MEHMET AKİF ERSOY

LÜGAZ ÇALIŞMA GRUBU

· 36 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1Esma Sayın*

1Cihat Akyazı 

1Rüveydanur Demir

1Özlem Koca 

2Betül Şeyma Karaköse

3Sena Nur Uyanık

3Rümeysanur Demir

4Yusuf Yıldız

  1. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi
  3. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
  4. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi

*İletişim: esmasayin98@gmail.com

İçindekiler

İSTİKLAL ŞAİRİ: MEHMET AKİF ERSOY

Devletin en sancılı döneminde yaşamış,
buna rağmen yeise düşmemiş bir umut adamıdır Akif.

Mehmet Akif, Aralık 1873’te İstanbul/Fatih’te doğdu. Babası Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tâhir Efendi, annesi Emine Şerîfe Hanım’dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilköğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra sıbyan mektebine yazıldı (1879). Safahat’ta, “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başladı. 

Fâtih Merkez Rüştiyesi’nden mezun olan Mehmet Âkif (1885) Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun 3 yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının 1. sınıfında okurken babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olmak için Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889) ve okulu birincilikle bitirdi (1893). Görev yeri İstanbul olmakla birlikte mesleği gereği farklı yerlere yaptığı seyahatlerde köylüyü de yakından tanıma imkânını elde eden, halkın meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi olan Âkif’in tespit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş, çözüm tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır.

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra devrin ilim ve fikir hayatında önemli yeri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı Müstakîm’in başyazarlığını yaparak dergiyi yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908). Âkif, Balkan savaşları sonunda memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında yeise düşmemek, birlikten ayrılmamak ve orduya yardım gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde vaazlar vermiş; vaaz metinlerini ise bu sırada adı Sebîlürreşâd olarak değişen dergisinde yayımlamıştır.

Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin’e ve 1915’te Arabistan’da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla Necid bölgesine gitti. Bu seyahatin devamında ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara’nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği “Necid Çöllerinden Medine’ye” manzumesini kaleme aldı. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlıların İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla 1920 Şubat’ında Balıkesir’e giden Âkif burada Kuvâ-yi Milliyecilerle görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaazlar verdi. Halkın sevip saydığı bir Müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması, bu hareketin İttihatçıların yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona “Millî Mücadele’nin mânevî lideri” sıfatı verilmiştir.

Ankara’dan Hey’et-i Temsîliyye adına gelen davet üzerine 10 Nisan 1920’de gizlice yola çıktı. Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı (24 Nisan 1920). Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçildi (5 Haziran 1920). Zaman zaman çeşitli şehirlerde halka ve diğer bazı mebuslarla beraber cephelerde askerlere hitaben Millî Mücadele’yi teşvik eden konuşma ve vaazlarını sürdürdü. Bunların en önemlisi meclis kararıyla gittiği Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki ünlü vaazıdır.

1920 yılının son aylarında Maarif Vekâleti millî marş güftesi için açtığı yarışmaya ödül sebebiyle katılmayan Mehmet Akif ödül şartının kaldırılması üzerine şiirini meclise teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi.

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim kararı üzerine Mehmet Âkif aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a giden Âkif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük etkisi olduğu düşünülmektedir. İki yıl kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Bunda da hak ettiği emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı sebebiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebîlürreşâd’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazete kapatılmıştır.

TBMM’de alınan bir karar üzerine (21 Şubat 1925), Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmed Âkif’e teklifte bulunuldu. 1926-1929 yılları arasında yoğun çalışmalarıyla tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Âkif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve 1961’de vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır.

1935’te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Son günlerini Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine Said Halim Paşa tarafından ayrılan dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda toprağa verildi. 

Mehmet Akif’in sağlığında yedi ayrı kitap halinde, ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış 11240 mısra, 108 manzumeden oluşan külliyatının genel adı Safahat’tır. Şiirlerinde işlediği konuların bu zamanın sorunlarını da yansıtıyor olması ve çözüm önerilerinin hala geçerliliğini koruyor olması Akif’in çağının ötesinde bir şair olduğunun göstergesidir.  

YASLI BİR HAYKIRIŞ: BÜLBÜL

Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin; 
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?

Safahat’ın VII. Kitabı “Gölgeler”de yer alan Bülbül şiiri, Mehmed Âkif’in milletvekili olarak bulunduğu Ankara’da Taceddin Dergâhı’nda yazılmış ve Sebilürreşad dergisinin Mayıs 1921 tarihli nüshasında yayımlanmıştır. Milli edebiyatımızın kolektif hafızasında derin izler bırakan Mehmet Akif Ersoy’un hissiyat bakımından farklı şiirlerinden biri olan Bülbül şiiri, yakın dönem tarihimizin kasvetli bir kesitinde, 1920 Temmuz’unda Yunanlıların Bursa’yı işgal edişleri üzerine yazılmıştır. Şiirin altına Düzdağ’ın düştüğü şu notta, bir bakıma manzumenin yazılış sebebi de açığa çıkmaktadır: “Bu manzume yazılırken Yunan istilası altındaki topraklarımıza, hususiyle Bursa’ya dâir elim haberler geliyordu.” 

Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

dizeleriyle özetlenebilecek şekilde Bülbül, yurdun işgalini tasvir eden ve buna karşı da oldukça derin bir yası ve elemi haykıran bir şiir olarak Akif’in şiirleri arasında kendine has bir yere sahiptir. Nitekim her ne kadar bir faciayı haber veriyor olsa da Akif için de bu şiirin özel bir yeri olduğunu Eşref Edip şu şekilde anlatmaktadır: “Basri’ye ithaf ettiği –Basri Bey Oğlumuz- (Bülbül) şiiri için de çok uğraşmıştı. Bu şiirini çok sever, çok tekrar ederdi. Bunu okurken heyecana gelir, adeta rengi değişirdi.” 

