YAZARLAR
1 Busenur AKBAY*
1 Ayşenur KARACA
1 Maide Hazel YILDIRIM
2 Şeyma Yüsra SOĞANDA
3 Rumeysa DOĞAN
- Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi
* İletişim: busenurakbay@gmail.com
İçindekiler
ACARA COĞRAFYASI
Acara; günümüz Gürcistan devletinin batısında bulunan, Türkiye’nin kuzeydoğusunda Artvin ve Ardahan’a komşu olan, Karadeniz’i batısında bırakan bir Kafkasya bölgesidir.
‘‘Kafkasya’da Acara’dan daha güzel bir bölge yoktur.’’ sözleriyle tarif edilen Acara, kuzeyini Acara dağlarının, güneyini Şavşat ve Arsıyan dağlarının çevrelemesi ile ılıman bir iklime sahiptir. Çoruh nehri Türkiye’yi terk ettikten sonra bölgenin merkezi sayılan Batum yakınlarında Karadeniz’e dökülür. Bölgenin %50’sinin ormanlık alan olduğu belirtilmekte ve Acara topraklarının ormancılık başta olmak üzere tarım ve hayvancılığa elverişli olduğu bilinmektedir.
ACARA TARİHİ
Sahip olduğu coğrafi şartlarla dünya üzerindeki ilk yerleşim yerlerinden olduğu düşünülen Kafkasya bölgesinin batı kesiminde yer alan Acara, adını bölgede yaşamış olan Eger halkından aldığı düşünülmektedir.
Acara’nın batısında yaşamakta olan Gürcüler ya da o dönemki ismi ile Kartveller, VII. Yüzyılda Müslüman Arapların Tiflis üzerine yaptıkları akınlara dayanamayarak Acara bölgesine doğru hareketlenmişlerdir. Yoğun nüfusları ve izlediği politikalarla Gürcüler, Acara bölgesini hâkimiyetleri altına almıştır. Bölgede yerleşik olan Acarlar VII. yüzyıldan itibaren din, dil, kültür bakımından Gürcülerin etkisi altında kalmıştır ve bölge nüfusu Hristiyanlığa yönelmiştir.
1060’lı yıllardan sonra Acara’ya gelmeye başlayan Selçuklu boylarıyla beraber Müslümanlığın anılmaya başlandığı bölge, 1068’de Sultan Alparslan önderliğinde tamamen fethedilmiştir. Bunun üzerine Gürcü Prens Bagrad Müslüman olmayı kabul etmiş ve bölge Selçuklulara bağlanmıştır. 1121’de Avrupa Haçlı askerlerinden destek alan Gürcü ordusu, Selçuklulara başkaldırmış ve galip çıktığı Digori Savaşı’nın ardından topraklarını tekrar kendi egemenliği altına almıştır.
Gürcistan, 1184-1213 arası Kral Giorgi ve ardından gelen Kraliçe Tamara’yla en güçlü çağlarını yaşamış, Kafkasya bölgesini tamamen ele geçirmiş ve sınırlarını batıda Sinop’a kadar uzatmıştır. Rusya, İran, Suriye ve Mısır’a kadar uzanan ticari ilişkiler kurulmuş ve Tiflis, Kafkasya bölgesinin en güçlü şehirlerinden biri haline gelmiştir.
1405’te Moğolların yöneticisi Timur ölünceye kadar yaklaşık yüzyıl yoğun Moğol akınları altında yaşamaya çalışmışlardır. Akınlar karşısında kendilerinde büyük bir ulusal bilinç uyanmış Gürcüler, toparlanma sürecine girmişlerdir. Bu süreçte Moğol akınları ile yıkılan Selçuklu Devleti’nin batısında kurulan Osmanlı, zorlu kuruluş dönemlerini atlatmış ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle beraber altın çağlarını yaşamaya başlamıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in Kırım’ı fethettikten sonra Acara bölgesinin kuzeyinde bulunan Kafkasya topraklarını da Kırım Hanlığı’na bağlaması, bölge halkını İslamiyet ile tekrar karşı karşıya getirmiştir. Fakat bölgenin tam olarak İslamiyet’i benimsemesi ve azımsanmayacak derecede bir Müslüman nüfusun oluşması Yavuz Sultan Selim’in Trabzon valiliği (1481-1512) sırasında Gürcistan üzerine yaptığı fetihlerle meydana gelmiştir. Bu sıralarda Çıldır Atabekleri’ne bağlı olan Şavşat, İmerkev, Maçakhel ve Acara kesimlerinin beyleri, kendi istekleri ile Müslümanlığı kabul ederek Osmanlı himayesine girmişlerdir. Bölgeyi hâkimiyeti altına alan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda bölgeyi Safevilerden de korumuştur. Bölge halkının güvenini kazanan Yavuz Sultan Selim ve bölgedeki Gürcülerin ilişkisi, Çaldıran Seferi sonrası çekilen gıda sıkıntısında Gürcü beylerin yardım eli uzatmasıyla kuvvetlenmiştir.
Bölgede yaklaşık 50 yıl süren İran-Osmanlı çekişmesinin ardından 1555 yılında yapılan Amasya Antlaşması ile Gürcü toprakları iki devlet arasında paylaştırılmış ve Batı Gürcistan Osmanlı’ya bağlanmıştır. Antlaşmadan sonraki süreçte de Gürcü toprakları (Kafkasya) üzerine sefer düzenlemekten vazgeçmeyen Osmanlı, Ahıska gibi Aşağı Gürcistan olarak adlandırılan toprakları da hâkimiyeti altına almıştır. 1578 yılından sonra sürmekte olan mücadelelere rağmen Gürcistan’ın güneybatı kesimi kesin olarak Osmanlı kültürüne adapte olmuştur.
Rusya’nın 1600’lü yıllardan sonra Kırım ve Kafkasya bölgesinde hakimiyet kurma isteği ile hareket etmesi sonucu Osmanlı-Rus çekişmeleri başlamıştır. Acara’nın da dahil olduğu pek çok bölgede tek söz sahibi olmak isteyen Rusya, bu amacına ulaşmak için Türk, Müslüman nüfuslar üzerinde insanlık dışı politikalar izlemiştir. 1750’den sonra Osmanlı, Rusya’nın göz diktiği pek çok bölgeden göç almaya başlamıştır.
