FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

LÜGAZ ÇALIŞMA GRUBU

· 22 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1Ayşenur Yiğit

2Betül Şeyma Karaköse

3Büşra Akça

4Özlem Koca*

5Yusuf Yıldız

  1. Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi
  3. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
  4. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
  5. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi

İletişim: kocaozlem.47@gmail.com

İçindekiler

DEVİR-ŞAHSİYET-ESER

Cumhuriyet devri şiir geleneği, Tanzimat sonrasında Divan şiirinin yerini yeni şiir anlayışlarının alması gibi, II. Meşrutiyet sonrası arayışları netleştirecek şahsiyetlerin doğması sonucunda oluşan yeni bir gelenektir. Bu dönemin kronolojik olarak tasnifi 1923-1940, 1940-1960, 1960 ve sonrası olarak yapılmaktadır. Kronolojik olarak edebi sıranın siyasi tarihimiz ile yakından ilgili olduğu görülmektedir. 1923-1938 yeni Türk devletinin kurulması; 1940-1960 tek partiden çoğul esaslı demokrasiye geçiş aşamaları ve 1960 sonrası demokrasi tartışmalarının varlığı edebiyatımızda kendini göstermiştir. 1923-1940 dönemi eski akımların, memleket edebiyatının ve öz şiir anlayışının etkisi altındadır.

Cumhuriyet geleneğinin fikir dalgalanmalarına ayak uyduran birbirinden farklı akımları içeren bir yapısı vardır. Bu akımlardan ilki “Hecenin Beş Şairi” olarak adlandırılan Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in bulunduğu Beş Hececiler akımıdır. Dilde sadeleşme ile evrilmeye başlayan Cumhuriyet geleneğinin bu ayağında Beş Hececiler, Türk Edebiyatı’nın uzun yıllar kullanılmış aruz vezni yerine hece veznini kullanmayı hedeflemiştir. Hecenin bir basitlik değil iç sesleri bulabilme kudreti olduğuna inanmışlardır. Bu inancın yanı sıra aruz vezni ile yazılmış eserleri de yok değildir. 

Beş Hececiler’in kurucularından olan Faruk Nafiz Çamlıbel akımın en romantik şairidir. Aşk şiirleri ile dönemde iz bırakan Faruk Nafiz 18 Mayıs 1898’da İstanbul’da doğmuştur. Babası Orman ve Maadin Nezareti memuru Süleyman Nafiz Bey, annesi Fatma Rukiye Hanım olan Faruk Nafiz Çamlıbel bilindiği üzere 10.Yıl Marşı’nın sözlerini öğrencisi Behçet Kemal Çağlar ile yazan şairimizdir. Han Duvarları’nın şairi olarak da bilinen Faruk Nafiz, şiire olan yeteneğini çocuk yaşta yazdığı “Saat” şiirinin Çocuk Dünyası Dergisi’nde yayınlanması ile göstermiştir. Yahya Kemal’in etkisi altında kalmış zevk ve estetik anlayışı bulunmaktadır. Gençlik yıllarının bir kısmını tıp fakültesinde geçirdikten sonra mezun olmadan ayrılıp gazetecilik yapmaya başlamıştır. Gazetecilik yaptığı Ankara şehrinde Edebiyat öğretmenliği ihtisası yapıp ilk görev yeri olan Kayseri’ye atanmıştır. Kayseri’ye yaptığı yolculukta Han Duvarları Şiirini kaleme alan Faruk Nafiz için Han Duvarları şiiri İstanbullu aydın gencin ilk defa haşin Anadolu tabiatı ve suskun insanı ile karşılaşması olarak değerlendirilmektedir. Ankara’ya dönerek 1932’ye kadar Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık edip Çoban Çeşmesi(1924), Suda Halkalar’ı(1928) kaleme almıştır. Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında ‘Şark Vilayetlerini Tetkik Heyeti’ne katılmış ve bu yolculukta memleket şiirleri yazmaya yönelmiştir. “Sanat” (1926) şiirinde de şu dizleri ile bu yönelimini gözler önüne sermiştir:

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun,

Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;

Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,

Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini.