Bülbül şiiri ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulacak olursa ana hatlarıyla iki farklı anlatım planı olduğu görülür. Sanat ve estetik kaygılarının öne çıktığı ilk dizelerde Âkif, karamsar ruh halini tabiat tasvirleri ile bülbül imgesi etrafında çeşitli ifade vasıtalarıyla okuyucuya sezdirmektedir. İlerleyen dizelerde ise düşman kuvvetlerinin Bursa’da sergilediği mezalim daha açık bir ifadeyle anlatılmaktadır. Bülbül şiirininde geleneksel dokunuşları da kullanan Âkif, şiirine kasidelerde yer alan “bahariye”yi hatırlatan bir giriş yaparak okuyucunun dikkatini bir vâdi üzerinde toplamış, sonrasında ise bu vadinin tacidarı olan bülbül ile deyim yerindeyse bir hesaplaşmaya girişmiştir.

Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım; 
Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı; 
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl…
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhîtin hâli «insâniyyet»in timsâlidir, sandım; 
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!

Şiirin ilerleyen dizelerinde eleminin sebebine vakıf olacağımız şair ilk başta açıklamadığı sebeplerden dolayı bütün dünyaya küskün bir vaziyette akşam sularında artan bunaltıdan ötürü şehirden kaçıp kırlara sığınır. Bu kaçış ve sığınma duygusu, elbette kederini bir nebze hafifletecek teselliyi bulmaya çalışan bir ruhun arayışlarıdır. Ancak şairin muhtaç olduğu teselli, “karanlık”ın istilasından uzak değildir, zira bir parça teselli için kaçıp sığındığı vadide de ne bir ışık ne bir yolcu ne de bir ses vardır ve hatta tüm yaratılış dilsiz kesilerek şairi kederiyle daha çok yüz yüze bırakır. Şair bu ölüm sessizliğinin sebebini sorgular: ona göre vâdideki bu suskunluk, aslında insanlığın içine düştüğü sükûtla eşdeğerdir. Şair teselliyi aradığı bu karanlık ve sessiz vadide mazinin hafızasına hücum etmesine engel olamaz ama içindeki elemi dindirmeye mazi de kafi gelmez.  

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vâdîden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşer’di!

Şair mazinin derinlerinde anılarla ve vadideki büyük sessizlikle baş başayken karanlığın sinesinden fışkıran uzun bir feryat, vâdideki durgun, vecidli sükûneti aniden dağıtır. Bülbülün yakıcı inleyişleri, vâdide dalga dalga yayılarak sukünetin yerine geçer ve her şeyi ağır bir ürpertiye hapseder. Öyle bir ürpertidir ki bu, şair ürpertinin sebebi olan feryadı kıyamet gününü haber veren İsrafil’in Sûr’una benzetir. 

Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Hazansız bir zemîn isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda;
Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda.
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır? 
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır? 

Bülbülün kopardığı feryatlara yüklediği çağrışımlardan yola çıkan şair, okuyucunun ilgisini temel değer olarak gördüğü vatan (yurt) temi etrafında toplar: Kızıl gülşenlerle bezenmiş yemyeşil bir yurda sahip bülbül, orada sınırsız bir hürriyet içerisinde yaşamaktadır. Bu kuş, o kadar hürdür ki, canı istediğinde bir uçuşta en uzak mesafeleri kanatlarının esiri haline getirebilme yetisindedir. İşte bundan dolayıdır ki, bütün bu imkânlara sahip bülbülün hayatı, hürriyet peşinde koşan herkes için bir amaçtır. Böyle baharlar içinde bir aşiyanın padişahı olmasına rağmen bülbülün bu feryatları koparmasının, günlerini matemler içinde geçirmesinin ve bir damlacık göğsünde bir ummanın çağlamasının sebebi, manası nedir?

Hayır, mâtem senin hakkın değil… Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! 
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda! 
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

İşgal ve zulüm karşısında ruhunda uyanan infialini ve isyanını vâdinin tâcidarı olan bülbülü muhatap görerek dile getiren şair, bu kuşun kopardığı feryatlarla kendi elemlerle dolu dünyası arasında bir benzerlik kurar. Ardından savaşlardaki mağlubiyetler sonrasında içine düşülen feci durumu, bülbülün ötüşüne yüklediği manâlarla izah etmeyi sürdüren Âkif, bu yolda bülbüle hitap ederken vatan ve hürriyet gibi değerlerin kendi dünyasında silinip gittiğini söyleyerek matemi kendine layık görür. 

Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân’ın; 
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın! 
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun; 
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! 
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın; 
Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın! 
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! 
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın; 
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın! 
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Yunanlıların Bursa’yı işgal etmeleriyle Osmanlı Devleti’nin bânisi Osman Gazi’nin kabri üstünde ezan susmuş onu yerini şimdi çan “inleme”leri almıştır. Bunu alçaltıcı bir durum olarak gören şairin hayıflanmaları kaygıya dönüşür: Ezanın susması demek Allah’ın isminin fezadan silinmesi manasına gelecektir. Yunanlıların işgaline uğrayan Bursa, Osmanlı Devleti’nin ilk payitahtıdır. Bu şehrin fatihi Orhan Gazi’dir. Torunu Yıldırım Beyazıt ise bu şehri imar etmiş, meşhur Ulu Camii yaptırmıştır. Yunanlılar bu iki sultanın hatıralarını da kirletmişler, tarihî câmiyi de tahrip etmişler ve Orhan Gazi’nin “muazzam” kabrini de alçakça çiğnemişlerdir. Söz konusu işgal, Akif’in çok önem verdiği vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığını ortada kaldırmıştır. Kalbi vatan aşkıyla dolu olan bir insan için bu işgal büyük bir acıdır ve Akif bu acının yarattığı sitem içinde gül için feryat eden bülbüle matem senin değil benim hakkım, asıl haykırması gereken benim diyerek kahır içinde sözlerini bitirir.