“93 Harbi”, Kafkas bölgesinden Anadolu’ya yapılan göçe de yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu savaşta Kafkasya bölgesinden Çerkezler, Çeçenler, Abazalar, Dağıstanlılar ve Acara bölgesinde yaşayan Müslüman Gürcüler (Acaralar), aktif olarak Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa katılmışlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Batum ve Artvin ’in savunması Acara bölgesi halkından oluşturulan 2.500-3.000 kişilik kuvvetlerle yapılmıştır. Hazinedarzade Osman, Yukarı Acaralı Ahmed, Tavatgerize Ali ve Hasan Beyler, Tuzcuoğlu Çürüksulu Tomas oğullarından dört kardeş ve Ahıskalı Kavas Süleyman Ağa, bu kuvvetin oluşturulmasında ve yönetilmesinde başı çeken isimlerdir. Rusların karadan ve denizden saldırılarını püskürtmeyi başarmışlar ancak Osmanlı ordularının, Rumeli cephesinde Rus orduları karşısında aldığı ağır mağlubiyetin bedelini, Batum ve Livane bölgesi halkı da ödemek zorunda kalmıştır.1 Batum bölgesi halkının gönüllü desteği nedeniyle, savaş kaybedilip Batumboşaltılırken Osmanlı ordu komutanları, bunları Rusların zulmüne terk etmemek için eşya ve hayvanları ile birlikte acele bulunan gemilere doldurarak Trabzon’a nakletmişlerdir.2
Acara ve Livane Müslüman halkından on binlerce kişi göç için yollara dökülmüştür. Ayastefanos Antlaşması’nın 21. maddesine göre Rusya’ya bırakılan yerlerin halkına bulundukları yerde kalmak veya göç etmek hususunda üç sene serbestlik tanınmıştır. Berlin Antlaşması’nda böyle bir hüküm olmamasına rağmen Rusya, Osmanlı tarafına geliş gidişlerde bir sınırlama getirmediği için on yıllarca göç serbestçe devam etmiştir. Rusya, 1909 yılından itibaren serbest geçişlere yasak getirmiş, bu tarihten sonra geçişler resmî sınır kapılarından pasaportlu olarak yapılabilmiştir. 1900’lü yıllarda Batum ve Artvin’den göçler azalmışsa da durmamış ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir.
Hopa’dan itibaren sahil boyu göç eden Artvin ve Batum göçmenleri, 93 göçmenleri olarak da adlandırılmışlardır. Geçtikleri Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop şehir ve köylerinde uygun yerlerde mahallî yöneticiler tarafından iskân edilmiştir. Hükümetin talimatı doğrultusunda Orta Karadeniz bölgesinde Amasya, Tokat ve Sivas bölgelerinde göçmenler iskân edilmişlerdir. Artvin ve Batum göçmenlerinin bir kısmı ise devletin tahsis ettiği gemilerle doğrudan İstanbul’a getirilmişlerdir. Göçmenler, Muhacirin İskân Komisyonu tarafından İstanbul’da uygun yerlere yerleştirilmiş veya uygun diğer vilayetlere iskân için gönderilmiştir. İstanbul’a gelen göçmenler Adapazarı, İzmit, İzmir, Yalova, Bolu, Bursa, Eskişehir, Balıkesir, Çanakkale bölgelerine yoğun bir şekilde iskân edildiği gibi Ankara’dan Akdeniz bölgesinde Adana’ya kadar yerleştirilmiştir.
GÜRCÜ GÖÇÜ NEDENLERİ
Gürcü göçünün ilk büyük dalgası 1828-1829 yıllarındaki savaşın akabinde olmuştur. 1867 yılında Abazaların muhacirliği ikinci dalga, 1877-1878 savaşından sonraki göç ise üçüncü dalga olmuştur. Tarihsel Güney Gürcistan’dan göç eden muhacirlerin büyük çoğunluğu Müslüman Gürcülerdir. Onların soyundan gelenler günümüz Türkiye’sinin hemen her yerinde görülebilmektedir.
1828-1829 yıllarında cereyan eden Osmanlı-Rusya savaşı sonrası Edirne Antlaşmasına göre Rusya Akhaltsikhe (Ahıska) ve Akhalkalaki (Ahılkelek) ile çevresini (Samtskhe Cavakheti, Posof, Palakatsio) almış, antlaşmanın 13. Maddesine göre her iki tarafın sınır bölgelerinde yaşayan halka 18 ay içinde diğer tarafa göç etme hakkı verilmiştir. Yaklaşık 75 bin Gürcü Müslüman göç etmiştir.
Kırım Savaşı’nda (1853-56) Acara beyleri Osmanlıların yanında yer almıştır. 1855’te Osmanlı yönetiminin Acara’dan yeniden asker istemesi ayaklanmaya yol açmıştır. Bunu 1858, 1859 ve 1875’teki başka ayaklanmalar izlemiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 harbi) Osmanlıların yenilgisiyle son bulmuştur.1 93 harbi sonrasında imzalanan Berlin Antlaşmasına göre Batumi ve Kars bölgesi Rusya İmparatorluğu sınırlarına dâhil olmuştur.
