Sokaklar. Soluklar. Yaklaşıyor, duyuyorum. Ve dünya, uzaklaşıyor kendinden. Soğuklar. Karanlığın en koyu tonu, tutulmamış bir el, güneşin değmediği derin denizler kadar. Soğuklar. Adına yakışmayan her eylem gibi; varlığa, zamana hatta hiçliğe, yokluğa karşı soğuk.
Ayna ve aksimiz; kâğıtlara, ışıklara kazınmış biçimimiz tanıdık gelmiyor artık bize. İçimiz tanıdık gelmiyor. Gölgemiz bir başka siluet çiziyor yeryüzüne; ışık, gölgeler oluşturmaksızın, karanlığa dokunmaksızın düşüyor. Nereye düşüyor ışık? Sözlerimiz; öylesine art arda gelmiş, anlamını bilmediğimiz, mana veremediğimiz sesler. Hayatımız, o bilinmedik sanatçının yalnız izleyebileceğimiz, dokunamayacağımız filmi.
Hayatlar dökülüyor sokaklara, ağaçların ölü yapraklarını uğurlayışı gibi; sayfa sayfa yaprak yaprak açılıyor, okunuyor, tek bir ünlem tek bir vurgu gerektirmeksizin geçiyor gözler önlerinden. Koca bir hayatın, o büyük o kıymetli yaşam olgusunun belleklerdeki tek belirtisi: birkaç göz hareketi. Ağaçlara dokunuyor bakışlar, hatırlanmayacak insan yüzlerine, binalara, kaldırım taşlarına. Kapalı kapılara dokunuyor. Kapılar bir kez açılıyor; sonra kapanıyor, duvarlar gibi davranıyor kapılar, açılmıyor. Gözler açılıyor, derken kapanıyor bir daha açılmamacasına; ölüveriyor insan, bedeni yaşarken ve kalbi atarken de.
Soluk bir yüz, yansıdıktan sonra renkleri silinmiş üstünden; gördüğünün, görüldüğünün farkında olmayan boş gözleriyle. Aynada anlık görülen. Soluk bir ayna, yüzlerde anlık görülen. Duvarlar, maddeyi alıp sıkıştırıyor aralarında. Ve zaman, yaşamlar eziliyor başka hayatlar arasında. Kelimeler, hecelerini söküp atıyor içlerinden; anlam, manaya yabancı, bulutlar gökyüzünden uzak.
Ve dünya, yabancılaşıyor kendine. Var olmanın amacı nasıl yok etmek oluyor ansızın. Sokaklar. Yaklaşmıyor, bense duymuyorum artık. Soluklar, soluyor göğüslerde, sönüyor. Sönen tek bir soluğun yokluğu bilinmiyor. Soğuklar. Durmuş bir kalbin sığındığı beden, alınmayan bir soluk kadar. Soğuklar. Çünkü tükenmiş zaman, çünkü yaşanacak tek kara parçası fazla uzak yeryüzünden.