YAZARLAR
¹ Zehra ORUÇ*
² Esma SAYIN
¹ Beyza YETGİN
¹ Merve Sema SERT
*İletişim: zehraoruc43@gmail.com
İçindekiler
FUZÛLİ’NİN HAYATI
Özellikle Azerbaycan sahasının, bazı edebiyat otoritelerince de tüm Türk edebiyatının en büyük şâiri Fuzûli olarak gösterilmektedir. Asıl adı Mehmed bin Süleyman’dır. Şâirin 888/1483 yılında Bağdat yakınlarındaki Hille bucağında veya Kerbela’da dünyaya geldiği sanılmaktadır. Âşıkane şiirin edebiyatımızdaki en büyük temsilcisi olan Fuzûli bütün şiirlerinde aşkı ve aşkın hallerini coşkun bir lirizmle ifade ederek; duyduklarını, yaşayışını, hislerini, hayal ve düşüncelerini üstün bir bilgi ve öğrenimin sonucu olarak muhteşem bir üslupla yansıtmaktadır. Edebiyatımızda Fuzuli’nin önemi bu denliyken yaşamı hakkındaki bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Yaşar Nabi’nin deyimiyle “ Fuzuli’nin sanatı üzerine çok, hayatı üzerine az bilgimiz vardır. Kaynakların çoğu şuara tezkerelerdir.” Bu durumun sebebi şâirin doğduğu muhitten ayrılmamasına ve İstanbul’a hiç gelmeyişine bağlanır.
Fuzuli şâir ve âlim kişiliğinin yanı sıra hoşsohbet bir insan olmakla anılmaktadır. Fakat tüm şöhretine rağmen saray çevresinden edinilen himayelere ve rahat bir yaşama erişememiştir. Fuad Köprülü’ye göre bu durumun sebebi şâirin mensup olduğu Şii mezhebinin Osmanlı siyasetince tehlikeli bulunmasıdır. Akkoyunlu Türkmen ailesinden olan Fuzûli, Osmanlı’nın Bağdat’ı ele geçirmesinden sonra bile beklediği ilgiyi görememiştir. Hatta kendisine geçimlik bir maaş dahi bağlanmamış, bu sebeple Fuzûli Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektup ile edebiyatımızdaki en önemli mektuplardan olan Şikâyetname adlı eseri ortaya çıkarmıştır.
Geniş bilgisine bakarak Fuzuli’nin diğer pek çok bilge şâir gibi iyi bir medrese eğitimi aldığı söylenebilir. Yalnızca Türkçe değil Arapça ve Farsça divanlar oluşturması da onun bu eğitimi aldığını destekler yöndedir. Zaten şâir Türkçe divanının giriş bölümünde de, iyi bir şâirin bilim ve bilgiden nasiplenmesi gerektiğini bildirmektedir.
Fuzûli kelime anlamı olarak boş, faydasız anlamlarına gelmektedir. Böyle bir mahlas almasının sebebi ise onun sanatını geleceğe de ulaştırma kaygısı içinde olmasıdır. Önceleri güzel anlamlı birtakım mahlaslar alan Fuzûli görmüştür ki bu mahlasla yazan başka şâirler de vardır. Bu durum karşısında sanatının benzerleri arasında kaybolması kaygısına düşmüş ve Fuzûli mahlasını anlamından dolayı kimsenin kullanmayacağını düşünerek kullanmıştır. Fuzûli bu durumu divanında şöyle açıklamıştır: “ Şiire başlarken günlerce bir mahlas almak yolunda düşündüm. Seçtiğim bir müddet sonra ortak çıktığı için yeni bir mahlas alıyordum. Nihayet benden önce gelen şâirlerin ibareleri değil, mahlasları kapıştıklarını anladım. Karışıklığı ortadan kaldırmak için Fuzûli mahlasını seçtim.”
Fuzuli’nin ölüm tarihi de tam olarak bilinmemektedir. Ay ve gün eksik olmak üzere yalnızca Ahdi’den aldığımız bilgiler ışığında şâirin 1556’da 70 yaşlarında vefat ettiğini bilmekteyiz. Ayrıca Ahdi, şâirin Fazli mahlasıyla şiirler yazan bir oğlunun olduğunu bize ulaştırmaktadır. 1956 yılında şâirin ölüm tarihi tam olarak bilinmediğinden ölümünün 400. Yıl dönümünde tüm yıl Fuzûli yılı olarak ilan edilmiştir.
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Fuzuli’nin şiirlerinde çoğunlukla bireysel ve tanrısal aşk iç içe bulunmaktadır. Şiirlerine baktığımızda anlamlandırmak için tasavvuf süzgecinden geçirmek gereklidir. Ancak bu Fuzûli’nin mutasavvıf bir şâir olduğunu göstermez. Çünkü Fuzûli tasavvufu bir amaç değil araç olarak görmüştür. Fuzûli’nin konu seçimleri tasavvuf çizgisinin içine hapsolmamıştır. Tasavvuf konusu olan yaratılmışlarda yaratılanı görme temasının yanında felekten, dünyanın geçiciliğinden, talihten yakınma gibi klasik edebiyatımızda çokça işlenen konuları da şiirlerinde görmek mümkündür. Bu konudaki tutumunu şu sözlerle ifade eder: “Ben eşyaya duygu ve akıl gözüyle baktım. Onlar üzerinde düşünme ve etraflıca araştırma ayağıyla yürüdüm.”
Fuzuli derin acılarını melamet düzeyinde şiirlerine yansıtmış bir şâirdir. Bunun sebebi ise yaşadığı coğrafyada İslam’ın ilk dönemlerinde başlayan ayrışmanın etkisinin daha da büyümüş olmasıdır. Çünkü Fuzûli Kerbela olayının yaşandığı topraklarda yaşamıştır. Bu dönem şâirimiz büyük bir aidiyet çelişkisi içerisine düşmüştür. Coğrafya, şâirin ruh dünyasının bir çeşit yansıması gibidir. Bu kavga, suçlama ve çatışma ortamının izleri şiirlerinde yalnızlık, güvensizlik ve kötümserlik olarak belirgin bir şekilde hissedilir.
