MİLLİ EDEBİYAT

BERCESTE ÇALIŞMA GRUBU

· 9 dk okuma süresi >

YAZARLAR

¹Zeynep Önder

²Zeynep Güney

¹Damla Nur Ergenoğlu*

  1. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Fakültesi

*İletişim: ergenoglu.damlanur@gmail.com

İçindekiler

MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ

XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum toplumu çok derinden etkilemiştir. Bu dönemde eski ihtişamlı günlerini tamamen geride bırakan devlet, bağımsızlığını kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelmişti. Milliyetçilik akımının etkileri gün geçtikçe artıyordu. Bu durum edebiyatta yaşanacak köklü bir değişikliğin de habercisiydi. Milli bir edebiyat oluşturma hevesi dönemin edebiyat çevrelerinde hızla yayılıyordu. Tanzimat’tan beri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ve daha pek çok sanatçı tarafından tohumları atılan bu düşünce, Servet-i Fünun döneminde etkisini kaybediyormuş gibi görünse de bu devrede yayınlanan Biz Nasıl Şiir İsteriz? adlı şiir milli edebiyatın ilk poetikası olarak kabul edilebilir. Mehmet Emin Yurdakul bu şiirde Köroğlu destanı üzerinden halk edebiyatının, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Merkad-ı Fatih’i Ziyaret manzumesi üzerinden de aydın kesime hitap eden edebiyatın bizi tam anlamıyla yansıtmadığını söylemiştir. Anadolu insanına seslenen, onu tanıyan ve onun derdini anlayan bir şiir istemiştir. Ayrıca bu şiirde hece vezninin kullanılması da dikkate değerdir.

Biz Nasıl Şiir İsteriz

“Köroğlu” ne? Anadolu dağlarında görünen,

Hep evleri, yapıları çamurlara bürünen,

Köycüklerde, rencberlerin yurtlarında okunur:

Bir kitap ki ya bir yetim keçisini çaldırtır,

Ya bir çiftçi çocuğunu ıssız dağa kaldırtır,

Öyle şeyler belletir ki akıllara dokunur.

“Fâtih” nedir? İstanbul’un surlarının altında,

Karadeniz Boğazı’nda, Hisar’ların sırtında,

Gayet güzel düşünülmüş, gayet iyi duyulmuş.

Bir şiir ki şehitlerin al kanıyla yazılmış;

Bir kılıç ki kitabının alt yanına asılmış;

Bir altından heykeldir ki bir odaya konulmuş.

Biz o şiiri isteriz ki çifte giden babalar,

Ekin biçen genç kızlarla, odun kesen analar,

Yanık sesin dinlerlerken gözyaşların silsinler.

Başlarını açık, beyaz sinesine koysunlar;

Yüreğinin, özleriçün çarpındığın duysunlar;

Bu çarpıntı, bu ses nedir? Neler diyor? Bilsinler.

                                 M. Emin YURDAKUL

Milli edebiyatın asıl başlangıcı olarak Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler dergisinde yayınlanan Yeni Lisan makalesi kabul edilir. Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin ilk sayısından itibaren Yeni Lisan makaleleri yayımlanmaya başlamıştır. Bunların ilk on birinde yazar olarak herhangi bir kişinin adı yoktur. Fakat ilk makalenin yazarının ve dolayısıyla bu hareketi başlatan kişinin Ömer Seyfettin olduğu düşünülmektedir. Milli edebiyatta Türkçe’nin sadeleştirilmesine çok önem verilmiştir ve bu konu Yeni Lisan makalelerinde de sıkça yer almıştır. Parlatır bu konuyu, “Genç Kalemler hareketinin edebiyat konusundaki dilekleri de gene Ömer Seyfettin’in kaleminden çıkmıştır. Aslında yazarın öncelikle dilden hareket etmesi tesadüfi değildir. Edebiyatın temel malzemesinin dil olduğunu iyi bilen Ömer Seyfettin, milli edebiyatın yaratılmasında elbette öncelikle millî bir dilin sağlanması  anlayışından yola çıkacaktı.” şeklinde değerlendirmiştir. Ömer Seyfettin öncelikle Türkçe’ye Arapça ve Farsça’dan giren kuralları reddetmiştir.  Dilin sadeleştirilmesinde tasfiyeciliğe karşı çıkmıştır, bu dillerden aldığımız kelimelerin tamamen atılmasını doğru bulmamıştır. Dilimize yerleşmiş bu kelimeler bizim için bir zenginliktir ancak lüzumsuz olanlar atılabilir. Hece vezninin, aruzun yerini almasını istememiş fakat daha sonraları aruzla birlikte kullanılmasını kabul etmiştir.