19 Şubat 1878 (3 Mart) tarihinde Rusya-Osmanlı arasında imzalanan Ayastefanos Barış Antlaşmasının 21. Maddesine göre Rusya egemenliğine giren bölgelerin halklarına üç yıl serbest şekilde sınırın dışına göç imkânı verilmiştir. Berlin Kongresinde (1878 yılı Haziran-Temmuz ayları) Ayastefanos Antlaşmasının birçok detayı yeniden düzenlenmiştir fakat söz konusu madde ile ilgili hiç kimse bir talepte bulunmamıştır. Dolayısıyla 27 Ocak 1879’da (8 Şubat) İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında ateşkes antlaşması imzalanmış olup, antlaşmanın 7. Maddesine göre Rusya’ya yeni bağlanan bölgelerde yaşayanlara sınır dışına serbestçe göç etme hakkı verilmiştir. Göç etmeyenler Rusya vatandaşı sayılacaktır.3 Şubat 1879 tarihinden 3 Şubat 1882 tarihine kadar göç izni uygulanmıştır.2
1880 yılından sonra ise başta petrol olmak üzere sanayinin gelişmesi ve Batum demiryolunun yapılması gibi nedenlerle Batum’un şehir merkezinde, Rus ve Ermenilerin nüfusu artmaya, Müslümanların sayısı ise azalmaya başlamıştır.
1917 yılına gelindiğinde Batum’un şehir merkezinde Müslüman nüfusun oranı %15’lere kadar gerilemiştir. Fakat 1918 yılında şehrin Osmanlı idaresine geçmesi ile 1878’den sonra şehirden ayrılanların geri dönmeye başlaması sonucunda Müslümanların nüfus oranı %37’ye kadar yükselmiştir.3
Rus Hükümeti tarafından belirlenen 1890 tarihinden sonra toplu göçler Osmanlı Devleti’nin
Rusya nezdinde resmi girişimleri ile olmuştur. 1909 yılına kadar küçük grupların sınır geçişlerinde diplomatik problemler ortaya çıkmamıştır. Fakat bu tarihten sonra Rusya, sınır bölgesi halkının geçişlerini yasaklamıştır. Bu yasaklama göçleri durdurmamış ve kaçak yollarla Anadolu’ya gelenler olmuştur.
Gürcü göçünün başlıca nedenleri; savaşlar neticesinde sınırların dışında kalan köyler, siyasi karışıklıklar, dini yaşamadaki zorluk, isyanlar, baskılar, halka ait toprağın elden alınması, artan vergiler ve zorlaşan yaşam şartlarıdır fakat özellikle Gürcülerin dindar oluşunu göz önünde bulundurursak dini sebepler baskındır.
Göç savaşla başladığı için savaşın sebepleri aynı zamanda göçe de neden olmuştur. Balkanlar’da gerginliklerin başladığı yıllarda bölgede idareci olarak görev yapan Tahsin Uzer’e göre savaşın görünürdeki başlama sebebi “Selânik kız olayı ve Dört Konsolosun öldürülmesi”dir. Bu sebep haricinde İstanbul Rum Patrikhanesi’nin yerinde bırakılması ve Bulgar Eksarhlığı’nın kurulmasına izin verilmesi, aynı zamanda Rus Çarı Petro’nun kendisini “Ortodoksların Ruhani Lideri” ilan etmesiyle Rusya’nın Osmanlı ülkesindeki Ortodoksların sözde zulüm gördüklerini iddia etmesidir. XIX. Yüzyılda etkisini iyice hissettiren milliyetçilik hareketleri ve bu hareketlerin oluşturduğu Panslavizm akımı da nedenlerdendir.
Rus Çarı’nın hizmetine giren Yuriy Krijaniç adlı rahip yazdığı eserinde, Rus Çarı’nın Slav kavimlerini toplaması gerektiğini çünkü altı Slav kavminden, sadece onun kavminin bir devlet halinde ayakta durduğunu, diğerlerinin ise başka devletlerin hükümdarlığı altında ezildiğini belirtmiştir. Slav Birliği fikriyle harekete geçen Rusya, ele geçirdiği toprakları devamlı kontrolü altında tutmak için bir iskân siyaseti uygulamıştır. Bu siyaset ele geçirilen topraklardaki Müslüman halkın göç etmeye zorlanmasına ve bunların yerine Rus veya Hristiyan unsurlar yerleştirilmesiyle uygulanmış, direnenler üzerinde ise asimile etme yoluna gidilmiştir.
Ruslar, Osmanlı-Rus savaşı sıralarında Gürcülük propagandası yapmışlarsa da işe yaramamış ve Müslüman Gürcüler Osmanlı ordusuna destek olmuşlardır. Yine bu dönem Ruslar, Gürcüleri kazanmak üzere bu üç sancakta (Batum, Kars, Ardahan) ve öteki yörelerde kendilerine sadık yöneticileri kullanmışlardır. Gürcistan’a çeşitli siyasal akımları sokmuşlardır.
Elviye-i Selâse denen üç sancakta Müslüman olan Türk-Gürcü halkını azınlığa düşürmek için bu bölgelere Rum ve Ermenileri yerleştirmeyi planlamışlardır. Ancak Artvin, Borçka, Macahel ve İmerhev’deki Gürcüler, Türklerle iş birliği içinde silahlarını bırakmamış, Ruslara karşı ortak bir şekilde mücadeleyi sürdürmüşlerdir.
Ruslar, 40 yıllık o işgal yıllarında bazı köy ve kasabalarda Rus okulları açmışlarsa da Türk ve Müslüman Gürcülerden ilgi olmamıştır. Örneğin, Şavşat Satlel ve Balıklı köyünde Rus okulları açılmış ancak ilgi olmadığı için bir yıl sonra kapanmıştır. Halk çocuklarını medreselere göndermiş ve Rus asimile politikasına alet olmamışlardır.
5-18 Aralık 1917 tarihleri arasında Osmanlı ve Rus delegeleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda da Türk-Rus harbini sona erdiren 14 maddelik bir mütareke yapılmıştır. 3 Mart 1918 tarihinde de İttifak Devletleri ile Rusya arasında Brest-Litovsk Barışı imzalanmış ve bu barış ile Osmanlı Devleti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Rusya’ya bıraktığı Elviye-i Selâse’yi ve I. Dünya Savaşı sırasında bu coğrafyada kaybettiği toprakları geri almıştır. Brest-Litovsk Barışı ile birlikte Türk kuvvetleri Bakü, Nahçivan, hatta Dağistan’a kadar ilerlemeye başlamış ve bu ileri harekâtlar sırasında kurtarılan yerlerden birisi 14 Nisan 1918 tarihinde Batum olmuştur. Osmanlı Devleti Kafkasya’da kurtarılan yerlerin imarı ve buralarda devlet dairelerinin yeniden oluşturulması ve göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması için bütçeye 5.000.000 liralık tahsisat koymuştur.
