vücûda göre Allah hür iradeye sahipken panteizm var oluşu zorunlu sayar ve yaratma görüşüne yer vermez.

 “O, O’dur ve O’nunla birlikte ne sonra ne önce, ne üst ne alt, ne uzak ne yakın, ne birleşme ne bölünme, ne nasıl ne nerede ve ne ne zaman, ne zaman ne an ne de yaş, ne oluş ne de yer vardır. Birliksiz bir ve tekliksiz tektir. O ne bir şeydedir, ne de bir şey O’ndadır. O görülmez, O’nu ancak O görür…” İbnü’l-Arabî’nin bu sözleri, ortaya koyduğu görüşün panteizm olmadığını açıkça göstermektedir.

Vahdet-i vücûd anlayışını benimseyenler tarafından delil olarak gösterilen bazı âyet ve hadisler vardır. Bu âyetlerden birkaçı aşağıda verilmiştir:

“Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı. Allah her şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir.” (Enfal, 8/17)

“Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah’a vermiş oluyorlar, Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. Bu sebeple kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük ödül verecektir.” (Fetih, 48/10)

 “İnsanı biz yarattık ve elbette içinden geçenleri biliriz; sağında solunda oturmuş iki alıcı (yaptığını) alıp kaydederken biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16-17)

HAKKINDAKİ ELEŞTİRİLER

İbnü’l-Arabî büyük İslam âlimlerinden kabul edilmekle birlikte hem yaşadığı dönemde hem  öldükten sonra hakkında en çok eleştiri yapılan mutasavvıflardan biridir. Hatta eleştirilebileceğini öngördüğü için hayatının son döneminde Şam’da eserlerini gözden geçirerek gerekli cevapları vermeye çalışmıştır. İbnü’l-Arabî’nin aşırıya kaçan derecede tenkite uğramasının nedenleri kendisini alışılagelmişin dışında ifade etmesi, var olan kavramlara yeni anlamlar yüklemesi ve yeni kelime ve kavramları tasavvuf içerisine eklemesi şeklinde sıralanabilir. Yaşadığı dönem, geçen yıllar ve eserlerinin yıllarca el yazması şeklinde çoğaltılması  anlatılarının çokça tahrife uğramış olabileceğini düşündürmektedir. Birçok alim de aşağıda belirteceğimiz eleştirilerin aslında İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde yapılan tahrifat ve özlerinin değiştirilmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.

Sehavi, yaptığı araştırmalar sonucu İbnü’l-Arabî’nin maruz kaldığı iddiaları birkaç başlıkta toplamıştır:

  • Yazdıklarının ilahî kaynaklı olduğunu ifade etmesi 
  • Vahdet-i vücûd inancının tevhit akidesine aykırı oluşu,
  • Âlemin kadim olduğuna inandığına dair iddialar,
  • Velilerin Peygamberlerden üstün olduğunu söylediğine dair iddialar,
  • Dinlerin birleştirilmesi ve oryantalist düşünceyi desteklediğine dair iddialar,
  • Şeriatın ve Kur’an’ın neshi iddiası,
  • Firavun’u methetmesi ve Müslüman öldüğünü söylemesi,
  • Hz. Nuh’un kavminin, Hz. Hud’un kavminin ve diğer bazı peygamberlerin kavimlerinin şirk ve küfürlerini tashih etmesi, onların zahiri şirkinin aslında tevhid anlamına geldiğini ifade etmesi,
  • Cehennemin ebedi olmayacağına ve cehennem azabının tatlı olduğuna dair görüşleri.

Başka bir çalışmada ise tenkitler konularına göre dört ana başlıkta toplanmıştır:

1-Teolojik Eleştiriler: Genel olarak “vahdet-i vücûd” kavramı ve beraberinde gelen yeni teolojik terimlere yönelik tenkitler.

2-Tematik Eleştiriler: Kendine özgü anlatım tarzı ve yeni konuları gündeme getirmesi. Örneğin, Firavun’un imanı ve cehennem azabının lezzeti üzerine olan görüşleri.

3-Metodolojik Eleştiriler: Vahdet-i vücûd görüşünü merkeze alarak kendine özgü dini ele alış sistematiği geliştirmesi üzerine gelen eleştiriler.

4-Terminolojik Eleştiriler: Kelimelere yeni anlamlar yüklemesi ve kullandığı dilin farklılığından doğan eleştiriler.

Önemli eserlerinden olan “Füsûsu’l-Hikem”i Şam’da nasıl kaleme aldığını anlatırken yazdıklarının ilahî kaynaklı olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir:

“Hicretin 627. yılının Muharrem ayının son günleriydi. Şam’daydım. Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed Efendimizi gerçek bir rüyada, eline bir kitabı tutarken gördüm. Bana, “Bu” dedi, “Hikmetlerin Özü” kitabıdır. Al bunu ve insanlara duyur. Herkes yararlansın.” Allah ve elçisinin buyruğuna uymak, emir sahiplerinin emrine itaat etmek gerekir diye düşündüm. Ulu Peygamber’in bana işaret ettiği gibi, ne eksik ne fazla olmaksızın, “Füsûsu’l-Hikem” adlı bu kitabın insanlara açıklanması konusundaki umudumu gerçekleştirdim. Bunda tamamen Allah’ın rızasını gözettim. Amacım da çabam da temiz idi.”