Yeni Lisan makalesinde lisanımız ve edebiyatımızla ilgili durum tespiti yapılmış, yapılması ve yapılmaması gerekenler belirtilmiş, yapılması gerekenlerin kim tarafından, nasıl ve niçin yapılacağından bahsedilmiştir. Yapılmaması gereken, “Eskiler” denilen divan şairlerinin ve “dünküler” denilen Servet-i Fünuncuların taklit ve takip edilmesidir. Bunun yerine insanımızın rahatlıkla anlayabileceği bir sözcük kadrosu ve üslup tercihiyle kendimizi, toplumsal hayatımızı, ahlak ölçülerimiz içinde ve değer yargılarımıza ters düşmeden anlatan eserlerden meydana gelen bir edebiyat oluşturulmalıdır.

 Yapılması gerekenleri Hükümet ve Maarif Nezareti yapamaz. Bunlar için yeniliklere açık kişilere ihtiyaç vardır ve bunlar gençlerdir. Milli bir edebiyat oluşturmak ancak gençlerin çalışmasıyla başarılabilir.

Mehmet Akif’in şu yazısı ise milli edebiyatın nasıl olması gerektiğini açıkça göstermektedir:

“Edebiyatı nasıl telakki ettiğimizi, nasıl bir meslek tutmak istediğimizi şimdiye kadar çıkan yazılarımız elbette göstermiştir. Şiir için, edebiyat için “süs”,”çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıdâ vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.”

Akif Batı’nın edebiyatından, sanat yönünden yararlanılabileceğini ama taklide kaçmamak gerektiğini söylemiştir. Bizim edebiyatımız bize özgü olmalı, bizim hislerimiz ve yaşantımızı içermelidir.

Milliyetçilik ve Türkçülük dendiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Ziya Gökalp ise Sanat manzumesinde Milli edebiyatın asıl unsurlarını tekrar ortaya koymuştur. Bu şiirde eski ozan ve yeni şair arasında karşılaştırma yapmış, yeni şaire yani Serveti Fünunculara kendi benliklerine dönmeyi öğütlemiştir.

Son olarak edebiyatımızda 1911-1923 yılları arası Milli Edebiyat Dönemi olarak kabul edilir. Sesleri çok öncelerden duyulmaya başlanan bu akımın örneklerini günümüzde hala görebiliriz.

ÖMER SEYFETTİN

Türk hikayeciliğinin başlıca isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin, 1884 yılında Balıkesir Gönen’de dünyaya gelmiştir. Eğitim hayatına da yine doğup büyüdüğü yer olan Gönen’de başlamıştır. Ancak yüzbaşı babasının görev yerinin sık sık değişmesi sebebiyle birçok yerde bulunan Ömer Seyfettin, son olarak eğitiminin büyük bir kısmını geçirdiği İstanbul’a annesiyle birlikte taşınma kararı almıştır. İstanbul’da Mekteb-i Osmani ve ardından Eyüp Baytar Rüştiyesi’nde eğitimine devem etmiştir.12- 16 yaşları arasında da Edirne Askeri İdadisi’ne devam etmiştir. 1903 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun olan Ömer Seyfettin mülazım (teğmen) rütbesiyle orduda göreve başlar. Bir yandan Osmanlı’nın birçok cephede verdiği Hatt-ı Müdafaa’da yer alır, bir yandan da belli bir süre İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi’nde öğretmenlik görevinde bulunur.

Balkan Savaşı’nın başlamasıyla tekrar askere alınır, Sırp ve Yunan cephelerinde savaşır, Yanya Kalesi’nin savunması sırasında da Yunanlılara bir yıl boyunca esir düşer. Bütün bu yaşananlar Ömer Seyfettin’in öykülerinde sıklıkla rastladığımız gerçekçi savaş ve askeri betimlemelerin kaynağını bizlere sunmaktadır. Bir yıl süren esirliğin ardından Ömer Seyfettin 1914 yılında Kabataş Lisesi’ne öğretmen olarak atanmıştır. Ve vefatına kadar bu kutsal mesleği sürdürmüştür. Ömer Seyfettin yaşamı boyunca birçok yazı kaleme almıştır, geriye birbirinden şahane öyküler bırakmıştır. Ve yeni bir akıma öncülük etmiştir. İstanbul’un siyasi ve askeri açıdan sallantılı olduğu dönemlerde Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki’nin maddi desteğiyle çıkan Genç Kalemler dergisinde “Yeni Lisan” hareketini başlatmıştır.