SESSİZ BİR İNİLTİ: HÜSRAN

Gölgeler’in mukaddimesi olan Hüsran şiiri on iki dizeden oluşur ve İzmir’in işgali sonrasında memleketin ufuklarını kaplamış olan karamsar ruh hâlini yansıtan bir içeriğe sahiptir. Şiir dört kez yayımlanmış ve üç kez adı değişmiştir. İlk olarak “İthaf Kıtası” başlığı ile 16 Ekim 1919 tarihli Servet-i Fünun’da çıkar. Şiir, bir hafta sonra aynı isimle Sebilürreşat’ta yayımlanır. Şiirin vücut bulduğu dönem, 1. Dünya Savaşı’nın sona erdiği, Osmanlı ülkesinin dört bir yandan işgal edildiği günlerdir. Şiir üçüncü kez 3 Mart 1921’de yine Sebilürreşat dergisinde bu sefer “Sessiz Feryat” adıyla boy gösterir. Gölgeler kitabının Mısır’da yapılan ilk baskısında ise “Hüsran” adıyla takdim edilir.

Hüsran, Osmanlı Devleti ve İslam’ın geldiği son noktayı ve şairin içinde bulunduğu ruh hâlini ifade etmesi bakımından önemli bir şiirdir. Devletin çöküşü ve yıkılışı karşısında hiçbir şey yapamamanın acısını ve çaresizliğini dile getiren şairin, okları kendine yöneltmesi oldukça manidardır. Tüm hayatını İslâm ve milleti için vakfeden, bu uğurda gece gündüz demeden mücadele eden ve şiirlerinde sürekli yüksek perdeden haykıran Âkif, bütün yaptıkları ortada dururken hamiyetli bir münevver gibi davranarak çaresizliği üstlenir:

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,

İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,

Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım!

Hiç şüphesiz İslam terbiyesiyle yetişmiş olan Âkif için din, bir milleti ayakta tutan en temel nedendir. Bu durumda durağanlığın bir devinime dönüşmesini sağlayacak olan şey aynı zamanda umudu ve hisleri de uyandıracak olan İslam düşüncesine sarılmaktır. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Âkif’in İslam anlayışı yerinde saymayı ve içindeki bulunduğu duruma rıza göstermeyi reddeder. Çünkü bu teslimiyetçilik anlayışıdır ki İslam ülkelerini bedbinliğe sürüklemiştir. Milleti uyandırmanın çaresinin İslam’da olduğuna, bunu da yazgısını kabul etmiş bir millet olarak değil, direniş gösteren bir millet olarak yapmanın gerekliliğine işaret eder. 

Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?

Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;

Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum,

Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım.

Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,

Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.

Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;

İnler Safahât’ımdaki hüsran bile sessiz!

Şair bu dizelerde, kendisini, yurdun işgali karşısında sessiz kalmakla suçlayarak kendisinden

“dili bağlı bakıp duran, düşünmekten uzak, eleminden sağır kubbede iz bırakmayan” bir varlık olarak söz etmektedir. Esasında Mehmet Akif, o dönemde bir Türk aydınının yapması gerekenleri nazım ve nesir türü yazılarıyla yapmış olmasına rağmen burada, başkalarının işlediği suçlardan bile kendisini sorumlu tutan büyük muzdaripler gibi kendi çabalarını “şiirine gömüp bırakma” biçiminde yetersiz bir tutum olarak nitelendirmektedir. Karşımızda etrafında olup biteni gören ama çaresizlik içinde kıvranan bir aydın bulunmaktadır. Şiirde mevcut durumu haykırmak istediğini söyleyen Âkif, karşısında ülkenin gerçek sahiplerini bulamamaktan yakınır ve yabancıların istilasından dolayı acısını içine gömer. Çaresizlik içinde kalan şair, sessizce feryat eder. Safahat bile onun hüsranlarının sessiz bir iniltisidir.

ATİYİ KARANLIK GÖREREK AZMİ BIRAKMAK

“Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini araştırın.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası
Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.’’
(Yusuf, 87)

Mehmet Akif’in bu şiiri toplumun kapıldığı yeis haline karşı açılmış bir savaşın somut örneğidir. Akif’in yeis kavramını tanımlamak için seçtiği birinci kaynak, “Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez” ayetidir. Ayet-i kerimede Müslüman bir insanın Allah’ın inayetinden ümidini kesmeyeceği, kesenlerin kâfirler olduğu anlatılır. 

Akif daha çok inayeti hak etme üzerinde durur. Allah, yardım edecektir ama Müslümanların bunu hak etmesi gerekir. Bu da Müslümanların üzerine düşeni yapmasıyla mümkün olacaktır. Müslümanların üzerine düşen şey yeise sebep olan ataletten, uyuşukluktan, miskinlikten, çalışmamaktan, gayretsizlikten kurtulmaktır. Şiirin başlığına da konu olan ‘atiyi karanlık görerek azmi bırakmak’ yeis kelimesinin Mehmet Akif’in lügatındaki karşılığıdır. Azmi bırakmanın asıl sebebi ise atiyi karanlık görmektir.