GÖÇ SONRASI YAŞANAN SIKINTILAR
SAĞLIK SORUNLARI
1860’lardan sonra gelen göçmenler zorlu ulaşım ve iskân dönemlerinden geçmiş, Kafkasya bölgesinden gelen muhacirlerin bir haylisi salgın hastalıklardan hayatını kaybetmiştir. 93 harbi sonrası gelen Gürcü muhacirler biraz daha iyi koşullara sahip olmasına rağmen vatanlarını terk etme acıları aynıydı. Ayrıca geldikleri zaman kuraklık ve açlık gibi olumsuz şartlar devam etmekteydi. Gurbet hayatı çekmek durumunda kalan muhacirler için göçle birlikte süre gelen açlık, sefalet ve salgın hastalıklar sürgünü daha zor bir hale getirmiştir.
İSKAN SORUNLARI
Toprak kayıpları ile başlayan Türk ve Müslüman Gürcü göçleri, Osmanlı Devleti tarafından teşvik edilmiştir. 93 Harbi sonrasında da yoğun bir şekilde devam eden bu göç dalgasında, Artvin ve Batum halkının bir kısmı deniz yolu ile bir kısmı da kara yoluyla Osmanlı topraklarına ulaşmıştır. Göçmenler, Karadeniz’de sahil yolu ve iç bölgelerde Hopa’dan itibaren İstanbul’a kadar Anadolu’nun pek çok vilayetinde iskân etmişlerdir. Göçmenlere göçler sırasında imkanlar ölçüsünde yol vasıtası, iaşe, barınma ve yerleşmeleri konusunda her türlü destek sağlanmıştır. Ayrıca iskân sırasında göçmenlerin tam yerleşip üretime geçerek temel ihtiyaçlarını karşılayacak duruma gelene kadar iaşe ve barınma ile ilgili ihtiyaçları karşılanmıştır. Bunlara ek olarak yerleştirecekleri arazi, ev, tohumluk, iş gücü sağlayacak hayvanlar gibi yardımlar karşılıksız yapılmıştır. Rumeli göçmenlerinin de aynı dönemde yoğun bir şekilde İstanbul ve Marmara bölgesinde göçmesi ile birlikte ihtiyaçların karşılanması ve iskânı problem olmuştur. Bundan dolayı 1887’den itibaren Artvin ve Batum göçmenleri İstanbul’a gelmeden Anadolu’nun çeşitli yerlerine yönlendirilmeye başlamıştır. Hazine Hassa’ya ait araziler göçmenlerin iskân edilmesi için tahsis edilmiştir. Buna rağmen 1878 yılında Trabzon ve Samsun bölgelerine deniz yolu ile gelen yaklaşık 20.000 göçmen, Samsun sancağı ile Sivas vilayetinin bazı kazalarına yerleştirilmesi mümkün iken mali idarecilerin gerekli tedbirlerin almamasından dolayı Şubat 1880 tarihine kadar iskân edilmeleri sağlanamamıştır.
II. Abdülhamid döneminde ’93 Göçmeni’ olarak adlandırılan bu göçmenlerin sağlayacağı iş gücü Anadolu’da boş arazilerin ekonomiye kazandırılması bakımından ve göçmen kitlelerin Anadolu nüfusunun Türkleştirilmesi yönünden önemsenmiştir. Sultan II. Abdülhamid, hem ekonomik yönden ülkesinin kalkınmasında katkı sağlayacaklarına olan inancı hem de milli duygulardan dolayı yakınlık duyduğu göçmenlerin nakil, geçici barınma ve iskânları gibi meseleleriyle yakından ilgilenmiştir. Yerleştikleri yerlerde kendilerine tahsis edilen arazilere ilave olarak orman ve meralardan tarım alanları açarak Anadolu’nun ekilebilir alanların genişlemesine önemli katkı sağlamışlardır. Böylece Anadolu’da tarımsal üretimin artmasında önemli bir etken olmuşlardır. Nadiren yerleştirildikleri şehirlerde orta sınıf iş gücüne katılmışlardır.
ASAYİŞ SORUNLARI
Osmanlı Devleti 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Meşrutiyet ilanı ile sosyal hayatta değişiklikler yapmış; bazı yenilikler getirmiştir. Diğer yandan yabancı ülkelere verilen kapitülasyonlar ile birlikte Kırım Savaşı sonrası alınmaya başlayan dış borçlar, yaşanan isyan ve savaşlar, mali yük getiren kıtlık, kuraklık, deprem, yangın gibi doğal afetler ile birlikte toplum yapısını derinden etkileyen göçler ile salgın hastalıklar ülke gelişimini olumsuz yönde etkilemiştir.
Osmanlı, 19-20. yüzyılda dış tehditler yanı sıra içerdeki tehditlerle de mücadele etmek durumunda kalmış; yaygın olarak eşkıyalık, gasp, hırsızlık, cinayet ve ahlak sorunları ile uğraşmıştır. Örnek verecek olursak Trabzon vilayetinin Ordu kazasında yaşanan sıkıntılar bunlardan biridir. Diğer pek çok yerde olduğu gibi Ordu kazasında da adam öldürme, gasp, hırsızlık, dağa kadın kaldırma ve hayvan hırsızlığı gibi birçok vukuat işlenmekle birlikte asayişi bozan temel sorun eşkıyalık olaylarıdır. Yerli eşkıyalar ile birlikte Protestan ve Ortodoks cemaat mensuplarının da mücadele içerisinde bulunduğu asayiş sorununa Gürcü eşkıyalar da katılmıştır.