O bütün zamanını kültürel konulara ayırmak istediyse de içinde bulunduğu çalkantılı dönem buna pek müsaade etmemiştir. Tekrar askere alınmalar ve çıkan savaşlar sağlığını olumsuz yönde etkilemiştir. Özel hayatında da yaşadığı birtakım zorluklar kendini iyice yalnız hissetmesine neden olmuştur. Bu yalnızlık onu daha derin manalara sürüklüyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Ayrıca benimsediği Türkçülük düşüncesini de duyurmak için kendine bir zemin hazırlıyordu. Genç Kalemler dergisinde başlattığı Yeni Lisan hareketinde milli edebiyat anlayışıyla da düşüncelerine bağlılığını gözler önüne seriyordu. Hece veznini kullanmak, konuşma diliyle yazmak, İran ve Yunan mitolojileri yerine Türk destanlarından ilham almak savunduğu görüşlerden birkaçıdır.

İlk hikayesi henüz 18 yaşında çıkardığı, Sabah gazetesinde yayımlanan Tenezzüh’tür. Maupassant tarzı olarak bildiğimiz vakayı ön plana çıkaran karakter tahlili ve mekan tasvirini geri planda tutan bir anlatımı benimsemiştir. Bazı hikayelerini, hayatının belli dönemlerinin yansıması olarak gördüğünü dile getirmiştir. Mesela hikayelerinin belli bir kısmının 1. Dünya Savaşı sırasında cephedeki askerin ve halkın moralini yükseltecek edebi metinler olması milli bir edebiyat meydana getirme arzusunun bir tezahürüdür. Hikayelerinde yaşadığı topluma ayna tutmuş, bazı karakterlerle hem toplumu hem de kişileri eleştirmiş ve ince bir alayla yaşadığı zamana serzenişte bulunmuştur. Bunun bir örneğini Efruz Bey tiplemesiyle II. Meşrutiyet sonrası fikri ve siyasi yönelişlerdeki olumsuzlukları gözler önüne sermek istediğini görürüz. Topluma yönelik eleştirilerinin yanında dille ilgili sorunumuz olduğunu da düşünür. Yeni Lisan yazısıyla Türk dili ve edebiyatına yeni bir rota çizer. Ona göre Türk edebiyatının şarka ve garba yönelen iki devresi de birer taklitten ibaret olup milli bir edebiyata ihtiyaç vardır. Onun gibi düşünen Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp ile birlikte Milli edebiyat akımının öncüsü olmuştur.

Ömer Seyfettin dilin millileştirilmesi üzerine geniş bir tartışma zemini başlatınca Ziya Gökalp’in dikkatini çekmiştir. ‘Görgüsüyle idealist, kabiliyetiyle realist ‘olarak bahsettiği Ömer Seyfettin’de aradığı yazar tipini bulmuştur. Ziya Gökalp de tıpkı Ömer Seyfettin gibi fikri yazılarında Türkçülük ve Turancılık düşünceleriyle ön plana çıkar. Milli edebiyat akımı dönemin edebiyatçıları tarafından da benimsenmiştir. Milli edebiyat gerek kullanılan dilin sadeliği gerekse halka yönelik oluşuyla toplumda büyük bir etki oluşturmuştur.

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

Önemli Türk şair ve yazarlarından olan Faruk Nafiz Çamlıbel 18 Mayıs 1898’de İstanbul’da doğmuştur. Babası hazine-i hassa başmüfettişi Süleyman Nafiz Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini Bakırköy Rüşdiyesi ile Hadika-i Meşveret İdadisi’nde almıştır. Eğitimin bir sonraki adımına Tıp Fakültesi’nde devam etmiş ancak dördüncü sınıftayken okuldan ayrılmıştır.

 1918’ de İleri gazetesinin yazı heyetinde çalışmaya başlamış ve 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitmiştir. 1922-1946 yılları arasında Kayseri Lisesi, Ankara Muallim Mektebi, Kabataş Lisesi gibi okullar başta olmak üzere farklı şehirlerde edebiyat öğretmenliği yapmıştır.

1946 yılında politikaya atılmıştır.1960 İhtilali’ne kadar milletvekilliği yapmış, İhtilal’den sonra tutuklanarak Yassıada’ya gönderilmiştir. 1960-1961 yıllarında tutuklu kalmış ve sonunda suçsuz bulunarak salıverilmiştir. Yaşadığı olaylar üzerine bir daha politikaya girmemiştir. Eşi Azize Hanım’ın 1967’de vefatından sonra her sonbahar yakın dostları ile uzun vapur gezilerine çıkmaya başlamııştır.Yine bir vapur  gezisi sırasında 8 Mayıs 1973’te Fethiye açıklarında hayata gözlerini yummuştur.