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak… 
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. 
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. 
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: 
Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’ 
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Akif’in şiirin bu mısralarında bahsettiği ve diğer mısralarında da üzerinde durduğu milletin ‘dipdiri meyyit’ yani cenazeden farklı olmayan canlar oluşu milletin geleceğe siyah perdeler çekmesinin asıl nedeni olarak görülmektedir. Millet bu gafletten ancak çalışmak geleceğe umutla bakmak ile kurtulacaktır.

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? 
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin. 
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? 
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? 
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? 
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!

Akif şiirin ortalarına gelirken milletin geleceği görmek için bulamadığı ışığı her yerde araması ve yolundan dönmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Eğer millet ışığı çevresinden bulamazsa kendi halk etmelidir ki atisini karanlığa gömülü bırakmasın.

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan 
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan. 
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! 
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! 
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın 
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın? 
Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. 
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! 

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; 
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar 
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez… 
En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez! 
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile sirkin; 
Mâdâm ki ondan daha mel’un daha çirkin 
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman, 
Nevmid olarak rahmet-i mev’ûd-u Hudâ’dan, 
Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma; 
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Akif’in nezdinde Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler kafirler olduğu için yeis ile şirkin alçaklığı eşittir. Yeis Allah’a inananlar içinse en melun, en çirkin günahların başındadır.  

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş… 
Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş! ‘ 
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, 
Tek kol da yapışsam demiyor bir tarafından! 
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; 
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. 
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar… 
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. 
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır! 
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! 
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma. 
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.

Mehmet Akif’in bu şiirinin ana temasını en iyi özetleyen cümleler Nurettin Topçu’nun kaleminden şu şu şekildedir: “Uzağı görebilen gözler, hakikatin şu yanılmaz ihtariyle karşılaşıyor: ati karanlıktır. Vatanın âtisini düşünmek bugünün şaşkın ve haris insanı için bir külfet halindedir. Bu bir rüya bile olmuyor. Uğrunda milyonların can verdiği şu vatan toprağı üzerinde yaşayanlardan âtiyi düşünen tek bir fedaî çıkmıyor. Herkes günlerin alışverişiyle öylesine meşgul, hırslarının pençesinde öylesine yaşıyor ki, yarının endişesi deyince çocuklarına bırakacağı mirastan başka bir şey düşünemiyor. Azametli bir tarihin bin yıl besleyip vücut kazandırdığı ana dâva gözlerden silinmiştir. Bu dâva birlik içinde ruhu yükseltme dâvası idi; bu vatan içinde bütün manasıyla birliğe kavuşan ruhların Allah’a yüceltilmesi dâvası idi. İlk İslam ulularından sonra Osmanoğullarının başardığı bu mukaddes dâva, bugün yerlerde sürünüyor. Birlik her yerde, kentte ve köyde, devlette ve mektepte, evde ve ailede, sanatta ve ahlakta durmadan parçalanmaktadır. Vatanın ruh haritasındaki gözyaşlarını serpenler, onun yarınki hayalini muzdarip tasavvurlarında seyrediyorlar.” 

KÜFE

İstiklal şairimiz yalnızca kelimeleri ahenkle uç uca ekleyip sanat yapmayı değil, bunu yaparken sözlerine öğretici, nasihat verici bir yön katma gayesindeki bir şair olarak edebi hayatımızda bir anıt gibi yerini almıştır. Küfe de Akif’in bu yanını ortaya koyan şiirlerinden biri olarak göze çarpar. Sosyal dramları ele alan bir şiir olan Kufe, Akif’in 1908-1911 yılları arası manzaraları resmettiği tahmin edilen bir eseridir. Nazım şekli olarak manzum hikaye niteliğindeki bu eser, şiirimsi bir dil, bazı özellikleri temsil eden karakterler, olaylar ve benzetmelerle örülü bir anlatıma sahiptir. Bunun yanı sıra yazıldığı dil bakımından anlaşılır olması şairin öğreticilik gayesini gütmesinin bir sonucu olarak düşünülebilir.

Birinci şahıs başrolünde ilk mısrasına giriş yapan şair ‘’Mu’tada inkıyad’’ yani alışkanlığına uyarak evden erkenden çıkıyor ve yaşadığı semtin tasvirini yaparak şiirine başlıyor:

Beş-on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben

Sabahleyin çıkıvermiştim, evden erkenden.

Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:

Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!

Adım başında derin bir buhayre dalgalanır

Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!

Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,

Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!

Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,

Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,

Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,

Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden-

O sâl-hûrde, harab evlerin saçaklarına,

Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına

İstanbul’da bir mahallede yaşadığını ve yüzme bilmeksizin sokaklarında yürünemeyeceğinden bahsediyor. Zira görünürde, adım başı dalgalanan derin bir buhayre (deniz), oluşturduğu adacıklar ile sanki şaire engel oluyor gibi resmediliyor. Akif, bir elde kandil, diğerinde iskandil olmadan tabiri caizse bir rehbere başvurmaksızın şehrin boğucu kasvetinde yaşamanın ne denli zor olduğunu dile getiriyor. Bunun insanın kendi selameti için olduğunu ekleyerek dizelerine devam ediyor.  

Delilimin koca bir şey takıldı… Baktım ki:

Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.

Bu bir hamal küfesiymiş… Aceb kimin?

Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,

Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:

Tekermeker küfe bitâb düştü ta öteye.

– Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ

Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!

Akif gözüne takılan genişçe bir küfeden söz ediyor ve böylece bizi şiirinin başlığına da konu olan esas unsur ile tanıştırmış oluyor. Sözünü ettiği küçük çocuk ise bu küfenin babasına ölüm getirdiği düşüncesinde, belki bu yüzden hüznünü bu şekilde dışa vuruyor.

O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın

Göründü:

-Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!

Ne istedin küfeden, yavrum?