Hanedan üyelerinin olaylara etkisi, bölgenin coğrafi yönden sarp olması ve 19. yüzyılda yaşanan göçler neticesinde Gürcü muhacirlerin iskânında yaşanan sorunlar daha da içinden çıkılmaz hale dönüşmüştür. Göçmenlerin Ordu ve çevresindeki diğer kazalara yerleştirilmesini temelde Çürüksulu Ali Paşa yürütmüştür. Muhacirler, 1860’larda Ordu kaymakamlığı yaparak 93 harbi neticesinde gelen Gürcüler ile aynı yıl Orduya yerleşmiş olan, bölgeyi iyi tanıyan ve ilişkileri güçlü olan Ali Paşa’dan bağımsız hareket etmemiştir. Ali Paşa muhacirlerin bölgeye gelmesiyle birlikte onların himayelerini üstlenmiştir. Ali Paşa ile Trabzon valisi Sırrı Paşa arasında yaşanan iktidar mücadelesi nedeniyle Sırrı Paşa, Ali Paşa’yı bölgedeki otoriteyi zedeleyen, emniyeti bozan emirlere karşı gelen, himayesindeki Gürcülerin eşkıyalık faaliyetlerine göz yuman ve valilik tarafından alının önlemleri boşa çıkaran biri olarak İstanbul’a şikayet etmiştir. Ali Paşa ise vali beyi Gürcülerden nefret etmekle ve bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerini Gürcülere yüklemeye çalışmamakla itham etmektedir. Bu durum iktidar mücadelesiyle daha da içinden çıkılamaz hale gelmiş, asayişin bozukluğu nedeniyle halkın gördüğü zarar, verdiği vergiden çok daha fazla olmuştur. Diğer bir faktör ise eşkıyalığın oluşumunda hemen hemen hareketsiz bir tarihi öğe olan coğrafyanın etkisidir. Ordu’nun coğrafi konumu eşkıyalık olayları için çok uygundur. Yaşam koşullarının zor olası ve o sene yaşanan kıtlık ile birlikte Gürcülerin iyi silah kullanması bölgedeki çatışmaları kaçınılmaz hale getirmiştir. Başta arazi olmak üzere muhacirlerin iskanı için gerekli olan birçok ihtiyacı yerel ahali karşılamıştır. Devamında ise Gürcülerin yerlilerin elimdeki arazileri ele geçirme istekleri şiddetli çatışmalara sebep olmuştur. Özellikle Rum ve Ermeniler, başta Rusya olmak üzere Osmanlı topraklarından dışına göçe başlamıştır. Gürcüler bu göçün ilk olmasa da önemli müsebbipleri arasında gelmektedir. O dönemde halkın göçmenleri yerleştirilmesinde çok çalıştığı, ellerindekileri bölüştüğü ifade edilmekle birlikte memurların bu işte yolsuzluk yaptığı, göçmenlerin çoğunun sefalet ve açlıktan öldüğü belirtilmektedir. Bu durumun birçok göçmeni isyana sürüklediği, dağlara çıkıp eşkıyalık yaparak halkın mal ve mülküne ilişmeye başladığı vurgulanmaktadır.
UYUM SORUNLARI
1903 yıllarına gelindiğinde ise vilayet salnamelerinde Gürcüler için cesur ve silah kullanmayı bilen kişiler oldukları, bu tarafa yeni göç ettikleri vakit bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuş olsalar dahi hükümetin aldığı ahalinin elinde bulunan harp silahlarının toplanarak askeri depolarda saklanmasına benzeri tedbirler sayesinde sükûn ve asayişin faydasını anladıklarından bugün vilayetin çalışkan bir halkı olduğundan bahsedilmiştir. Fakat 1890’lıların sonu ile 1900’lü yıllarında başında Gürcüler ile yerli ahaliler arasındaki mücadelenin savaş ortamına dönüştüğü yapılan çalışmalarda ifade edilmektedir. Bununla birlikte bu dönemde muhacirler devletin her kurumunda kadrolaşmaya başlamıştır.
GERİ DÖNÜŞ SORUNLARI
Ayastefanos Antlaşması’nın 21. Maddesinde göre Rusya’ya bırakılan yerlerin halkına bulundukları yerlerde kalmak veya göç etmek hususunda üç sene serbestlik tanınmıştır. Berlin Antlaşması’nda böyle bir hüküm olmamasına rağmen Rusya, Osmanlı tarafına geliş gidişlerde bir sınırlama getirmediği için on yıllarca göç serbestçe devam etmiştir. Rusya, 1909 yılından itibaren serbest geçişlere yasak getirilmiş, bu tarihlerden sonra geçişler resmi sınır kapılarından pasaportlu olarak yapılabilmiştir. 1900’lü yıllarda Batum ve Artvin’den göçler azalsa da durmamış ve I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir.
BATUM MUHACİRLERİNİN ETNİK VE SOSYOKÜLTÜREL YAPISI
Acarlar ya da Acaralılar, Gürcistan’ın güneybatısında bulunan Acara bölgesinin yerel halkına verilen addır. Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce “Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi” başlığıyla bir ön çalışma yapılmıştır. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre Guri kabilesi olarak tanımlanan Acarların 1886 yılındaki nüfusu 59.516 kişidir.2
Acarlar, Gürcüce’nin lehçelerinden biri olan Acarca lehçesini kullanmıştır. Acara lehçesi; Osmanlı döneminde Türkçeden, Güney Kafkas dilleri olan Megrelce ve Lazcadan çok sayıda sözcüğü de içerisine katmıştır.
Acarların büyük bölümü, Gürcistan’ın güneybatı kesiminin Osmanlı egemenliğine girmesinden sonra, 16 ve 17. Yüzyıllarda Hanefi mezhebini benimsemiştir. 1921’de Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de halkın bu dinsel farklılığından dolayı kurulmuştur. 1926 yılına değin Acaralı Müslüman Gürcüler Sovyet nüfus sayımında Gürcülerden ayrı bir halk gibi gösterilerek Acaralı ismi ile yazılmıştır ve bu tarihteki Acaralıların nüfusu 71.498’dir. Daha sonraki Sovyet sayımlarında (1939-1989) Acaralılar Gürcü olarak kayıtlara geçirilmiştir. 1920’lerde Acaralılar, dinsel baskılara ve kolektifleştirmeye karşı çıkarak Sovyet yönetimine başkaldırmış, bundan dolayı çok sayıda Acaralı Orta Asya’ya sürgün edilmiştir.