Faruk Nafiz genç yaşlarda şiire başlamıştır. 1913-1917 yılları arasında yazdığı, Peyam ve Servet-i Fünun’da neşredilen şiirlerinde Cenap Şahabeddin, Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’in etkileri açıkça görülür. Bu dönemde yazdığı şiirlerinde ferdi aşk ve ıstıraplar ana konudur. O sıralarda edebiyat cemiyetlerini derinden sarsan I. Dünya Savaşı bile onun şiirlerinde fazla yer bulamamıştır.

1918’de ilk şiir kitabı olan Şarkın Sultanları’nı neşreder. Bu dönemde farklı dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar ve bu dönemin Faruk Nafiz için en önemli yanı edebi kişiliğinin yerine oturması ve aruzu kullanmada ustalaşmasıdır. 1919’da sadece iki sayı çıkan Edebi Mecmua‘nın müdürlüğünü yapar. Yakın dönemde Büyük Mecmua, Nedim ve Ümid dergilerinde I. Dünya Savaşı’ndan sonra işgal edilen ülkemize dair Bozgun, Hisar, Yaralı Arslan, Münacaat ve İzmir gibi şiirleri yayımlanır.

1922 senesi Faruk Nafiz’in sanat hayatında bir dönüm noktasıdır. Anadolu gerçekliği ile karşılaşan Nafiz tamamen Milli edebiyata yönelir ve şiirlerini hece vezni ile yazmaya başlar. O dönemde hızla yayılan dilde sadeleşme akımını destekler. 1926’ da Hayat Dergi’sinde yayımlanan Sanat şiiri yeni sanat anlayışını benimsediğini gösterir. O dönemde ayrıca İstanbullu aydın ile Anadolu’da yaşayan halk arasında olumlu bir iletişim kurulması gerektiği ısrarla belirtilmektedir. Şair bu görüş altında en meşhur şiiri olan Han Duvarları’nı kaleme alır. Bu anlayışı tamamen benimseyen Faruk Nafiz; Anadolu’yu, coğrafyasını, tabiatını, Anadolu insanının meselelerini anlatan ve halk edebiyatı kaynaklarıyla da bezediği şiirlerini müdürlüğünü yaptığı Hayat Dergisi’nde yayımlamıştır. Sanat hayatına aruz ile başlayan Nafiz, aruzda yakaladığı başarı ve ahengi hece vezninde de büyük ölçüde yakalar. Ayrıca o dönem kendisi gibi hece vezni ile yazan Enis Behiç, Yusuf Ziya, Halit Fahri ve Orhan Seyfi ile birlikte “Beş Hececiler” adı verilen grup ile birlikte anılır.

Akbaba, Karikatür, Mizah dergilerinde 800’den fazla mizahi şiiri yayımlanan Faruk Nafiz’in bir de mizah yazarlığı yönü vardır. Bu eserlerinde de memleket meseleleri, siyasi çekişmeler ve dil konularını ele almıştır. Faruk Nafiz şiirleri kadar tiyatro eserleri ile tanınmıştır. Köy hayatındaki sorunlardan bahsettiği Canavar; kurgusu devletin o dönemdeki tarih tezini desteklemek üzerine kurulu olan Akın, Özyurt ve Kahraman en ünlü tiyatro eserlerindendir.

KAYNAKÇA

  1. Yetiş, K. Milli Edebiyat Anlayışı, İlmi Araştırmalar 8, İstanbul, 1999, 267-284
  2. Bozdoğan, A. Birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak, C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2-2007, 251-266
  3. Polat, N. TDV İslam Ansiklopedisi, 2007, 34.cilt, sayfa 80-82
  4. Bayur, H, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1991, TTK yayınları, sayfa 420-421
  5. Kafalı, M. Ömer Seyfettin Hikayelerinde Tarih, Türk Edebiyatı Dergisi, 86, 1980
  6. Bulut, H. TDV İslam Ansiklopedisi,1993,8. cilt, sayfa 195-196
  7. Özyürek, D. Modern Türk Şiirinde Hecenin Yükselişi ve Beş Hececiler, Fraktal Edebiyat Düşünce Dergisi, 2014, 2.sayı, sayfa 15-17
  8. Çamlıbel, F. Han Duvarları,1969, 1.baskı