Fuzûli’nin beslendiği kaynaklardan biri de Kur’an ve İslam ilmidir. Özellikle de Kelam ilminde yetkin bir kişiliktir. Bundan yola çıkarak aldığı iyi eğitim düşünsel yaratımlar oluşturmasına zemindir diyebiliriz. Yüksek duygusal yeteneğe sahip olan Fuzûli daha çok sofiliğe eğilmiştir. Ama hiçbir zaman koşulsuz kabul etmemiş ve aşırı yaklaşımlarını da Kur’an ışığında eleştirmekten asla geri durmamıştır. Ayrıca Fuzûli hiç yaşamdan kopmamış aksine eserlerine kendi yaşantısını hep dâhil etmiştir.
Fuzûli birçok tekdüze sözcüğe anlam renkleri eklemiş ve tekdüze söyleyişleri aşmış bir şâirdir. Örneğin Fuzûli için düşmek; kadehe düşmek, dökülmek anlamlarında kullanılır.
Mey gerçi safâ verir dimâğa Akduğı için düşer ayağa
“Gerçi şarap zihni neşelendirir, ancak akıcı bir nesne olduğu için de ayağa düşer.” biçiminde söylenen bu beyitte düşmek hem yere, yani ayakların bastığı yere dökülmek, hem de ayak: eyağ, aynı zamanda kadeh demek olduğundan, kadehe dökülmektir. Ayağa düştüğü zaman pespayeleşen; içeni de pespayeleştiren şarap, kadehe döküldüğü zaman, bir şenlik hazırlığı kadar neşelidir. Böyle bir söyleyiş, anlam diyarına girildiğinde ne denli hazineler çıkacağının ve ancak onu işin ehlinin çıkarabileceğinin kanıtıdır.
Fuzûli şiirlerinde içten, sade ve alçakgönüllü bir dil kullanmıştır. Deyimlere, vurgulara devrik ve soru cümlelerine, etkileyici tekrarlar ve tezatlara yer vermiş ve yoğun anlatımını kelimelerin gücünden yararlanarak gerçekleştirmiştir. Ses, söz ve anlam dengesini şiirlerinde ustalıkla sağlamıştır. Onun değişik çevrelerce tutulup sevilmesinde de bu anlatım ustalıklarının payı çoktur. Dönemine oranla sade olan Fuzuli’nin bu özelliği birçok beytinin bugün dahi anlaşılabilecek yakınlıkta olmasına olanak sağlamıştır. Bu sadeliğe bu denli yoğun anlamlar kalabilmesi de onun söz söylemekteki yeteneğini ortaya koymaktadır.
Fuzûli’nin dilinden dinlediğimiz aşk; anlam ve biçim süzgecinden geçen estetik bir olguyu ifade eder. Bu aşk bazen öyle şiddetli olur ki, şâir mesnevilerindeki kahramanlarla kendini karşılaştırıp üstünlüğünü ilan eder. Bunu net olarak görebileceğimiz sözlerden biri:
Mende Mecnun’dan füzûn âşıklık isti’dâdı varÂşık-ı sâdık menem Mecnun’un ancak adı var
(Bende Mecnûn’dan daha çok âşıklık yeteneği var.
Sevgide, sadakat gösteren âşık benim, Mecnûn’un ancak adı var.) beyitleridir.
LEYLA İLE MECNUN
Birçok şâir Leyla ile Mecnun mesnevisi kaleme almıştır. Fakat Fuzulî, o kadar güzel işlemiştir ki Leyla ile Mecnun denildiğinde ilk akla gelen odur. Fuzulî, bu aşk hikâyesini tasavvufi bir niteliğe büründürmüştür. Fuzûli’nin “mef’ulü mefa’ilün fe’ulün” kalıbıyla yazdığı bu eser, 3098 beyitlidir. Başında bir dibace (önsöz) bulunmaktadır.
Mesnevide iki farklı kabileden olan Leyla ile Kays’ın birbirlerine derin bir aşkla bağlanmaları ve bu bağlanmanın önüne çıkan engeller, acı ve ıstıraplar anlatılmaktadır
Soylu bir kabileden olan Kays okulda gördüğü ve güzelliyle onu büyüleyen Leyla’ya âşık olur.
Aşk olduğu yerde mahfi olmaz
Aşk içre olan karâr bulmaz
Aşk âteşine budur alâmet
Kim baş çeke şu’le-i melâmet
(Fakat bir yerde aşk bulundu mu, gizli kalmaz ve aşka düşenin (artık) rahatı ve huzuru kaçar. Aşk ateşinin belirtisi, kınama ve ayıplama alevlerinin baş göstermesidir.)
Dizilerden de anlaşıldığı üzere iki âşık ne kadar gizlemek isteseler de aşk yapacağını yapar ve çevre buna karşı çıkar. Onları ayıplarlar ve çevrede dedikodular baş gösterir. Bu dedikodular Leyla’nın ailesinde beklenen etkiyi gösterir. Annesinin kulağına kızı hakkındaki söylemler gelince; annesi Leyla’ya öğütler verir. Ancak zamanla söylentiler şiddetlenince annesi Leyla’yı okuldan alır ve adının kötüye çıkmasını engellemeye çalışır. Annesinin nasihatleri doğrultusunda Leyla da okulu bırakır. Günlerini hayata küskün bir şekilde çadırda geçirmeye başlar. Okuldan alındığı günden sonra Leyla’nın yüzü hiç gülmez.