Bölgede Müslümanlığı benimsemiş Gürcüler de Batum Muhacirleri adının altında anılmış ve Anadolu’ya göç etmişlerdir. Gürcüler inatçıdır. Bazı tipik Gürcüler yaşadıkları yerde olayları abartmaları ile bilindiğinden Gürcü dendiğinde akla gelen bir diğer özellik, abartan kimseler olmalarıdır. Gürcüler, tarikat ve tasavvufi yapılara sahip olmamasına karşın dinlerini yaşamaya özen gösteren bir toplumdur ve özellikler kadınları bu konuda daha hassastır. Köylerinde imamlık görevini üstlenen hocalara da çok saygı duyarlar ve sık sık hocalarının da Gürcü olması yönünde istekte bulunmuşlardır.
Giysi olarak kadınlar libada (yelek) ve zelze (bel) kuşağı kullanmışlardır. Atkı ve peştamal günlük yaşamda Gürcülerle bütünleşmiş aksesuarlardandır. Erkekler ise fes, piraşavani kaba (yanları işlemeli pantolon) ve aciska yani çizme giymeleriyle bilinmiştir. Köy işleriyle meşgul olanlar ise koyun yünü yağmur geçirmediği için koyun yününden ceket ve pantolonlar kullanmıştır.
Evlerinin önünde mutlaka “havli-mamuli” denilen mısır, fasulye, patates, lahana, pazı, patlıcan, kabak, biber, yeşil soğan gibi ürünlerin dikimi ve ekimini yaptıkları bahçeleri vardır. Meyve yetiştirmek Gürcülerde çok önemlidir. Gürcüler kışın da ambarlarda çok çeşitli meyveleri ve kuruyemişleri saklayıp uzun kış gecelerinde bir araya gelerek çeşitli oyunlar oynarken bu yemişleri tüketmişlerdir.
Gürcüler değirmenlerde veya evlerde mısır veya buğday unundan yapılabilen “kveri” isimli çörekleriyle meşhurdur. Ocağın içinden odunun yanması ile kalan köz bir tarafa çekilerek altına “şkeri” (bir çeşit yaprak) konulur, üzerine kveri için yoğrulan hamur yerleştirilir ve el ile düzeltilir, daha sonra yine üstüne yaprak daha örtülür ve üzeri közlerle kapatılırmış.
Sofraların vazgeçilmezi mısır ekmeği ve lahana ile yapılan yemekler oluşturmuştur: lobyo phali, kakalyani phali (şralphalay), tzetzkilyani phali, koraveli phali, phalis tolma, porçvi, tzurvilyani prasa, carhala, şekazmuli, carhala, prasa, kesmapiya, dzipyay, malahto, motrevlay, haçapuri (katmeri), mısırdan yapılan yemekler, hayvan ürünlerinden yapılan yiyecekler… Ekmekler “ketsi” denen taştan oyulmuş bir kabın içinde pişirilirmiş. Hatta düğünlerde düğün sahibi tüm köylüye un verir gelirken ketsi (ekmek) yapıp getirmelerini söylermiş.
Gürcülerde erkek çocuğunun ayrı bir değeri vardır. Erkek çocuğu doğduğunda, çocuğun doğumu pilav eşliğinde silahlarla kutlanması; kız çocuğu doğarsa evde lapa yapılması âdettendir. Bu gelenek hâlâ devam etmektedir.
Kışları, kadınlar el işleriyle uğraşırken erkekler avcılıkla uğraşmıştır. Genelde gençlerin evlenmesi için büyüklerin beğendiği bir kızda karar kılınır fakat evlenecek genç, birini beğenmişse bunu aile büyüklerinin kabul etmeleri gerekir; kabul etmezlerse gençlerin elindeki tek seçenek kaçmaktır.
Evlilik yolunda ilk adım olan kız istemeye kadınlar katılmaz, giden erkekler ise hediyeler hazırlayarak kız evinin kapısını çalar. Damat da gelin de isteme sırasında evde bulunmaz ve ikisi de aynı köyden değilse düğün gününe kadar birbirini göremez. Nişan ailelerin isteğine göre gerçekleştirilir. Kına gecesinde, kız tarafı damada damatlık elbise götürür ve o gece erkek tarafında çok çeşitli şakalı oyunlar oynanır. Düğünde dağıtılacak tatlının yapımına köydeki kadınlar yardım eder. Düğünlerde “Gürcü Horonu” oynanır. Horon oynanırken “şuhti bico sakverdi mogihteba” (Zıpla oğlan sevgili sana yakışır.), şuhti patsiyav (zıpla kız), uhti patsiyav diye tempo tutulur.
Erkek tarafı kızı almaya geldiğinde kızın yakın bir akrabası gelenleri karşılayıp onlardan hediye ister ancak hediye alındıktan sonra içeri erkek tarafının girmesine izin verilir. Kız ve oğlan tarafından “dade” denilen hanımlar gelinin odasına girerler. Gelinin duvağını açmak için gelinin yakın akrabalarından bekâr bir erkek odada hazır bulunur. Onun eline bir kama verilerek ortaya da bir boş kazan konulur ve bu kişi ‘’Neyiniz varsa getirin.’’ der, oğlan tarafı hazırladığı tepsiyi gönderir. Gönderilen şeyler beğenilmezse yenisi istenir, peçeyi açacak olan getirilen şeyleri beğenmezse bıçağı kazanın ortasına saplar. Odadan çıkar, dadeler ufak bir pazarlıktan sonra peçeyi açar. Kızın abisi gelin evden çıkarken bir daha eve dönmesin diye, evin kapısına iki ucu birbirine gelecek şekilde bıçak saplar. Erkek tarafında gelinin peçesini damat açar ve o çevrede bulunan bekâr bir kızın üzerine atar. Çocuğu erkek olsun diye gelin, erkek evine geldiğinde gelinin kucağına bir erkek çocuğu oturtulur.