                                                                     Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,

                                                                     Söylenmemiş bir masal gibi Anadolumuz.

                                                                     Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken,

                                                                     Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz!

İstanbul’da öğretmenlik görevine devam eden Faruk Nafiz 1946 yılında siyasete atılmıştır. Dönemin iktidar partisi olan Demokrat Parti’nin İstanbul Milletvekili olmuştur. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde Yassıada baskınında tutuklanmıştır ve Kayseri Kapalı Cezaevi’nde geçirdiği günlerini “Zindan Duvarları” şiirinde betimlemiştir.

HAN DUVARLARINDAN ZİNDANA

Biz de ŞEYHOĞLU SATILMIŞ gibi çizdik duvara

Nice yıl dillere destân olacak nâmımızı.

Bu canım yurt, ona gurbet, bize zindân oldu

Geçtiler yan yana tarihe serencâmımızı.

Başka bir dörtlüğünde ise cezaevindeki 16 aylık ceza süresini şöyle anlatmıştır:

Gün doğar. Sohbetimiz yalnız ölümdür adada.

Gün batar. Uykuda rü’yamız ölümdür yalnız…

Dersiniz, böyle cehennem mi olur dünyada?

Çok değil, bir gecelik bizde misafir kalınız!

Hecenin değerli şairlerinden olan Faruk Nafiz, Ankara Kız Lisesi coğrafya öğretmeni Azize Hanım ile evlenip Yeliz ve İsmet adında iki çocuğa sahip olmuştur. Şiirlerine konu olan aşkı ise kendisini başka vilayetlere sürgün etmesine neden olan dönemin şairlerinden Şükufe Nihal Başar’dır. Çamlıbel’in “Allahaısmarladık” şiirine konu olduğu söylenen aşkı Başar ile kavuşamadan sonlanan bir hikayesi vardır.

8 Kasım 1973’de Kaş-Fethiye gezisinde hayatını kaybeden kıymetli şairimiz bir röportajında, hızlı konuştuğu için kaydetmekte güçlük çektiğini belirten gazeteciye şu cevabı vermiştir: “Ben sesli harfleri harften saymam, yalnız sessizler ile konuşurum.” Şairimiz yaptığı bu latife ile belki de hayatın ve sanatın gürültüden uzak olduğunu, şiirin gizli tınıları sadelik ile fark ettirmek olduğunu sezdirmek istemiştir.

Han Duvarları

Faruk Nafiz’in sanat anlayışı, milli kaynaklara yönelmek ve belleklerde eski değerini göremeyen ‘’Anadolu’’ ögesini layık olduğu noktaya geri ulaştırmak gayesidir. Bu bağlamda, eserlerinde Anadolu’yu anlatmayı, Anadolu insanının vaziyetlerini kelimelere nakışlamayı ilke edinmiştir. Bahse konu şiir, ilk bakışta Anadolu coğrafyasını ve insanını ‘’konu edinmiş’’ bir eser olarak görünse de aslında kültürümüzün önemli parçası olan bu unsurların ihmal edildiğinden dem vurmaktadır. 

Bilindiği üzere hanlar, uzun yolculuklarda kervanların geçici olarak konakladığı yerler olup, dört bir yandan insanı bir araya getirebilmesi nedeniyle önemli bir etkileşim alanı olmuştur. Han Duvarları şiiri bu meşhur adını, Şeyhoğlu’nun bu ortak etkileşim alanlarına işlediği izler ve bu izlerin şairimizde bıraktığı izlenimlerden almaktadır. 140 dizeden oluşan ve mesnevi biçiminde 7+7=14’lük hece ölçüsüyle yazılan şiir, bir fikre göre şairin 1922 yılında Ulukışla’dan Kayseri’ye at arabası ile yaptığı üç günlük yolculuğu konu alırken başka bir fikre göre ise 1925 yılında Güney Doğu illerine yaptığı seyahatlerle alakalı izlenimlerinden doğmuştur.