Kays mektebe gittiğinde Leyla’yı göremeyince anlar ve Mecnun denilmesine sebep olacak süreci yaşar.
Söz muhtasar ol esir-i sevdâ
Bir nev’ ile oldı halka rüsvâ
Kim Kays iken adı oldı Mecnûn
Âhvalini etdi gam diger-gûn
( Sözün kısası: o sevda tutsağı halk içinde öyle bir dillere düştü ki; adı Kays iken Mecnun oldu ve ayrılık acısı, hâlini tamamen değiştirdi.)
Kays artık Mecnun adıyla anılmaya başladıktan sonra ayıplamalara kulak asmaz. Bir süre sonra Mecnun’un adı etraflarca duyulur. “Mecnûn deme bir fesâne-i şehr “ dizesi, bu şöhrete dikkat çeker.
Mecnun Leyla’yı okuldan alındıktan sonra bir kez daha görür. O günden itibaren çölü yurt edinir. Mecnun bu dünyanın itibarına meyil etmez ve aşkın ona verdiği şerefle yetinir. Dünyanın nimetleri Hem Fuzûli hem de Mecnun için hiç de talep edilecek şeyler değildir.
Babası eve gelmeyen oğlu Mecnun’u aramaya çöle gider. Ancak Mecnun, babasını tanımaz.
Dedi nedür ata yohsa ane
Leyli gerek özgedür fesâne
( (Mecnun) dedi ki: Ana baba nedir? Bana Leyla gerek gerisi hikâye!)
Mecnun artık sadece Leyla’ya arzusu peşindedir. Babası Leyla’nın onu beklediğini söyler ve eve getirir, ona nasihatler verir. Babası Mecnun’un Leyla’dan vazgeçmeyeceğini anlayınca genç kızı ailesinden istemeye karar verir. Leyla’nın babası adı Mecnun’a çıkmış birine kızını vermeyeceğini söyler.
Reddedilen Mecnun’u babası tavsiye üzerine Kâbe’ye götürür. Ancak Mecnun dertlerinin artması için duâ eder.
Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
(Rabbim aşk belasıyla beni tanıştır. Bir an bile aşk belasından uzak tutma beni.)
Mecnun’un cân-ı gönülden ettiği duâ kabul olur. Duâyı duyan babası ise Mecnûn’un artık iflah olmayacağını anlar ve çaresiz o evine, Mecnun çölüne döner. Çöl Mecnun’u yoğuran, pişiren ve günden güne olgunlaştıran bir yer olur. Çölde yaşayan Mecnun artık insanlardan tamamen kopmuştur.
Leyla da bu sırada gitgide yalnızlaşmış ve kendi içine çekilmiştir. Kendisi ve Mecnun dışındaki herkesi yabancı, düşman, gayrı olarak görür. Geceleri el ayak çekilince sahraya çıkar, gündüz ise hiç görünmez. Çevrenin ayıplamaları Leyla’yı rahatsız eder.
Hazerüm ta’neden ol gâyete yetmişdür kim
Yâra ağyâr olup ağyârum ile yâr olubem
(Kınamalardan öylesine bezdim ki; yârime yabancı olup, yabancılara yâr olmuşum.)
O devrin itibar ettiği insanlardan olan İbni Selam, Leyla’yı kendisine ister. Bunun üzerine ailesi İbni Selam ile Leyla’yı nişanlarlar.
Bu sırada devreye Nevfel girer. Nevfel Mecnun’un yazdığı şiirlerden çok etkilenir ve Mecnun ile tanışmak ister. Nevfel adamlarıyla birlikte Mecnun’un yanında yer alarak ona yardımcı olabileceğini söyler. Ama Mecnun’u ikna etmek kolay olmaz.
Fuzûli ayb kılma yüz çevirsem ehl-i âlemden
Neden kim her kime yüz dutdum andan yüz belâ gördüm
(Ey Fuzûli, eğer insanlardan yüz çevirirsem ayıplama beni.
Çünkü kime sokulduysam ondan yüz türlü bela gördüm.)
Hem Mecnun hem de şâir hayatı boyunca yaşadığı hayal kırıklıklarını böyle dile getirir. En sonunda Nevfel’in ısrarları galip gelir. Leyla bu kez Nevfel eşliğinde tekrar istenir. Anlaşma yolu mümkün olmayınca kılıçlar çekilir, savaş başlar. Ancak Mecnun Leyla’nın tarafının yenmesi için duâlar eder. Bunu duyan Nevfel duâyı kesmesini ister. Kesmediğini görünce de Mecnûn’un farklı bir yaratılışının olduğunu anlar. Sonunda Nevfel galip gelir. Leyla’nın babası kızının nişanlı olduğunu söyler. Nevfel ise bunlarda gözünün olmadığını, bir hastaya şifa bulmak amacı güttüğünü söyler ve oradan ayrılır.
Leyla İbni Selam ile evlenir. Ancak Leyla kendisine bir perinin musallat olduğunu ve kendisine yaklaşmamasını söyler. İbni Selam da bu isteğini yerine getirir.
Bu arada Leyla ile Mecnun arasında Zeyd adında bir haberci vardır. Zeyd, Mecnun’a Leyla’nın İbni Selam ile evlendiği haberini ulaştırır. Mecnun da Leyla’yı vefasızlıkla suçlayan bir mektup yazar. Kendi adını da kötüye çıkarttığını yazar. Bu durumdan memnun olmadığını belirtir. Mektubunda şu ifadelere yer verir:
Ammâ men ü senden özge çohdur
Kim sözleri bizden özge yohdur
Yahşi midür eylemek yaman ad
Kim kılmaya kimse hayr ile yâd
(Ama ikimizin dışında o kadar çok insan var ki, bizden başka bir şeyden söz etmiyorlar. Kötü ad sahibi olmak ve kimsenin hayırla anmadığı birisi haline gelmek hoş bir şey mi?)