Oğlan evine gelindiğinde Gürcü horonu oynanır ve kız tarafına yemek verilir. Sıra pilavı yemeye geldiğinde herkes kaşığını bırakır ve “sofra tutmak” denilen adet uygulanır; kız tarafı erkek tarafının önde gelen kişisinden tavuk, meyve gibi şeyler istermiş. Bu istek de yerine gelince herkes silah atar, evin tavanı delik deşik edilir.
Gürcülerde vefat eden biri olduğunda o evde üç gün yas tutulur. Cenaze evine komşular üç gün boyunca yemek getirirler, cenazeye gelenleri köylüler evlerinde ağırlarlarmış. Cenaze evinde, ölünün 7. ve 52. günlerinde mevlid okutulur, gelen misafirlere yemek ve tatlı ikram edilirmiş.
Ölünün öldüğü odaya 1 bardak su konulur, 40 gün boyunca odadan alınmazmış. Eve bir kelebek girerse veya üzerinize bir kelebek konsa o evden çıkan ölünün sizden Fatiha istediği ve ruhunun geldiğine inanılır. Kelebeğin gelmesi eve melek geldiğinin işareti olarak da algılanır ve sabah namazından sonra eve melek girsin diye evin kapısı açılır.
Yaşı gelen çocuk yürüyemiyorsa çocuğun iki ayağı iple birbirine bağlanır ve cuma günü camiden ilk çıkana kestirilir. Yeni doğan çocuk âlim olsun diye göbek bağı cami tarafına atılır.
Gelincik (Tamardodopalay) denilen sevimli hayvana Gürcüler tavuklarını boğmasın diye çeşitli şeyler adarlar; Kraliçe Tamara gibi güzel olduğunu, Kraliçeyi ona vereceklerini söylerler ve tavuklarına dokunmamalarını isterler. Eğer gelincik kümese dadandıysa sabah erkenden kümese gelir ve Tamardodapalaya köylülerin ifadesiyle söylersek “şuperyona” yani güzel şeyler vaad ederlermiş.
Yeni yıl Zemherinin 13. günü başlar; yeni yıla girildiğinde şafak sökmeden bazı gençler kapı kapı gezerek fındık, ceviz ve bazı hediyeler toplarlar. Ay tutulması olduğunda Müslüman ülkelerin, güneş tutulması olduğunda ise Müslüman olmayan ülkelerin başlarına felaketler geleceğine inanırlar. Yeni ay görüldüğünde ve 9. ayın 9’unda turşu kurmazlar. Cuma günü lahana dikilirse acı olacağına inanılır. Ayrıca domuzların çoğalması o bölgede savaşın başlayacağının alameti olarak algılanır.
Nisan’ın ilk pazartesi günü Gargnobay başlarmış. 1., 2. ve 3. gün eve hiçbir şey getirilmez. Bugüne Acaralı Gürcüler Bettami adını verirler. Eve 1. gün odun gibi bir şey getirilirse o yıl eve yılan geleceğine, 2. gün yeşillik getirilirse eve sülük gibi canlılar geleceğine, 3. gün un elenirse o yıl çok sinek olacağına inanırlar. 1
GÖÇÜN GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Türkiye’ye gelen göçmenler, 19 Mayıs 1913 tarihli Göçmen Kanunu’na tabi olmuşlar ve göçmenlerle ilgili tüm işlemler Dâhiliye Nezareti’ne bağlı Muhacirin Müdüriyeti tarafından yürütülmüştür. İskân Kanunu’na göre göçmenler, hükümetin izni ile gelenler ve göçmen olarak gelerek Osmanlı Devleti tabiiyetine geçmek istediklerine dair resmi istekte bulunanlar olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. Göçmen sıfatıyla gelenlerin, Muhacirin İdaresi tarafından geçici olarak kabul edilerek uygun yerlere sevk edilip, hükümet tarafından yapılan incelemeler sonunda kabul edilmeleri halinde, Osmanlı vatandaşlığına geçebilme ve kesin olarak iskân edilebilme hakları vardı. Göçmen olarak kabul edilenler ise kendileri ve ailelerinin Osmanlı vatandaşlığından bir daha çıkmayacaklarına dair taahhüt senedi imzalamak zorundaydılar.
Türkiye’ye yerleştikten sonra İskân Kanunu’nun sekizinci maddesine istinaden, tekrar Batum’a dönmek isteyenler olmuştur. Batum göçmenlerinin sevklerinde yapılan uygulamaya göre, geri dönmek isteyen göçmenler bu yönde taleplerini İaşe ve Muhacirin Müdüriyeti aracılığı ile Dâhiliye Nezareti’ne bildirmişlerdir. Batum göçmenlerinin hem güvenlik hem de döndüklerinde mağduriyet yaşamamaları için Batum’daki hüviyetlerini ve işlerini hükümete bildirmeleri istenmiştir. Daha sonra bu göçmenlerin askerlikle ilgili durumları araştırılarak geri dönüşlerine izin verilmiştir.
TBMM Hükûmeti döneminde ise Moskova ve Kars antlaşmaları ile Batum’un Rusya’ya bağlı Gürcistan Hükümetine devri sonrası özellikle sınır konusunda birtakım sıkıntılar yaşanmıştır. Moskova Antlaşmasının hemen akabinde Türkiye’nin Batum sınırını halkın tam olarak bilmemesi, hangi ülkeye yerleştiklerini anlamamaları gibi nedenlerle bazı sorunlar ortaya çıkmıştı. Bu sorunu gidermek için Türkiye’nin kuzeydoğu sınırı ile ilgili Batum ve havalisinden çok sayıda mültecinin geldiği Sinop vilayetine ayrıntılı bir izahat gönderilmiştir.