Faruk Nafiz, arkadaşı Hamdi Bey’e atfetmiş olduğu şiirini, söz konusu yolculuğu zihinlerimizde resmedecek şekilde betimleyerek başlatır. 

Han Duvarları

-Osmanzade Hamdi Bey’e-

    Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

    Bir dakika araba yerinde durakladı.

    Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    

    Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…    

    Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,    

    Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya…

    İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!    

    Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,    

    Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…    

    Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,    

    Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,    

    Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…   

Sarı renk solgunluğun ve cansızlığın simgesidir. Dört bir yanın bu renge boyalı oluşu, şairin içerisinde bulunduğu yalnızlık, bitkinlik ve ölüm temalı hislerinin dışa vurumudur. Çünkü şair geride sevdiklerini bırakmış olmanın verdiği özlemle sanki bitmek bilmeyen bir yolda ilerlemektedir.

    Ellerim takılırken rüzgârların saçına

    Asıldı arabamız bir dağın yamacına.    

    Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,    

    Yalnız arabacının dudağında bir ıslık,

    Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,

    Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar,

    Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.    

    Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.    

    Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.

    Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince    

    Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi,

    Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.    

    Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

    Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.    

    Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,    

    Sonum ademdir diyor insana yolun hali, 

Gurbet özlemi ile yanan şair önlerindeki yokuşu da aşarlarsa kendisini yurdundan ayrı koyan bu yolculuğun son bulacağını umut eder ancak bu yokuşun,  uçsuz bucaksız görünen bir ovaya açılışı ile beraber benzi ağarır, umudu yerle bir olur. Gurbet durmaksızın şairi çağırır.

    Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan,

    Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan    

    Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,    

    Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…    

    Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine,  

    Uzanmışım, kalmışım, yaylının şiltesine.

    Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;    

    Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.

    Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,    

    Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:

    Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,    

    Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.    

    Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri    

    Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.

    Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya    

    Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. 

Şairin ıssız geçen yolculuğu ara sıra çıkagelen birkaç kişi ile kalabalıklaşır ve nihayet Niğde görünür. Alacakaranlık, geceye hükmederken buldukları viran bir hana sığınırlar. İçerisi gurbet yarasına deva arayan yersiz yurtsuz garipler ile doludur. Ne var ki Faruk Nafiz de aynı yaradan muzdariptir.   

    Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

    Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

    Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,    

    Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,

    Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı    

    Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı.

    Gitgide birer ayet gibi derinleştiler    

    Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…    

    Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,    

    Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı:    

    Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler

    Aygın baygın maniler, açık saçık resimler… 

Bu han, memleketinden, sevdiğinden, baba ocağından ayrı kalmış, hayalleri olan ve belki bu hayalleri yarım kalan nice vatansevere ev sahipliği yapmaktadır. Böylece yurdun dört bir yanından gelip sığınan garipler aynı paydada buluşmuştur. Hislerini dışa vurma ihtiyacı duyanları duvarlara bazı dokunuşlar yapmış, kimi sebepsiz yere karalamış kimi ise iz bırakmıştır. 

    Uykuya varmak için bu hazin günde, erken    

    Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken    

    Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı,    

    Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı,

    Ben garip çizgilerle uğraşırken başbaşa,    

    Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa…  

      “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan    

      Baba ocağından, yar kucağından    

      Bir çiçek dermeden sevgi bağından    

      Huduttan hududa atılmışım ben”    

Faruk Nafiz, duvardaki dokunuşlara göz gezdirirken gerçek manada iz bırakan biriyle karşılaşır.  Kimliğinin Şeyhoğlu Satılmış olduğu sonraki satırlarda belli olan ‘’Şair arkadaş’’, Faruk Nafiz’i derinden sarsar. Sanki okuduğu şey dört mısralık bir yazı değil, yaşanmışlıkların ve dahi yaşanmamışlıkların açtığı yaradan sızan birkaç damla kandır. Şeyhoğlu, baba ocağından da yar kucağından da daha büyük sevdalısı olduğu Anadolu’su için gurbet diyarlarda vazife peşinde koşan, öz mutluluklarını ötelemiş fedakar bir vatan askeridir.

    Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…

    Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi.    

    Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!

    Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;    

    Araya gitti diye içlenme baharına,    

    Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!..

Şeyhoğlu, şair tarafından da yüceltilir ve özgür istikbalin inşaasında emeği olan kahramanlar kervanına katıldığı belirtilir.

    Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,

    Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk,

    Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri    

    Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.

    Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,    

    Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…    

    Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,    

    Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.

    Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,    

    İki dağ ortasında boğulan bir geçide.

    Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden,    

    Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:

    Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,    

    Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.

    Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,

    Burada son fırtına son dalı kırıyordu…

    Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla

    Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.

    Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü,   

    Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…   

Günün erken saatlerinde yolculuk yeniden başlar. Atlı araba ilerledikçe şehir geride kalır. Bu öyle bir yolculuktur ve öyle bitmek bilmez bir hale gelmiştir ki bir nevi mevsim değişir, kışa döner. Beyaz bir ölüm gibi inen kar, sessiz, kasvetli ve ruhu kuşatıp çıkmaza sokan bir his gibi yağar, yağdıkça insanın ruhunu üşütür.

    Gönlümde can verirken köye varmak emeli    

    Arabacı haykırdı: “İşte Araplıbeli!”    

    Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana,   

    Bir menzile vararak atları çektik hana.    

    Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş    

    Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.

    Çatırdayan çalılar dört cana can katıyor…

    Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…

Bu uçsuz bucaksız beyaz örtünün kasveti arasında ilerleyen şair, konaklayabilecekleri bir durak bulma ümidini yitirmek üzeredir ki Araplıbeli’ne varır ve bir hana girerler. İnsanın içini ısıtan, umudunu sıcak tutan bir ateş yanmaktadır içeride. Şair, insanı geçmişe götüren, hülyalara daldıran o ateşin başında dinlenmeye başlar. Uyku yavaş yavaş gözkapaklarını düşürmektedir. Ta ki gözleri duvardaki şu satırlara ilişene kadar:

    Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

    Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.

    Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

    Kalbime, ateş gibi şu satırlar giriyor:

    “Gönlümü çekse de yârin hayali    

      Aşmaya kudretim yetmez cibali    

      Yolcuyum bir kuru yaprak misali    

      Rüzgârın önüne katılmışım ben”   

Bu handa da Şeyhoğlu’na ait bir dörtlükle karşılan şair, okuduğu satırların kendinde bıraktığı hissi, kalbine düşen bir ateşe benzetir. Sevdiğinden aşılmaz dağlar mesafesi uzakta kalan Şeyhoğlu, ucu ölüm dahi olsa vatan müdafasında vazifenin götürdüğü yere gitmektedir.      

    Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,

    Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…

    Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde    

    Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde

    Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,

    Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

    Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,

    Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

     “ Garibim namıma Kerem diyorlar    

      Aslı’mı el almış harem diyorlar    

      Hastayım derdime verem diyorlar    

      Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben    

    Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

    Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

    Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

    Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı.”