Leyla, Mecnun’a yazdığı mektupta onun sitemini haklı bulur. Bu sırada Leyla’nın babasının Mecnun hakkında aldığı ölüm kararı gündeme gelir. Mecnun’un ne zaman ne yapacağı belirsiz olduğundan ölmesinin bunları engelleyeceğini belirtir. Mecnûn’un babasına da bu ölüm fermanının haberi gelir. Ardından Mecnun’u bulmak üzere çöle koşar. Ancak oğlunun hiçbir arzusunun kalmamış olduğunu görür. Mecnun ise babasını tanıyamaz bile. Mecnun babasıyla konuşurken bir anda kolundan kan gelir. Mecnun bu durumu, ‘Leyla’dan şu anda kan geliyor.’ diye izah eder. Bu hadiseye tanık olan baba, oğluna nasihati ve ayıplamayı bırakır.
Bir süre sonra Mecnun’a babasının ölüm haberi ulaşır. Mecnun babasının kabrine giderek ağlar ve yas tutar. Çünkü babası böyle yapmasını vasiyet etmiştir. Mecnun bu kez babasının sözünü dinler ve mezara gider.
Günler geçmekte Zeyd, Leyla ile Mecnun arasında haber götürüp getirmeye devam etmektedir. Mecnun’un babasının ölümünü duyan Leyla, çok üzülür. Çünkü Leyla’ya göre Mecnun ile mutluluklarını isteyen tek kişi babasıdır. Bu arada mesneviye bir olay halkası olarak İbni Selam’ın vefatı girer. Leyla, Mecnun’a kavuşabilmek için umutlanır ama kendisini sorgular. Mecnun’a yakın durmayı kendisine yakıştıramaz.
Leyla, İbni Selam vefat ettikten sonra bir kervan eşliğinde gönderilirken yolu kafileden ayrı bir yere düşer. Orada bir berduş ile karşılaşır. Bu kişi Mecnun’dur. Ancak tanınacak halde değildir. Mecnun olduğunu şu sözlerle anlar:
Dildar gamın mı söyleyem âh
Ya pend-i muhibb ü ta’n-ı bed-hah
Ahir ki çoh oldı ta’n-ı ağyâr
Ayrıldı men-i şikesteden yâr
Fâş oldı çü âleme fesânem
Tedbirüme düşdi atam anem
(Ah sevgili gamını mı anlatayım, dostların öğütlerini mi, yoksa kötü niyetlilerin ayıplamalarını mı? Nihayet düşmanların suçlamaları artınca, sevgilim ben zavallıyı terk etti.
Hikâyem bütün âleme yayılınca, babam ve annem beni bu durumdan kurtarmak için tedbir almaya başladılar.)
Leyla Mecnun’u tanır tanımasına ama Mecnun, uğruna onca şeyi feda ettiği Leyla’sını tanıyamaz. Bu görüşme Leyla ile Mecnun’un son görüşmesidir. Leyla Mecnun’un yanından ayrıldığında artık yaşamasına bir sebep kalmadığını düşünerek baba evine kapanır. Allah’ın canını alması için duâ eder. Son sözlerinde ise Mecnûn’u sevdiğini ilk kez söyler. Ardından da ahireti över. Orada dünyada olduğu gibi kötü niyetlilerin olmadığını belirtir:
Gel kâm-ı dil ile olalum yâr
Bir yerde ki yohdur anda ağyâr
Hoş -menzil-i emne bulmışem râh
Bi-ta’ne-i dûst ü cevr-i bed-hâh
(Gel, yabancıların bulunmadığı bir yerde gönlümüzce dost olalım. Dostların ayıplamasından ve kötü niyetli düşmanların sataşmalarından uzak, hoş bir menzile doğru yol bulmuşum.)
Leyla, Mecnun’un adı dilinde vefat eder. Zeyd ölümünü Mecnun’a haber verir. Mecnun da ‘Leyla’ diyerek son nefesini onun mezarı üstünde verir. Zeyd rüyasında her ikisini de cennette görür.
Mesnevinin sonunda Fuzûli olgun insanların dünyada kadrinin bilinmemesinden yakınır. Aynı zamanda kendisinin de kıymetinin bilinmediğini de söyleyerek feleğe sitem eder. Felek ise Leyla’yı dile düşürenin Fuzûli’nin ta kendisi olduğu cevabını verir.
Leyli dedüğün meh-i tamâmı
Men perdede sahladum girâmi
Rüsvâ-yı halâyık eyledün sen
Min ta’neye lâyık eyledün sen
(Leyla dediğin o ayın on dördünü ben saygı ile perde arkasında saklamıştım; sen ise onu elaleme rüsvâ eyleyip binlerce kınamaya hedef yaptın.)
Klasik edebiyatımızın en önemli örneklerinden biri böylece son bulur.
Su Kasidesi Şerhi
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma ki, bu kadar tutuşmuş ateşlere su fayda vermez.)
Gönlü aşk acısı ve hasretten yanmakta olan şâir, içindeki yangını gözyaşları ile söndürmek istese de ağlamanın fayda etmeyeceğini de bilmektedir.
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
(Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, gözyaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem.)
Yine ağlamakta olan şâir gözyaşlarının gerisinden göğe bakar ve onu su renginde görür. Tecahül-i arif yaparak “gökyüzünün rengi su rengi midir, yoksa gözyaşlarım onu çepeçevre sardı da ondan mı su renginde görünür?” diye sorar.
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.)
Divan edebiyatında sevgilinin bakışı oka, mızrağa, hançere ve kılıca benzetilir; bunlar yaralayıcı ve öldürücü aletlerdir. Ayrıca kılıç gibi kesici aletler su ile birlikte anılır zira silah ustaları bu aletlerin demirini su vererek sertleştirir. Beyitte sevgilinin kılıca benzeyen bakışı aşığın gönlünü parça parça eder ama şâir sevgilinin nazar etmesinden hoşnuttur. Çünkü bakış bir anlamda meyildir ve meyil aşığa zevk ve heyecan verir. Fuzuli sevgilinin bakışının gönlünde açtığı yaraları suyun akarken duvarda açtığı yarıklarla anlatır.