Ağzı yok dili yok,

Baban sekiz sene kullandı…

Hem de derdi ki:

“Çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz…”

Baban gidince demek kaldı, adetâ öksüz!

Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.

Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?

Bu mısralarda ise şair, küçük çocuğun babasından miras kalan ve içerisine ailesini geçindirmek sorumluluğu konulmuş bir küfe’yi sırtlamak zorunda olduğunu bizler için resmediyor.

Dedim ki ben de:

– Ayol dinle annenin sözünü!

Fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü:

– Sakallı, yok mu işin.

Git cehennem ol şuradan?

Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?

Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti…

– Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?

Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken…

– Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben…

Adın nedir senin oğlum?

– Hasan

– Hasan, dinle.

Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.

Benim de yandı içim anlayınca derdinizi…

Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.

O bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni

Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kardeşini,

Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.

– Küfeyle öyle mi?

– Hay hay! Neden bu söz lâkin?

Kuzum ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?

Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.

Akif burada, çocuğun sorumluluğunun her ne kadar zor da olsa ailesine ve babasına olan vefa borcu nedeniyle, alın teri ve emeğin önemini vurguluyor, elinden iş gelmesine rağmen çalışmayıp kolaya kaçmanın hoş olmadığını da Hasan nezdinde tüm topluma aktarıyor.

Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini…

– Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:

“Hasan, dayım yatı mekteplerinde zabittir;

Senin de zihnin açık… Söylemiş olaydık bir…

Koyardı mektebe… Dur söyleyim” demişti hani?

Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!

Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;

Benimse vardı o gün pek çok işlerim görecek;

Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.

Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;

Geçende Fâtih’e çıktık ikindi üstü biraz.

Kömürcüler Kapısı’ndan girince biz, develer

Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:

O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,

O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!

Hakîkaten görecek şey değil mi ya?

Derken, Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,

Belinde enlice bir şal, başında âbânî,

Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;

Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,

Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:

Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim…

Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:

Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…

Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!

Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!

Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.

Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryâd;

Nazar değil o bakışlar, dümû’-i istimdâd.

Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;

On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!

Bu dizelerde kızıyla gezintiye çıkan şair sabah gördüğü çocuğa denk geliyor ve hali daha vahim halini durum tasvirleriyle dile getiriyor. Lakin buna rağmen çocuğun güler yüzlü ve nur dolu suratı sanki tüm olup bitene rağmen çocuğun ayakta durma çabasının güçlü bir emaresi niteliğinde.

O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan

Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman

Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…

Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin:

Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb,

Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.

Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi!

Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,

-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-

İlel’ebed çekecek dûş-i ıztırârında!

O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma…

Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!

Akif bu son mısralarda ise bir yanda Hasan diğer yanda mektepli çocukların temsili üzerinden iki durumun kıyasını yapıyor. Neşeyle oyun oynarken diz yaralarından başka hemen hemen başka dertleri olmayacak çocuklara kıyasla, geçim derdi ile baba yadigarı mesleği icra etmesi gereken Hasan’ı karşılaştırıyor ve belki bunun üzerinden elde olan fırsatları değerlendirmenin önemini, fırsatlar sınırlı da olsa karalar bağlamak için iplik aramanın yersiz olduğunu ifade ederek hayat mücadelesinde asla pes etmemenin gerekliliğini gözler önüne seriyor.

AZİMDEN SONRA TEVEKKÜL

“Bir kere de azmettin mi artık Allah’a dayan” (Al-i İmran, 159)

Gölgeler’de bulunan ve başlığı tevekkülün doğru anlamını içeren “Azimden Sonra Tevekkül” şiirinde Mehmet Âkif, tevekkülün nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini açıklamıştır.  Âkif, söz konusu şiire Âl-i İmran suresinin 159. ayetinin bir bölümü olan “Bir kere de azmettin mi artık Allah’a dayan” diye başlayarak azmetmek ve Allah’a dayanmak fikrini yine ilahî beyanı referans kabul ederek ve şiirini bu ayetin bir yorumu olarak kaleme almıştır. Hareket ve çalışma ilkesini düstur edinen Akif’in düşmanı yanlış tevekkül anlayışıdır. Birçok şiirinde Akif, ilâhi bir sığınma ve teslimiyeti gerektiren; iman göstergesi yüce bir tavır olan “tevekkülün” yanlış amaçlarla kullanılmasına fevkalade karşıdır. 

Bilindiği gibi, tevekkül, vekil kılma, başkasına havale etme anlamlarına gelir. İslâm inancına göre ise kulun, her türlü iş karşısında üzerine düşeni ve elinden geleni yapması, gücünün yetmediği yerde onu Allah’a bırakması, Allah’a güvenmesidir. Zira İslâm dininde insan, gücünün yetmediğinden mesul değildir. Akif’e göre, doğru tevekkül, işin daha başında iken azme sarılmak, gayretle işini tamamlamaya çalışmak, işinde elinden geleni yaptıktan sonra da Allah’a tevekkül edip tekrar yol almaya devam etmektir. Ve yine Akif’e göre, azim ve tevekkül birbirlerini destekleyen iki önemli unsurdur. Gerçek anlamda tevekkülü ortaya koyan, zafere inanıp, zorlukları sabırla karşılamasını bilir. Yüreğinde azim ve tevekkülü birleştirdiği müddetçe muvaffakiyetle coşar:

Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;

Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?