Sınır belirsizliğinden en çok mağdur olanlar tarlaları Batum’da kalan, fakat kendileri Türkiye sınırları içerisinde bulunan vatandaşlar olmuştur. TBMM bu vatandaşların sorunlarını gidermek için 17 Ocak 1922 tarihinde, tarlaları Batum’da kalan vatandaşların kesin sınırlar belirleninceye kadar getirecekleri tarım ürünlerinden gümrük vergisi alınmaması yönünde karar almıştır. TBMM Hükümeti, Moskova ve Kars antlaşmaları sonrasında göç etmeyip Batum’da kalan Müslüman halka ihtiyaç ve imkânlar ölçüsünde yardımlarda bulunmuştur.
TBMM Hükûmeti döneminde Türkiye’ye yerleşmek ve resmi iskân izni için bir dilekçe ile Mübadele İmar ve İskân Vekâletine başvurmaları gerekli görülmüştür. Çünkü kanunen bir yerde 15 günden fazla kalmak için oturma izni alma şartı vardır.
1930’lu yıllara gelindiğinde bile Rusların, Kafkaslarda Müslüman Türk ahaliye karşı uyguladıkları zorlama siyaseti ve bunun sonucunda Türk-Müslüman nüfusun Batum’dan Türkiye’ye göçü devam etmektedir. Komünist rejimden kaçmak amacıyla vatandaşlar ülkelerinden ayrılmış ve Türkiye içlerine yerleşmişlerdir.
Göç süreci yirminci yüzyılda da devam etmiştir. Pratikte göç 1878-1921 yılları arasında sürmüştür. Bu açıdan en gergin dönem Güney Gürcistan topraklarında geniş askeri operasyon dalgalarının olduğu Birinci Dünya Savaşı yılları olmuştur lakin münferit göç hadiseleri günümüze kadar devam etmiştir.
16 Temmuz 1921’de tarihsel Acaristan topraklarını da kapsayan bölgede bölgenin Müslüman karakterinden dolayı Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Günümüzde Acarlar Acara Özerk Cumhuriyeti dışında, Gürcistan’ın değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin değişik bölgelerinde yerleşik olarak ve muhacir olarak gelip yaşayan Acarlar bulunmaktadır.
Günümüzde Acara İstatistik İdaresi’nin tahmini rakamlarında bölge nüfusunun %63’ü Ortodoks Hıristiyan, %30’u Hanefi mezhebinden Sünni Müslüman olarak verilmektedir.
Batum ve civarından gelen göçmenlere vatandaşlık hakkı verilmiş, arazi, ev gibi gayrimenkuller tahsis edilmiştir.1
Gürcistan ve Türkiyede büyükelçilikler açılmıştır. Ülkemizin Batum’da, Gürcistan’ın ise İstanbul ve Trabzon’da Başkonsoloslukları bulunmaktadır. 31 Mayıs 2011 tarihinde imzalanan ve 10 Aralık 2011 tarihinde yürürlüğe giren bir protokol uyarınca, iki ülke vatandaşları birbirlerinin ülkelerine sadece kimlik belgeleri ile seyahat edebilmektedirler.
Acaralılar kültürlerini günümüze taşımıştır. Hâlâ cenazelerde Gürcüce ağıt yakılmaktadır, birçok gelenek de Türk gelenekleriyle sentezlenmiş halde yaşanmaktadır.
Gürcistan dostluk derneği, Eduard Sevardnadze Türkiye-Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı, Batum ve Havalisi Kültür Yardımlaşma Derneği, Batum ve Havalisi Muhacirleri Kültür Dayanışma Derneği, Acara Gürcüleri Kültür ve Dayanışma Derneği gibi dernekleri bulunmaktadır.
Hıristiyan Gürcülerden farklı kültürel özelliklere sahip olan binlerce Acaralı Müslüman Gürcülerin çoğu savaştan sonra “Rus zulmüne uğrama korkusuyla” ülkelerini terk ederek deniz yoluyla Batum’dan Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul ve Karadeniz kıyısındaki öbür limanlara gelmişler bir bölümü bu liman kentlerinin çevresine, öbürleri iç kesimlere giderek, Amasya, Adapazarı, Bursa, Balıkesir’in köylerine yerleşmişlerdir. Türkiye’nin başka bölgelerine farklı sebeplerle yayılmış ve birçok yerde bürokrat , sanatçı ve zanaatkar olarak yaşamaktadırlar.
KAYNAKÇA
- Arslan Z. ‘‘Batum Göçmenleri (1914-1930)’’; 2014.
- Çokharadze M. ‘‘Kartuli Enis Geograpia Turketşi-Tzigni Pirveli-Marmarilos Zgvis Regioni’’; 2016.
- İsmetzade Dr MA. ‘‘Gürcü Köyleri’’; 2002.
- Livaoğlu A, Sidre A. ‘‘93 Harbi’nin Balkan Cephesindeki Sosyo-Politik Sonuçları (1877-1908)’’; 2009.
- Gül M. ‘‘Türk-Gürcü İlişkileri Ve Türkiye Gürcüleri’’; 2009.
- Demirel M. ‘‘Artvin ve Batum Göçmenleri (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan Sonra)’’; 2009.
- Aktaş E, Aktaş H. ‘‘Ordu Kazasında Asayiş Sorunları (19.Yüzyılın Sonu-20.Yüzyılın Başı)’’; 2017.
- Zeyrek Y. ‘‘Acaristan ve Acarlar’’; 2001.
- Murtazaoğlu F. ‘‘Acaralıların Siyasi Özerklik Hakkının Süjesi Haline Gelmeleri Ve Türkiye’nin Bu Sürece Etkisi’’; 2004.
- Mgeladze N. ‘‘Ajarians’’; 2007.
- Sanıkıdze G, Edward W. ‘‘Islam And Islamic Practices İn Georgia’’; 2004.
- Papşu M. ‘‘Rusya İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesinde Kafkasyalılar’’; 2005.
- Henze P. ‘‘1995’te Gürcistan’’; 1995.
- Alizade R. ‘‘Acaralıların Tarihsel Rolüne Dair’’.
- Yazıcı H, Demirel M. ‘‘93 Harbi’nden Sonra Eskişehir’e Yerleştirilen Göçmenler’’; 2006.
- Şahin M. ‘‘Kültürel Dünyamıza Yolculuk’’; 2014.