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)
Şâir sevgilinin kirpiğini gönlü üzerinde yarattığı tesir sebebiyle ok temrenine benzeterek övmektedir. Temren çelikten olduğu için onda su vasfı da mevcuttur. Bu su şâirin yaralı gönlüne zarar vereceği için onun adını anarken bile korkar.
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin ,boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, gözlerine kara su inse de (kör olsa da) yazısını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. )
Divan edebiyatında sevgilinin yüzü düzgünlüğü, parlaklığı ve beyazlığı dolayısıyla yazı levhasına veya Mushaf’a; yüzdeki tüyler de burada olduğu gibi Gubari hatta benzetilir. Hattat sevgilinin yüzündeki tüylere benzer incelikte yazı yazmak ister fakat kör oluncaya kadar çalışsa da sevgilisinin yüzündeki tüyler inceliğinde ve güzelliğinde bir hat meydana getiremeyecektir.
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)
Şâir bu beyitte ağlamanın boşa gitmeyeceğini, gül umuduyla dikene su vermenin de boşa gitmeyeceği örneği üzerinden anlatır. Zira divan edebiyatında sevgilinin yüzü, rengi ve şekli dolayısıyla güle; kirpikler de dikene benzetilir. Şâirin ağlayarak gül yüzlü sevgilisine nasıl kavuşacağı ise ışık oyunlarında gizlidir. Renkli mekân üzerindeki su damlaları üzerinde bulunduğu rengi yansıtacaktır. Buradan hareketle ağlamaktan kızaran gözler dolayısıyla gözyaşları da sevgilinin gül yüzünü hatırlatan rengi verecektir.
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.)
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
(Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.)
Şâir, gönlünü kendinden ayrı görüp ona seslenir. Sevgiliden ayrı olduğu zaman onun kirpiklerini istemesini ve bu yolla hararetini teskin etmesini tavsiye eder. Gönlünün bu aşk çölünde şâire bir defacık su aramasını istemektedir. Temrenin çeliğindeki su ile susuzluğunu giderecektir.
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.)
Beyitte geçmiş hayattan iki tip ile karşılaşıyoruz: Rind ve Zâhid. Rind edebiyatta kalender, derdi ve zevki bir tutan, gönül ehli, olgun, dışı kötü görünse de içi iyi insan anlamı ile tasavvufi metinlerde dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş arif kişi manasıyla kullanılır. Zâhid kelimesi ise başlangıçta mutasavvıf, sûfi anlamlarını taşırken zamanla sadece cennet için ibadet eden, dinin özüne aşina olmayan, geçimsiz, aşkı inkâr eden bir insan tipi anlamına gelmiştir. Bu beyitte zâhid tipine karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir. Âşık aklı ile değil hisleri ile hareket eder ve divan şiirinde sarhoş olarak nitelendirilir. Ama o daha ziyade aşk sarhoşudur. Dudak ile şarap arasındaki renk ilgisinden ötürü âşık şarabı özlediğini anlatır. Aklı başında olanlar ise -ki beyte göre zâhidler- su peşindedirler çünkü onlar vuslatın zevkini bilmezler.
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
(Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye âşık olmuş.)
Kûy eski şiirde sevgilinin bulunduğu yer, ravza da cennet anlamına gelir. Yani âşık için sevgilinin bulunduğu yer cennet gibi değerlidir. Servi ise nazikçe salınışı ve uzunluğu sebebiyle sevgilinin boyunu ifade eder. Su, şâirin sevdiği güzele âşık olmuştur. Suyun bahçelere doğru akışı bu sebebe bağlanarak hüsn-i tâlil yapılmıştır.
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
(Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.)
Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.)
Böylece onun eline ve dudağına öldükten sonra da olsa değmiş olmayı ummuştur.
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
(Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dik başlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi bu dik başlılığından kurtarabilir.)
Divan edebiyatında sürekli servinin etrafında olduğu için kumrunun serviye âşık olduğu kabul edilir. Fakat servi dik başlılığından ödün vermez. Asi ve halden anlamaz serviyi yola getirmek için bir aracıya ihtiyaç vardır ki bu aracı da şâire göre sudur.
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
(Gül fidanı bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.)
Bu beyitte gül – bülbül hikâyesine telmih vardır. Efsaneye göre, gül eskiden kırmızı değil soluk pembedir. Bülbül ise güle âşıktır. Aşkından sürekli feryat ederek ağlamakta ve gonca hâlindeki gülün açılması için sabahlara kadar yalvarmaktadır. Ancak gül, bülbülü umursamayıp açılmamaktadır. Bülbül bu şekilde feryat ederken günler geçer. Bülbül bir gün daha kuvvetli niyaz etme isteğiyle tedbirsizce gülün kollarına atılır, kanı gül fidanının dibine akar ve can verir. Efsaneye göre gül bundan sonra kırmızı olur ve gülün hilesi de çiçeğine daha kırmızı renk verme çabasına dayanır. Beyite göre eğer su gülün mizacına girip onu sakinleştirmezse gülü bülbülün kanını dökmekten kimse alıkoyamayacaktır.
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su
(Su Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.)
Bu beyit kasidenin giriz beytidir, yani nesib bölümü bitmiş, naat bölümüne giriş yapılmıştır. Su temiz yaratılışı ile insanların temizlenmesine hizmet ederek Hz. Muhammed ’in (s.a.v) yoluna yani İslamiyet’e uymuş ve insanlara da temiz yaratılışını göstermiştir.
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
(İnsanların efendisi, seçme inci denizi olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.)