Azimden Sonra Tevekkül şiirinin kurgusunda, tembelliğine bahane arayan ve içine düştüğü olumsuz şartları Allah’a güvenmeye bağlayarak:

” – Allaha dayanmak mı? Asırlarca dayandık!
Düştükse bu husrâna, onun nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet?
Hâlâ mı reşid olmadı, hâlâ mı bu ümmet?
Dersen ki: ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Mâziye ateş vermeli, baştan başa yansın!
Şaşkınlık olur köhne telâkkileri ihyâ;
Şeydâ-yı terakki, koşuyor baksana dünya.
Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır!”

diyen bir kişiye Âkif’in cevabı şöyledir:

– Allah’a değil taptığın evhama dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarihindi ki yandın.
Meflûc ederek azmini bir felc-i irâdi,
Yattın kötürümler gibi, yattın mütemâdi!
Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
İksir-i beka içsen, emin ol yaşamazsın.

(…)

“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan…
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacakdın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Alemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”
Miras-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;
Kur’an duramaz, nezd-i İlâhiye dönerdi.

Mehmet Akif öncelikle, tevekkülü, Allah’a dayanıp güvenmeyi yanlış yorumlayanların ağzından anlatarak ümitsiz bir hava oluşturur. Hemen ardından da nerede yanlış yapıldığını gözler önüne serer. Didinip uğraşmadan insana hangi nimet verilirse verilsin yine kıymetini bilemeyeceğini anlatır. ‘Allah’a dayandım’ diyerek tembellik yapanları, azmi hiçe sayarak umursamaz tavırları nedeniyle başlarına gelen felaketleri kendilerinin hazırladıklarını da anlatmaktadır.

Tevekkülün manasının yanlış anlamanın düpedüz cahillik olduğunu, bu milletin atalarının asla bu inançta olmadığını; zira kıt’alara hükmedecek derecede bu kadar fazla hektarlık topraklara sahibi olmanın tembellikle elde edilemeyeceğini vurgular. ‘Dünya milletleri alıp başını giderken arkalarından seyredeceğine yetişmeye çalış, bir kımıldan, seni leş diye yok etmesinler’ diyerek çalışmayanlara serzenişte bulunur:

“Dünya koşuyor” söz mü? Beraber koşacaktın;
Heyhât, bütün azmi sen arkanda bıraktın!
Mâdem ki uyandın o medîd uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.
Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra;
Ba’sin de kalır tâ gelecek nefha-i Sûra!
Çiğner ya, tabi, ne düşünsün de bıraksın?
Bir parça kımıldan diyorum, mahvolacaksın!

21 milyon km karelik geniş imparatorluk sınırlarının hep baki kalacağı inancı bizi ‘Başını sıcak tut ayağını serin/Gönlünü ferah tut düşünme derin’, anlayışıyla rehavete, ardından da tembelliğe ve miskinliğe götürmüş ve koca bir imparatorluk elden çıkmıştır. Mehmet Akif bu şiirinde 20. asrın ilk çeyreğinde batı uygarlığı ile Doğu-İslâm medeniyeti arasındaki karşıtlığı tespit etmesinin yanında İslam dünyasının üç asırlık geride kalışının temellerine vurgu yapmaktadır.  Fakat bu vurguyu yapan Akif, mazisini reddeden, kültürünü bir kenara bırakıp atan bir batı hayranı değildir. Şiirinin sonunda genç nesle geleceği yakalamaya çalışırken geçmişi yıkmaması gerektiğini hatırlatmakta; eğer geçmişi silmeye çalışmak gibi bir cahillik yapılırsa zaten geleceğin de olmayacağını anlatmaktadır. Elimizdekilerin de yok olup gitmeden bir an önce silkinip kendimize gelmemizi ve harekete geçmemizi söyleyerek bu güzel şiiri bitirir:

Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;
Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Mâziyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.
Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:
Mâzisi yıkık milletin âtisi olur mu?

Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:
Bir kupkuru çöl var, ne ışık var, ne de vâha!

Âkif’e göre, Müslümanlar azim ile emek harcamalı, ardından da tevekkül etmelidirler. Bu emek ve çaba harcama sırasında yeise kapılmak Müslüman’a yakışan bir davranış değildir; emek ve gayret içinde olan bir Müslüman için aşılmayacak engel, ulaşılamayacak hedef yoktur. 

Özet olarak Akif, bu şiirdeki mısralarda, insanlar arasında yayılmış bulunan yanlış kader ve tevekkül anlayışını eleştirir; kader ve tevekkülü asıl şekliyle insanlara anlatmaya çalışır. İslâm dünyasının içinde bulunduğu kötü durumu ayrıntılarıyla ortaya koyar ve bu durumun kaderle karşılanmasına tepki gösterir.

YEİS YOK

“Dalâile düşmüşlerden başka kim Tanrı’sının rahmetinden ümîdini keser?”
(Hicr, 56)

Düşünen bir kafaya sahip ve içinde bulunduğu toplumun sıkıntılarına çare bulup bu ıstırapları dindirmeyi kendine dert edinen bir aydın olan Mehmet Âkif, tüm şiirlerini, milletine karşı duyduğu sorumluluk hissiyle ve en önemli sermayesi diyebileceğimiz samimiyetiyle yazar. “Hasta adam” diye nitelenen Osmanlı Devleti’nin, yıllarca bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla yorulduğu yıllarda bitkin, kırgın ve tükenmiş olan halk sefalet içinde yüzerken, doğal olarak siyasiler de dâhil olmak üzere tüm milleti, koyu bir ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizlikten ara sıra kendisi de nasibini alan Âkif, bu sırada topluma hep ümit aşılamaya çalışan bir insan olarak karşımıza çıkmıştır. Bunu yaparken de öncelikle insan iradesini esas alarak çalışmanın gerekliliğini vurgulayıp azim, tevekkül ve Allah’a iman gibi ümitsizliğe çare olacak hususlara dikkat çeker. ,

Lâkin, hani bir nefhası yok sende ümîdin!

“Ölmüş”mü dedin? Ah onu öldürmeli miydin?