Şair, yolculuğunun üçüncü gününde de yola koyulur. Hava açık, gökyüzü parlaktır. Ancak üç günlük yolculuk boyunca hissettiği duygular ve ruh iklimi öyle çeşitlidir ki bunu ifade ederken ‘’üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde’’ ifadesini kullanır. Uzunca bir yol kat edişten sonra İncesu’ya varır ve bir handa konaklarlar. Gün doğarken duvarda gördüğü o dehşetli satırlar ile uyanır. O satırlar şairin yüreğini yakar. Şeyhoğlu bu dörtlüğünde Kerem-Aslı imgesi üzerinden sevda ve çaresizliğini dile getirir. Aslı’sına kavuşamayacak olma elemi ile hasta düşer ve son mısrada ismini açıklar.  Faruk Nafiz, Şeyhoğlu’nun dizelerinden öyle etkilenmiştir ki onun yazısında kitabe kokusu duyar.

    Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

    Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

    Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

    “Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”

    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

    Dedi:    

          -Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!

    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…    

    Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.    

    Aradan yıllar geçti, işte o günden beri    

    Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim.   

    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.

    Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,

    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları.   

Faruk Nafiz şiirini tamamlarken Şeyhoğlu gibi bu vatanın nice evlatlarının, baba ocağına geri dönemeden şehit olduğunu belirtmektedir. Bundan sonra şair için hanlar bir barınma yeri olmaktan çok daha fazla manaya gelecektir. 

Faruk Nafiz bu şiirinde Anadolu coğrafyasını ve Anadolu insanını fedakarlıklarıyla, özlemleriyle, hüznüyle ve yüce sevgisiyle ele almaktadır. Bizlere gittiği hanlarda gördüğü ve görünürde Şeyhoğlu’na ait olan dörtlükler aktarmıştır. Ne var ki bu dörtlükleri alt alta koyduğumuzda ahenkli bir bütün teşkil etmesi ve söz konusu dörtlüklerin farklı zaman dilimlerinde yazılmış olduğu halde bu ahengi yakalayabilmesi hayret vericidir. Bu sebeple, bu ara dörtlüklerin gerçekten gurbet özlemi çeken, vazifesi başında, huduttan hududa atılan Şeyhoğlu’na mı yoksa metaforik bir anlatım ile bizzat Faruk Nafiz’e mi ait olduğu halen tartışmaya değer yanını korumaktadır. Biz de bu yorumu sizin takdirinize bırakıyoruz.

Allahaısmarladık

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,

Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git…

Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın

Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakışı

Andırıyor ışıksız evinde pencereler.

Biraz yeşermek için beklesin artık kışı

Çağlayansız yamaçlar, suyu dinmiş dereler.

Bir sarı yaprak gibi düştü gönlüm yoluna,

Buğulu gözlerimden geçmediğin gün olmaz:

Benim kadar titremez hiç bir yiğit oğluna,

Hiç bir ana kızına bu kadar düşkün olmaz.

Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,

Alnından öz kardeşim öpse ben irkilirim.

Değil yalnız ardına kimlerin düştüğünü,

Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.

Gözlerimi gün gibi kamaştıran yüzünü

Daha candan görürüm senden uzaklaşınca.

Sararırsın dönüşte görünce öksüzünü:

Bir gelinlik kız olur aşkım senin yaşınca.

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,

Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git.

Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın

Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

Faruk Nafiz’in romantik söylemli bu şiiri genel olarak yüceltici ve duygusal ifadelerle dolu olmasına rağmen ilk ve son kıtada bireysel duygulara meyilli bir söylemle karşımıza çıkar.  Şiirde Şukufe Nihal ile olan aşkları ve ayrılıklarının izleri görülmektedir. Faruk Nafiz, dönemin aydın sanatçılarından olan Şukufe Nihal’i çok sevmiş ve onun tarafından da sevilmiştir. Ancak Şukufe Nihal, kızı Günay’ı düşünerek Faruk Nafiz’in evlenme isteğini geri çevirmiş ve böylece bu birliktelik sona ermiştir. Sonrasında Faruk Nafiz ani bir evlilik yapmıştır. Böylece sona eren bu aşk hikayesinin sonunda edebiyatımıza pek çok eser katılmıştır. Şukufe Nihal ‘Yalnız Dönüyorum’ romanını kaleme alırken Faruk Nafiz ‘Yıldız Yağmuru’ isimli romanı ve ‘Allahaısmarladık’ şiiri de dahil pek çok eserinde bu aşkı işlemiştir.