Kasidede Hz. Peygamber övgüsü bu beyitte başlar. Şâir Resulullah ’ı insan soyunun efendisi sayar. Şiire göre Hz. Muhammed seçme incinin bulunduğu denizdir. İnci Hz. Muhammed ’in ruhunu, ondaki ilahi unsuru, insanda asıl değerli olan ölmeyen varlığı; derya da bedeni temsil ediyor olabilir.
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
(Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.)
Bu beyitte Hz. Muhammed ’in taştan su çıkarma mucizelerine telmih vardır. Bu taş, Hz. Peygamber ’in emri ile peygamberlik bahçesinin parlaklığını tazelemek, daha canlı kılmak için su çıkarır.
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
(Hz. Peygamberimiz ’in mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan, ateşe tapan kâfirlerin binlerce mabedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.)
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su
(Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini -bir mucize olarak parmağından su akıttığını- kim işitse hayret ile parmağını ısırır.)
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
(Dostu yılan zehri içse bu ona hayat suyu olur. Aksine düşmanı da su içse o su, elbette yılan zehrine döner.)
Hz. Peygamber’in dostları zehir içseler bile bundan zarar görmezler. Düşmanları ise sırf ona düşmanlık ettikleri için su bile içseler bu su onlara yılan zehri olacaktır. Kısacası onu sevenlerin ölümsüzleşeceği, sevmeyenlerin ise unutulmaya mahkûm olacağı anlatılır.
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
(Abdest için el uzatıp gül yanaklarına su vurunca her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.)
İbadet lütuf ve rahmet sebebidir. Kul secde anında Allah’a en yakın konumdadır. Secdeye varmanın ilk basamağı da abdesttir. Bu sebeple abdest suyu damlaları rahmet denizini dalgalandırır. Hz. Peygamber’in ibadeti ise sadece kendisine değil, âlemlere rahmet vesilesi olur.
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
(Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)
Su, bir mü’min gibi, Hz. Muhammed’e âşıktır. Onun ayağının bastığı toprağa kavuşmayı arzu eder, fakat başaramaz. Bundan dolayı hiç durmaksızın, başıboş olarak başını taştan taşa vurup gezer; üzüntüsünü çaresizliğini böyle ifade eder. Burada suyun akışına yeni bir sebep yüklenerek hüsn-i tâlil yapılmıştır.
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
(Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak ister. Parça parça da olsa o eşikten dönmez.)
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
(Sarhoşlar içkiden sonra gelen baş ağrısını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı derman bilirler.)
Hatalı Müslümanlar ilahi cezadan kurtulmak için Hz. Peygamber ’in şefaatine muhtaçtırlar. Bu şefaate ulaşmak için de Resulullah’ı öven şiirleri ve naatları bir dua gibi okurlar. Yani günahkârlar Peygamber’in naatını sık sık okuyarak dertlerine derman bulacaklarına, şefaatine nail olacaklarına inanırlar. Şâir bu durumu sarhoşların baş ağrısını gidermek için su içmesine benzeterek anlatmıştır. Belki de sarhoşların su içerek ağrılarından kurtulması örneği, günahkârların sık sık tekrarlayarak peygamber şefaatine ulaşacakları naatın Fuzuli’nin su redifli naatı olduğuna bir işaret de olabilir.
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
(Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların yanıp daima su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum.)
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi’râc’da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
(Sen o kerâmet denizisin ki mi’râc gecesinde feyzinin nemleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.)
Hz. Peygamber miraç gecesi göğe yükselmiş ve bir lütuf denizi olan Hz. Peygamber’in feyzi gezegenlere ve yıldızlara ulaşmıştır. Gök ve gök ehli onunla müşerref olmuştur.
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
(Kabrini yenileyen mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.)
Fuzuli, eğer peygamber kabrini tamir için su gerekse herhangi bir suyun bu tamire layık olmadığı gerekçesiyle güneş çeşmesinden temiz ve saf su ineceğini söylemiştir.
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
(Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış; ama o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.)
Beyitte mü’minin korku ve ümit arasındaki ruh hali anlatılır. Cehennem korkusu âşık olduğu için zaten yanık olan yüreğini daha da yakmakta, şâiri korkutmaktadır. Fakat kıyamet gününün şefaatçisi Hz. Muhammed’in ihsan bulutu mü’minlerle beraber şâirin de yanan gönülüne su serpecek, onları sıkıntıdan ve ateşten kurtaracaktır. Şâir bu şefaati umup teselli olanlardandır.
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin alelâde sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su (damlası) gibi birer inci olmuştur.)
Fuzuli’nin sözleri ya da diğer bir anlama göre şâirin boş ve faydasız (fuzuli) sözleri Hz. Muhammed’i övmenin uğuru ile nisan yağmurundan olan iri inciler gibi olmuştur. Şâir burada dolaylı olarak şiirini övmekte fakat sebebini Hz. Muhammed’e bağlamaktadır.
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
(Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün yahut âşık göz, sana duyduğu hasretten gözyaşı döktüğü zaman,)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.)
Fuzuli’nin başka şiirlerinde olduğu gibi Su Kasidesinin son iki beyitinde de anjanbman vardır. Anjanbman, şiirde bir mısra veya beytin anlamı için gerekli kelimeleri bir sonraki mısra veya beyite bırakmaktır. Fuzuli kıyamet gününde hala Peygamber hasretinden ötürü hasret gözyaşları döküyor olacaktır. İşte o gün Resulullah’ın güzel yüzünü görmeye susamış şâir istediğine kavuşacak ve Efendimiz’in kavuşma pınarı Fuzuli’yi susuz bırakmayacaktır. Şâirin umudu bu yöndedir.