Hakkın ezeli fecri boğulmazdı, a zâlim,

Ferdâlanın artık göreceksin ki ne muzlim!

Onsuz yürürüm dersen, emîn ol ki yürünmez.

Yıllarca bakınsan, bir ufak lem’a görünmez.

(…)

Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,

Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.

Bir parça açılsın, diyorum, çünkü bunaldın;

Nevmîd olarak nûr-i ezelden donakaldın!

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvâhhid!

Bir sîne emelsiz yaşar ancak o da: Mülhid.

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin

Hâşâ! Bunun imkânı yok elbette bilirsin.

Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?

Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?

Doğduk, “Yaşamak yok size!” derlerdi beşikten;

Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!

Telkîn-i hayât etmedi aslâ bize bir ses;

Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de,

Millette bekâ hissi ezilmez mi ki? Nerde!

“Devlet batacak!” İşte bu öldürdü şebâbı;

Git yokla da bak var mı kımıldanmaya tâbı?

Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, “batacaktır!” demiyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır:

Kâfi ona can vermeye bir nefha-i îman;

Davransın ümidîn; bu ne haybet, bu ne hırmân?

Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;

Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşıla,

Allah(c.c.)’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

 Âkif’e göre bir hastalık gibi topluma nüfuz eden ümitsizliğin başlıca nedenleri şu şekildedir: 

1. Ümitsizliğin nedenlerinden biri, geleceği karanlık görerek fert ve toplum olarak azmi ve çalışmayı hep birlikte bırakmaktır. 

2. Ümitsizliğin bir başka nedeni de -ki bu en önemli nedendir-, imandaki zaaf, hatta iman yokluğudur. 

3. Âkif, milletteki ümitsizliğin sebebini, sadece yaşanılan dönemdeki olumsuzluklardan ibaret görmez. Ümitsizliğin, aynı zamanda özellikle öğretildiğine inanır. 

“Ye’si tekfîr eden îmânıma olsun ki yemin;

Bize telkîn-i ümîd etmediler”

diyerek bu konudaki sitemini dillendiren şaire göre gençlik, henüz çocukken aşılanan karamsarlıkla hayata karşı kışkırtılmış ve küstürülmüştür. Çocuklar, mekteplerde “Batacaksın!” cümleleri ile hayata hazırlanmakta ve daha sonra da ürkek, korkak, ümitsiz, tembel ve pısırık birer fert olarak yaşamına devam etmektedirler. Âkif bu duruma getirdiği eleştiriyi Balıkesir’deki Zağanos Paşa Camii’nde verdiği vaazında da dile getirir: 

Acaba biz Müslümanlar niçin bu hâle düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasilerimiz, ediblerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz, bize istikbâl için ümid verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: “-Biz yaşamayız, Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz…” nakaratından başka bir şey işitmedim.  -Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun… diye bizleri sa’ye, mücahedeye sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı. Garbin terakkilerinden bahsederken diyeceklerdi ki: -Evlâtlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telâfi edecek surette çalışınız. Yoksa daha geride kalır, mahvolursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz!… Evet, böyle diyeceklerdi. Lakin demediler. Bilâkis yüz binlerce halk bu devletin batacağına kâil idi. Bir taraftan Avrupalıların terâkkileri gözlerimizi kamaştırdı. Diğer taraftan muhitimizin bu gibi makûs telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hâlâ o yeis ruhlarımızda hükümrandır. Hiç biz Kitabullahı düşünmedik. O Kitabullah ki birçok âyet-i celilesiyle ümmet-i İslamiyeyi yeisden, azimsizlikten sakınmağa davet ediyor.”

Âkif, Müslümanların içinde bulunduğu derin uykudan uyanıp harekete geçmesi ve yeis illetinden kurtulması için sürekli çaba sarf etmiş ve bunun yollarını da kendince ortaya koymuştur. İşte Allah’ına ve milletine bu kadar güvenen şair, ümitsizlikten kurtulmanın başlıca yollarını şöyle ifade etmiştir: 

 1. Feryât edip, şikâyet edip ağlamak sızlamak yerine çalışmalı; ölü toprağı gibi üzerimize serpilmiş olan tembelliği ve miskinliği üzerimizden atıp uyanmalıyız:  

“Bırakın mâtemi, yahu! Bırakın feryâdı;

Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!’’

2. Nemelazımcılığı bırakıp vazife hissiyle hareket ederek topluca fedakârlıkta bulunmak gerekir:

“O hâle geldi ki millet vazîfesizlikten

Vazîfe hissi de kâfî değil, bugün, cidden.’’

3. İçinde yaşadığımız bu dünyada başarılı olmak için geçerli olan tabiat kanunlarına, yani sebeplere riayet etmek ve onların gereklerini yerine getirmek şarttır: 

“Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın,

Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!”

4. İnsanın kendisine verilen iradeyi kullanması gerekir. Karanlığa küfretmektense iradesini kullanarak çözümler üretip aydınlık için bir mum yakan insan, şairin istediği insan tipidir:

“Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!”

5. Azimde sebât etmek gerekir. 

İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme; yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”

6. Gelecek nesli düşünerek hareket etmek ve onlara ümit aşılamak gerekir. 

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin?

Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.

Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?

Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?

7. En önemlisi, Allah’a iman edip O’na güvenmek ve ‘Allah bizimle beraberse aşamayacağımız engel yoktur’ duygu ve düşüncesi içinde hareket etmek gerekir: 

Azim ve tevekkül… İşte Müslümanlığın iki azim rüknu. Bunlar olmadıkça İslâm için istikrar imkânı yoktur. (…) Ne yalnız başına azim; ne de azim olmaksızın tevekkül hiçbir zaman kâfi değildir. (…) biz tevekkülün mâna-yı hakikisini murad ediyoruz. O da meşru bir gayeye; meşru bir maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek; tevfîk-i İlâhînin tecellisinden emin olarak muttasıl ilerlemektir.”