Allahaısmarladık şiiri, genel temasına bakıldığında kırgın bir aşk şiiridir. 6 kıtalı şiirin son kıtası ilk kıtasını tekrar etmiş ve böylece şiirin ortalarındaki şairin aşkını anlatan mısralar yerini kırgınlığa bırakmış ve anlatılmak istenen konunun etrafında sadık kalınmıştır. Şiire başlarken sevgiliye ‘git’ denilmekte ancak şair bu kıtada da sevgisini ve sevgilinin gitmesi takdirde kendisinde oluşturacağı tahribatı anlatarak kırgınlığını dile getirmiştir. İkinci kıtada ‘Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakışı’ mısrası bize Şukufe Nihal ve kızını anımsatmaktadır. Sonraki mısrada dul bakışının ışıksız evindeki pencereleri andırmasından bahsettikten sonra gelen diğer mısralarda ise tabiattan örnekler vererek durumu pekiştirmiştir. Üçüncü kıtada şair yer verdiği benzetmelerle aşkının büyüklüğünü anlatmaya devam etmektedir. Dördüncü kıtada ise şair sevgilisini başka kişilerin de sevdiğinden ve çok uzaktayken bile sevgilisinin yaptıklarından haberdar olduğundan bahsetmiştir. Beşinci kıtaya geldiğimizde önceki kıtada kendini hissettiren sert üslup yerini daha yumuşak bir üsluba bırakmıştır. Burada şairin durumu kabullenişinden bahsedilmektedir. Hatta uzaktayken, ayrıyken aşkının daha büyük olduğunu söylemektedir. Son kıtaya geldiğimizde ilk kıtayı tekrarladığını görmekteyiz. Şair önceki kabulleniş tavrına biraz daha kırgınlık ekleyerek şiirini noktalamıştır. 

Çoban Çeşmesi

İlk şiirlerini aruz ölçüsüyle yazan Faruk Nafiz Çamlıbel sonradan şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmaya başlamıştır. Zamanının en büyük aşk şairlerinden biri olmasının yanı sıra 1922 yılından sonra memleketçi şiirler de yazmıştır. Şairin 1926 yılında Hayat mecmuasında yayımlanan, oldukça anlaşılır ve sade bir Türkçe ve hece ölçüsü ile yazdığı Çoban Çeşmesi şiirini aşk baskın olmakla beraber aşk ve doğa temasının beraber işlendiği bir şiir olarak değerlendirebiliriz. Çoban Çeşmesi imgesi üzerinden eski Anadolu aşklarının hikayesinin anlatılışına şahit olurken mısralar arasına gizlenen eski aşklara özlemi de görmemek mümkün değildir.

“Göynünü Şirin’in aşkı sarınca

Yol almış hayatın ufuklarınca

O hızla dağları Ferhat yarınca 

Başlamış akmağa Çoban Çeşmesi”

Ferhat’ın aşkı ile akmaya başlayan Çoban Çeşmesi, Ferhat ve onun gibi birçok aşığın aşkından beslenip akarak onların yürek yangınlarını dindirmeye çalışmış.

O zaman başından aşkındı derdi

Mermeri oyardı, taşı delerdi

Kaç yanık yolcuya su verdi

Değdi kaç dudağa Çoban Çeşmesi

Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu

Kerem’in sazına cevap veren bu

Kuruyan gözlere yaş gönderen bu

Sızmadı toprağa Çoban Çeşmesi

O zamanlar Çoban Çeşmesi’nin işi başından aşkındı çünkü o kadar çok yüreği yanık aşık vardı ki su verilecek, toprağa dahi sızmamış suyu. Aşıkların yanan yüreklerine ve kuruyan gözlerine derman olmuş.