 Bu ifade Hz. Muhammed’in tebliğ görevini tamamlamış gibi gösterdiği için yanlış bulunmuştur. Bazılarına göre ise bu söylemleri, eserinin daha çabuk yayılması ve daha az tenkite maruz kalması için sarf edilmiş sözlerdir.  İbnü’l-Arabî ise bu duruma Fütûhat’tta cevap vermiştir: “İlâhî ilim, eksikliklerden münezzeh ve yüce olan Allah’ın ta’limini ilham ve ilka yoluyla, aynı şekilde kişinin kalbine Ruhu’l-Emini indirerek gerçekleştirdiği ilimdir. İşte bu kitap da bu tarzdadır. Allah’a yemin olsun ki biz bu kitapta bir harfi bile imlâ-i ilâhi, ilkâ-i Rabbânî, nefes-i rûhânî kevnî zihnimize gelmeden yazmadık. İşte yaptığımız bundan ibarettir. Bununla birlikte biz, yeni bir şeriat getiren resullerden ve insanları yeni şeylerle mükellef kılan nebilerden değiliz. Zira teşriî risâlet ve teklifi nübüvvet Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte sona ermiştir. O halde ondan sonra ne şeriat getirici bir resul, ne de teklif getirici bir nebi gelmeyecektir. Buna göre bizim bu ilmimiz, sadece Allah’ın peygamberlerinin dili üzerine teşri kıldığı bir bilgi türü, hikmetten ve levh-i vücûdda yaratmış olduğu âlemin harflerinden ve hakkın kelimelerinden ibarettir. Binaenaleyh ilahî tenzil sona ermemiştir. Belki o, dünyada ve ahirette bir süreklilik arz etmektedir. Bizim bunu söylememiz, bazı vehme düşen mütevehhim insanların ben ve benim emsalimin nübüvvet iddiasında bulunduğunu düşünmelerini engellemektir. Hayır Vallahî! Nübüvvetten geriye sadece özel olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’in izi üzerinde takip edilen bir mirâs ve süluk kalmıştır. Gerçi onun nübüvveti umum halkın hepsini de ilgilendirmektedir. Ancak bizim gibilerinde de ondan geriye kalan mübeşşirat, mekarim-i ahlak, hıfz-ı Kur’an gibi Nübüvvet cüz’leri miras kalmıştır.”

Vahdet-i vücûd kavramına negatif yaklaşımlarda bulunanların temel görüşü şu idi : “Vahdet-i vücud akidesi şu demektir: Allah (c.c.) ile âlem birdir. Her ikisi de aynı şeydir. Buna göre vahdet-i vücut inancı Allah ile âlemi bir tutan bir felsefî görüştür. Bu inanca göre tek bir varlık vardır, o da Allah’dır. Onun dışındaki her şey onun araz ve belirtileridir.” Buna binaen Allah’ı yarattıkları ile bir tuttuğunu hatta bu görüşte daha ileri gidilirse putlar ile de bir olduğu için putlara tapmanın Allah’a tapmakla eş olduğunu belirten bir anlama geleceğini ifade etmişlerdir. Onu savunanlar ise onun eserlerinin ve vahdet-i vücûd kavramının herkes tarafından anlaşılamayacağını bu yüzden her kesim insanın eserlerini okumaması gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü hakikati anlamayan kişiler tarafından gerçekten de panteizme varan anlamlara ulaşılabileceğini kabul etmişlerdir. 

KAYNAKÇA

  1. M.E. K. İbnü’l-Arabî, Muhyiddin. TDV İslâm Ansiklopedisi [İbnü’l-Arabî, Muhyiddin. TDV İslâm Ansiklopedisi].; 1999 [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-arabi-muhyiddin.
  2. M. T. Vücûd ve adem: Vahdet-i vücûdu anlamada iki anahtar kavram ve konuyla ilgili ayetler. B.Ü.İslami İlimler Dergisi. ; 2016(3).
  3. H. T. Muhyiddin İbn Arabî’de vahdet-i vücûd telâkkisi. Harran Ü. İlahiyat Fak.Dergisi. ; 2008(19).
  4. E. D. [Vahdet-i vücûd. TDV İslâm Ansiklopedisi].; 2012 [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://islamansiklopedisi.org.tr/vahdet-i-vucud.
  5. S U. [A‘yân-ı sâbite. TDV İslâm Ansiklopedisi].; 2012 [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://islamansiklopedisi.org.tr/ayan-i-sabite.
  6. [Kuran Yolu Tefsiri]. [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/K%C3%A2f-suresi/4646/16-35-ayet-tefsiri.
  7. [Kuran Yolu Tefsiri]. [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Fetih-suresi/4591/8-10-.
  8. [Kuran Yolu Tefsiri]. [cited 2020 Nisan 14. Available from: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Enf%C3%A2l-suresi/1177/17-18-ayet-tefsiri.
  9. M.S. G. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi gözden düşürme faaliyetleri ve bunlara karşı yazılan müdafaa eserleri. Ağrı İslâmi İlimler Dergisi (AGİİD). ; 2018(3).