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

‘Çanakkale Şehitlerine’ Türk edebiyatında bir abide gibi yer alan savaş destanı şiiri olarak Safahat’ın 6. Kitabı olan Asım’da neşredilmiştir. 84 dizeden oluşan şiir ilk olarak 10 Temmuz 1924’te Sebîlü’r-Reşat dergisinde ‘‘Asım’dan Bir Parça’’ adıyla yayımlanmıştır. 

Şair, savaş başladığı sıralarda Teşkilât-ı Mahsusa tarafından önce Berlin’de ardından Arabistan’da görevlendirilmiştir. Ancak savaşın gidişatını dikkatle takip etmiş, zafer haberi şiiri tamamladıktan sonra kendisine ulaşmıştır. Şair savaşı görmemiş olmasına rağmen savaştan canlı kesitlerin ve tasvirlerin yoğun bir hissiyatla aktarıldığı bu şiir oldukça etkileyicidir.

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Akif şiirin başlangıcı olan bu dizelerde gerçek tarihi bilgilerle savaşı tanıtma ve betimleme yoluna gitmiştir. Düşman için ‘Avrupalı’ ifadesi kullanılmış ve kafesinden kaçmış, yırtıcı, his yoksulu sırtlan kümesine benzetilmiştir.

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

Devam eden bu dizelerde ise İtilaf Devletlerinin çeşitli milletlerden ordularının olduğu gerçeği anlatılmıştır. ‘Eski Dünya, Yeni Dünya’ tabirleri savaşılan yabancı milletlerin çokluğuna dikkat çekmektedir.

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Bu dizeler ise savaşın betimlemesine ilaveten Akif’in hayal gücünü ortaya koyduğu dizelerdir. Savaşın sıcak çarpışma anları görüntü ve ses unsurlarıyla zenginleştirilerek okuyucunun savaşı zihninde canlandırması hatta hissetmesi kolaylaştırılmıştır.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! 
Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından; 
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Burada ise sıcak çatışma anları anlatılmış, bu bütün zorluğa rağmen Mehmetçiklerin düşmana karşı büyük bir mücadele sergilediği anlar sinematografik unsurlarla tasvir edilmiştir. Vahşete susamış düşmana karşı Mehmetçik, tüm saldırılara göğsündeki iman gücüyle karşı koymuştur. ‘Sayısız teyyareler, sıkça yağan mermiler, yıldırım yaylımı tufanlar…’ teknolojinin ve gücün karşı taraftaki çokluğunu anlatır.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; 
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Devam eden bu dizelerde ise tüm bu olumsuzluklara karşı mücadele eden nesle karşı Mehmet Akif’in ümitvar ve heyecanlı oluşu yer almıştır.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; 
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Artık şiirin bu son kısımlarına geldiğimizde ise şair, şehitlerimizi anlatmıştır. Onlar için muhteşem bir anıt mezar hazırlamasına karşın ‘Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana’ demiş ve ne yapsak da şehitlerimizin vatan uğruna yaptıklarına karşılık veremeyeceğimiz ifade edilmiştir. Önceki aksiyonlu dizelere rağmen şiir burada şehitlerimize gereken saygıyı verebilmek için durağanlaşmıştır. Anıt mezarın anlatıldığı dizelerde önceki bölümlerdeki hızla yer değiştiren görüntülerin yerini tek bir kare almış ve görüntüyü büyütme tekniğiyle şiirin etkileyiciliği artırılmıştır.

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Bu son dizelerde ise madde alemine ait tüm değerleri şehitlerimizin önüne sersek de yeterli olmayacağı ve onları çok daha büyük bir mükâfatın beklediği anlatılmıştır. Anlatış biçimi olarak şiirin başlarında hızlı akan savaş dizeleri yerini büyütülmüş resimlere bırakmışken son dizede tek kare ile şiire etkileyici bir son yazılmıştır.

Allah şehitlerimizden razı olsun.

KAYNAKÇA

  1. Ayaz H. Bülbül Şiiri Etrafında Mehmed Akif’in Değerler Dünyası Üzerine Düşünceler. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2015; 25(1): 31-37.
  2. Doğan M, editör. Mehmet Akif Ersoy ve Gölgeler. Ankara: Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi Yayınları; 2014.
  3. Doğan M, editör. Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik. Ankara: Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi Yayınları; 2015.
  4. Durkaya H. Metinlerarasılık ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bağlamında Bülbül Mazmunu ve Mehmet Akif Ersoy’un Bülbül Şiiri. Turkish Studies. 2013; 8(13): 847-856.
  5. Gülendam R. Mehmet Âkif’e Göre Müslümanlardaki Ümitsizlik İlleti. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2009; (20): 121-134.
  6. Metin B. Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak Üzerine Bir Söylem Çözümlemesi. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi. 2016; 5(3): 1225-1242. 
  7. Okay O, Düzdağ E. Mehmed Akif Ersoy. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 2003; 28: 432-439.
  8. Oral E, editör. Sabahattin Zaim Üniversitesi Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Milli Birlik ve Bütünlük Sempozyumu, 12-14 Ekim 2011, İstanbul.
  9. Yalçın Çelik D. Ay Bedir Halindeydi, Zafer Kazanıldı…Mehmet Akif Ersoy’un ‘’Çanakkale Şehitleri’’. Bilig. 2003; (27): 85-106.
  10. Yılmaz B. Mehmet Akif Ersoy’un Eserlerinde Halk Kültürü ve Halk Edebiyatı Materyallerinden İstifade. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi. 2009.