Leyla gelin oldu, Mecnun Mezarda

Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda

Ateşten kızaran bir gül arar da

Gezer bağdan bağa Çoban Çeşmesi”

Şimdi ise Çoban Çeşmesi’nin suyunu sunacağı bir tek aşık bile kalmamıştır. Bağdan bağa gezip aşık aramaktadır. Ateşten kızaran gül, aşkın ateşiyle yanarak olgunlaşan bir aşığın anlatılışının en güzel örneklerinden biridir.

Ne şair yaş döker ne aşık ağlar

Tarihe karıştı eski sevdalar

Beyhude seslenir, beyhude çağlar

Bir sağa bir sola Çoban Çeşmesi.”

Dağlarda su verecek bir aşık bekleyen Çoban Çeşmesi artık boşuna beklemektedir. Eski sevdaların tarihe karışmasıyla ona uğrayan hiç aşık kalmamıştır.

Ölümü Hatırlatan Kadın

Faruk Nafiz Çamlıbel eskilerin “sehl-i mümteni” dedikleri ifade rahatlığının şairidir. Şiirleri ilk okuyuşta bize kolay görünen, hakikatte ise yazması güç olan bir işleyiş tarzına sahiptir. Çamlıbel bu şiirinde Türkçeyi en sade, en işlek ve tabii şeklinde kullanmıştır.

Faruk Nafiz, Cumhuriyet Devri Türk şiirinde herhangi bir yabancı tesire kapılmadan, Türk edebiyat tarihinde “Milli Edebiyat Akımı” yahut “Memleket Edebiyatı” denilen cereyanın içinde ön safhada yer alan şairimizdir. Bu şiirindeyse diğer memleket şiirlerinden farklı olarak sevgiliye duyulan yüce bir aşk işlenmiştir. Bu aşk öyle yücedir ki ölümle harmanlanmıştır. Ölümün acı verici, çaresiz bırakan ve değiştirilemeyen yanı aşkının her bir nakışına işlenmiştir. Sevgilinin zihninde küçük bir yer edinebilmek, bir bakışına maruz kalabilmek ve onunla vuslata erebilmek için şair bütün varlığından vazgeçebileceğini söylemiştir. Sevilen kadın için intihar edilebileceğini düşünmüş ve sevgilinin güzelliğinden etkilenen şair, onun için ölmenin “ölümün en güzel şekli” olduğunu anlatmıştır. 

Şiirin ilk dörtlüğünde bir olay anlatılmıştır. Sevgilisini görmeden bir yıl evvel önce kayalıklarda intihar eden bir gençten bahsedilmiş, çöllerden aşık dönmesiyle Mecnun’a gönderme yapılmıştır. Ama Mecnun bile çölden dönüp eceliyle ölürken bu genç aşkından ölmüştür. 

Kayalıklarda gördüm seni,bir sisli günde,
Fırtınadan saçların çözülmüş bir demetti.
O kayalıklarda ki bir yıl evvel üstünde
Çöllerden aşık dönen bir genç intihar etti…

İkinci dörtlükte mübalağa söz sanatı kullanılmıştır. Sevgilisini görünce ruhuna düşen gölgenin onu öldürüvereceğini ama yine de Rabbi’nden onu gördüğü günü kutsal kılmasını dilemiştir. 

Seni her nerde,artık,her ne suretle görsem
Bir gölgenin duyarım ruhuma düştüğünü.
Ben de o aşık gibi bir kayada ölürsem
Rabb’im mukaddes etsin seni gördüğüm günü!

Üçüncü dörtlüğün son dizesinde “Sevmediklerin değil, sevdiklerin ölürmüş” kısmıyla da “Allah’ın sevdiği kullarını yanına alır” sözüne atıfta bulunulmuştur. 