BENG Ü BADE
Beng ü Bâde Fuzulî’nin kaleme aldığı alegorik bir eserdir. 444 beyitten oluşur. Eserin Şah İsmail ile II. Bayezid ve adamlarını sembolize ettiği düşünceleri yanında, içki ve uyuşturucu birtakım nesnelerin kişileştirilmesi ile basit bir gülmece veya tasavvufî bir eser olduğu tezleri de ileri sürülmüştür.
Beng (afyon)’in II. Bâyezid, bâde (Şarap)’nin Şâh İsmail tarafından içilmiş olmasının yanında söz konusu maddelerin iki hükümdarı sembolize ettiğinin kuvvetli delillerini eserde de görmekteyiz: Bengin ihtiyar, bâdenin genç olması; bengin sakin, bâdenin hareketli; bengin sûfi, bâdenin savaşçı olması vs. gibi.
Şah İsmail, nihai derecede haris idi ve kazandığı muvaffakiyetlerle sarhoş olmuştu. Asker, devlet, ilim ve edebiyat adamı olarak dedesi Uzun Hasan’dan ve II. Bayezid’den üstün bir şahsiyetti. Sultan Bayezid kadar büyük âlim değildi, onun insan cephesine de mâlik değildi. Fakat enerjisi ve kitleleri tesiri altına almaktaki başarısı, onu daha da büyük muvaffakiyetlere namzet kılıyordu.
Fuzûli’nin “Beng ü Bâde” mesnevisinde, onun şiir bilgisini, anlatı kurgusunu, psikolojik ve sosyolojik tespitlerini; uyuşturucu ve sarhoşluk verici maddelerin bileşimi, etkileri, sonuçları açılarından tıp ve kimya bilimindeki yetkinliklerini gözlemlemekteyiz. Eserde bu içki ve uyuşturucuların kişi üzerindeki etkisi, kalıcılığı devlet ve toplum yapılarıyla örtüştürülmüş gözükmektedir. Esrar içenin dingin ve uyuşmuş haline karşı, şarap içende hareket ve aktivite söz konusudur.
Fuzulî, Beng ü Bâde’de sadece Osmanlı Devleti’nin padişahı ile Safevi Devleti’nin şahını anlatmamış, bu kişilerin timsalinde Osmanlı ve Safevi toplum yapısını da irdelemiştir diyebiliriz. Osmanlı, imparatorluk olmanın gerektirdiği doğal bir sonuç olan heterojenlik ve çok renkliliği, kurumlarıyla oturmuşluğu anlatırken; Safevi, homojen, saf, bozulmamış ve daha millî bir yapının varlığını hissettirmektedir.
Anlatı türlerinin hemen hepsinde görülen tematik gücü olumlu kılma ile karşı gücü olumsuz kılma, bu eserde çok açık değildir. Bu da Fuzûli’nin aklı ile gönlü arasındaki bir mücadeleyi gösterir gibidir. Bu hassas dengeler üzerine kurulu terazinin zaman zaman bir taraftan diğer tarafa değiştiği görülmektedir. Ancak, özellikle inançsal nedenler başta olmak üzere, Şah İsmail’i sembolize eden “Bâde” eserin sonunda ağır gelmiştir.
Fuzûli’nin bu dengeleri nasıl güttüğünü birkaç somut örnekle ortaya koyalım: 1. Kendi adamı tarafından ihanete uğrama iki taraf için de söz konusudur. 2. Bâdenin övgüsü yanında, bengin de övüldüğü görülmektedir. 3. Eserde bengin yanında badenin de olumsuz ve kötü tarafları ortaya konulmuştur. 4. İki unsurun bahse tutuştuğu bölümde beng 17 kez, bade de 18 kez söylenerek, badeye çok az bir üstünlük verilmiştir. 5. İki tarafın savaşında önce beng savaşı kazanır gibi gösterilmiş; ancak sonuçta bade savaşın galibi olmuştur.
Eserde bâde, tematik güç olarak karşımıza çıksa da, bütün olumlu özellikleri üzerinde toplamış görünmemektedir. Anlatımın merkezinde bâdenin olduğunu, olayların bâde etrafında geliştiğini söylemek mümkün; ancak bâdenin “başkahraman” olması, onun olumsuzluklardan arındırılmış olduğunu da göstermemektedir.
Liderlik özellikleri tam oturmamış olmakla birlikte bâde, kendisine olağanüstü bir inançla güvenmektedir. Gençliğin verdiği enerji ve toylukla, her şeyin kaba kuvvetle çözülebileceğine inanmaktadır.
Bâde, ateş ve su gibi iki zıt unsuru içeren bir içecektir. Akıcı, yani su tarafı görünmekle birlikte, ateş onun içinde gizlidir. Bâdede baskın ve aktif bir ateşin olduğu görülmektedir. Bâdedeki bu iki zıt özellik, sembolize ettiği Şah İsmail’in hayatı ve eserleri incelendiğinde kendisini göstermektedir. Fuzulî, Bâde’yi Beng’e şöyle hitap ettirir:
Men nebîre-i tâkem
Men şafak gibi âlam
Men çerâğ-ı encümenem
Nevres-i cihân-sûzam
Eylerem seni fâni
(Ben üzüm kütüğünün torunuyum, şafak rengi gibi kırmızıyım, meclislerin aydınlatıcı mumuyum, ben dünyayı yakan yeni yetme delikanlıyım, seni yok ederim)
Tasavvuf ehli bâdeyi, Allah’a ulaşmak için ruha gerekli olan coşkunluk, kendini unutma, kendinden geçme hâllerini verecek bir araç olarak görmüşlerdir. Bu sembolik değerin yüklendiği bâdenin Şah İsmail’i temsil etmesi rastlantı değildir. Beng ü Bâde’deki savaşta yenilgiye doğru giden Bâde’nin Allah’a sığınması ve duâsının kabul olması, inanç farkının ön plana sürüldüğünün göstergesi gibidir.