Kayalıklarda bir genç öldüğü gün beldenin
Halkı seni karanlık rüyalarında görmüş,
Ey yadı gönlümüzden çıkmayan afet senin
Sevmediklerin değil, sevdiklerin ölürmüş.

Dördüncü dörtlükte ölüm eskiden şairin ruhunu karartırken şimdi sevgilinin varlığı ölümü şenlendirmiştir. 

Bazı ruhum kararır kefenlerden,mezardan;
Yok mu,Rabb’im,ölümün bir güzel şekli,derdim.
O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman
Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.

Şiirin bu kısmına kadar şair, kayalıklarda intihar eden gence özenmiş ve “Sevmediklerin değil, sevdiklerin ölürmüş” dizesiyle de eğer ölürse sevgilisinin onu sevebileceğini düşünmüştür.

Beşinci dörtlükte ise aşkına kıskançlık hakim olmuş. Öpmek manasıyla kullanılan “dudaklarınla silsen” ifadesi ve bir ölünün nefesini anlatabilmek için kullanılan “Mezardan bir nefestir.” ifadeleri, başka birinin sevgilisini öpmesinin bir ölünün nefesi kadar korkutucu olduğunu anlatmıştır. 

Başka bir göz yaşını dudaklarınla silsen
Ürpererek:Bu,derim,mezardan bir nefestir!
Buna kıskançlık deme,bence değil yalnız sen,
Seni gören göz bile ne kadar mukaddestir!

Altıncı dörtlükte ise şair, sevgilisine kendi gönlü gibi kimsenin gönlünün titremeyeceğini ama buna rağmen sevgiliye kavuşma arzusunun olmadığını, uzaktan görmenin ona daha cana yakın geldiğini anlatmıştır.

Kimse karşında belki titremez gönlüm gibi,
Bense hala korkarım dizinde ağlamaktan.
Teması korku veren tatlı bir ölüm gibi
Daha cana yakındır görünüşün uzaktan…

Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal’in çok tesirinde kalan fakat günün heyecanının şiirleriyle ifade etmekten çekinmeyen ve mükemmellik endişesi taşımayan bir Cumhuriyet şairidir. O, şiirlerini yıllarca olgunlaşsın diye bekletmemiş, sıcağı sıcağına yayınlamış ve devrin heyecanını beslemiştir. Bütün bu özellikleri ve şiir anlayışı ile Çamlıbel, Anadolu’da ses getiren şairler arasında yerini almıştır.

KAYNAKÇA

  1. Kural, M. (2018). Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerinde anlatısallık (Master’s thesis, Çağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).
  2. Enginün, İ. (1989). Faruk Nafiz Çamlıbel. Erdem5(13), 33-62.
  3. Karataş, ÖF. (2014). Faruk Nafi̇z Çamlibel’i̇n Şi̇i̇rleri̇nde Geleneği̇n Tesi̇ri̇. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (50), 209-230.
  4. Soydaş, H.  (2014). Faruk Nafi̇z Çamlibel Bi̇bli̇yografyasi/Faruk Nafiz Çamlıbel’s Bibliography. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (50), 243-260.
  5. Şayhan, F.  (2014). Sürekli̇ Yurtsuzluğun Geçi̇ci̇ Yurdu: Han Duvarlari. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi.
  6. Aydın, I. İşçi, Ö. (2019). Esendal’in Arabaci Ali Öyküsü ile Çamlibel’in Han Duvarlari Siirinin Metinlerarasilik Yönünden Karsilastirilmasi. Igdir University Journal of Social Sciences..
  7. Güngör, B. (2018). Arzulayan İle Arzulanan Arasinda: Faruk Nafi̇z Çamlibel’i̇n Aşk Temali Şi̇i̇rleri̇nde Arzu Modeli̇. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları19(19), 89-100.
  8. Yavuz, N. (2013). Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Ölümü Hatırlatan Kadın” Şiirinin Anlambilimsel Çözümlemesi. Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi36(2), 233-244.