Sonuç olarak, Fuzulî bu eserinde inanç boyutu başta olmak üzere, millî duygularını da bâde sembolizmi ile Şah İsmail’in şahsında somutlaştırmıştır. Ancak bu düşünce ve duygularında ince bir üslup ayarlaması yapan Fuzulî, çatışır gibi görünen bu değerlerin daha üstünde kapsayıcı ve kucaklayıcı bir bütünlük ortaya koyar. Eserde, akıl ile gönlün mücadelesi ve çekişmesiyle karşı karşıya kalmaktayız. Duygu ön planda görünmekle birlikte, akıl hiçbir zaman ihmal edilmemektedir. Zaten eserin sonunda da uzlaşmacı bir tavrın ortaya çıkmasıyla birlikte, “sulh”a yani barışa ulaşılmaktadır.
FUZÛLÎ’NİN ŞİKÂYETNAMESİ
Eser, Bağdat’ın fethi nedeniyle padişah ve devlet adamlarına yazdığı kasideler sonucu şâire evkaf gelirinden bağlanan dokuz akçe miktarındaki gündeliğin alınmasında güçlük çıkarılması sonucu, durumun devrin nişancısı Celalzâde Mustafa Çelebi’ye şikâyeti konusuna yer vermektedir. Şâir, mektubunda kendine bağlanan gündeliği vermekte zorluk çıkaran evkaf memurlarını ve devlet dairelerinden şikâyetini dile getirmektedir. Tasavvufun ana zemin olduğu eserde, hesabın ne dünyevî ne de uhrevî yönü memurlar tarafından ciddiye alınmamaktadır. Karşılıklı sohbet şeklinde söze dökülen cümlelerde rüşvetin yaygın olduğu, alacaklıya alacağının verilmediği görülmektedir. Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi’ye hitaben yazıldığı için “Nişancı Paşa Mektubu” ismiyle de anılır.
“Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.”
“Dedim: – Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?
Dediler: – Bizim âdetimiz böyledir.
Dedim: – Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile duâ kılam.
Dediler: – Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.
Dedim: – Beratımın gereği niçin yerine gelmez?
Dediler: – Zevaittir, husulü mümkün olmaz.
Dedim: – Böyle evkaf zevaitsiz olur mu?
Dediler: – Asitanenin masraflarından artarsa bizden kalır mı?
Dedim: – Vakıf malın dilediği gibi kullanmak vebaldir.
Dediler: – Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.
Dedim: – Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur.
Dediler: – Bu hesap, kıyamette sorulur.
Dedim: – Dünyada dahi hesap olur, haberin işitmişiz.
Dediler: – Ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı etmişiz.
Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim ve mey’us ü mahrum guşe-i uzletime çekildim.”
XVI. yüzyıl nesrinin özelliklerini taşıyan Şikâyetname, sanatlı ağır bir üslupla yazılmış, ayet, hadis ve manzum parçalarla süslenmiştir. Mektup türünün ilk örneği sayılan bu eser divan edebiyatının “altın çağı” olarak görülmüştür.
Mektubun, “Selâm verdüm rüşvet degüldür deyü almadılar, hüküm gösterdim fâidesüzdür deyü mültefit olmadılar” biçiminde başlayan bölümü ünlüdür ve dil bakımından en yalın olan bölümdür. Eserde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer.
Kanuni gibi bir padişahın bile emrinin yerine getirilmediğini alaycı bir üslupla dile getirilmesi eserin bir şikâyetten çok, bir alay ve küçümseme havasında oluşu, divan edebiyatında mektup türünden çok, hiciv türünde yazılmış bir örnek olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
Kâtipler, vakıf muhasebesinin sorumluluğunu üstlenmektedir. Lakin kâtipleri rüşvetle yolsuzluğa ikna etmişlerdir. Nitekim durumdan hiç rahatsız olmaksızın, kendilerini uyaran Fuzûli’ye de içinde bulundukları durumu özetler şekilde şunları söylemişlerdir: “Dediler: – Ondan dahi korkumuz yoktur, kâtipleri razı etmişiz.”. Öte yandan onun getirdiği padişah hükmüne iltifat edilmemiştir. Bu da memurların belgesiz iş, yani yolsuzluk yaptığını göstermektedir.
Fuzulî beratının gereğinin neden yapılmadığını sormuş ve karşılığında bunun zevâid olduğunu ancak tahsil edilemeyeceğini öğrenmiştir. Görevli memurlar Asitane (İstanbul) giderlerinden arta kalan parayı kendilerinin kullandığını, kendilerinden de artarsa ancak o zaman zevaid oluşacağını söylemişlerdir. Kısaca Fuzûli’ye söz konusu ücretin verilmeyeceğini bildirmişlerdir.
Fuzûli, memurların görevi kötüye kullandıklarını ve kendisine akçe ödemeyeceklerini anlayınca onlara yaptıkları işin bir hesabının olacağını söylemiştir. Görevli memurlar da bu hesabın kıyamette alınacağını ifade ederek Fuzûli’nin sözlerini hafife almışlardır.
KAYNAKÇA
- ÖZCAN, Nezahat, Fuzûli’nin Leylâ ile Mecnûn Mesnevisinde Aşk-Gelenek Çatışması
- TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, (İkinci Baskı), Dergah Yayınları, İstanbul
- KAPLAN, Mehmet, Leyla ve Mecnun, Tıp Tahlilleri, İstanbul: Dergah Yayınları
- AKAR, Metin. Su Kasidesi Şerhi, TDV Yayınları, Ankara, 2017.
- YILDIRIM, Ali; Fuzuli’nin Beng ü Bade Mesnevisi ve Bade Sembolü, Elazığ
- Muhasebe ve Finans Tarihi Araştırmaları Dergisi, Temmuz2016(11)
- Littera Turca Journal of Turkish Language and Literature 2 (1), 431-438, 2016