YAZARLAR
¹ Zehra ORUÇ*
² Esma SAYIN
³ Betül Şeyma KARAKÖSE
- Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
- Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
*İletişim: zehraoruc43@gmail.com
İçindekiler
HAYATI
Abdülhak Hâmid 2 Ocak 1852’de Bebek’te dedesi Abdülhak Molla’nın Hekimbaşı Yalısı’nda doğmuştur. Abdülhak Hâmid, doğuştan şanslı bir insandır; çünkü ilim, mevki ve paraca zengin bir aileden gelmektedir. Hâmid’in çoğu eserinde görülen “yüksektekilerin hayatını vermek kaygısı”nın bu yaşantıyla alakalı olduğu düşünülmektedir.
Hâmid disiplinli bir öğrenim ve eğitim almamıştır. Beş yaşındayken Bebek’te Köşk Kapısı’ndaki mahalle mektebinden “Beni bilmem ne için bir mahalle çocuğu gibi, bir mahalle mektebine göndermişlerdi.” diye sızlanmış; mektebe gitsin diye alınan midillinin hatırı için mektebe birkaç ay devam etmiş, sıkılınca vazgeçmiştir. Hâmid, Lahey elçisiyken bile vazgeçmediği kurşun asker sevdasını bu dönemde, okuldan kaçıp ağabeyi Nasuhi Bey’in yanına gittiği zamanlarda kazanmıştır. Daha sonra Hisar Rüştiyesi’ne devam etmiş ve bu arada Evliya Hoca, Bahaeddin Efendi ve Hoca Tahsin Efendi’den dersler almıştır.
Abdülhak Hâmid, 1865 yazında Tahran büyükelçiliğine atanan babasının yanında İran’a gider. Yanlarında Bahaeddin Efendi de vardır. Burada ondan Arapça, Dâniş Efendi’den Fransızca dersleri alır. Bunların dışında sefaretin kâtiplerinden Mirza Hasan Şevket’ten de Farsça öğrenmeye başlar. Hâmid burada, İran edebiyatını kendi muhitinde tanıma fırsatı bulmuş; kuvvetli dil ve edebiyat kazançları sağlamıştır.
Hâmid, Ocak 1866’da yani bir yıl sonra ise babasını kaybeder. Ölüm haberini aldığı sırada bir eğlencede olması ve neşe ile kederi aynı anda tatmış olması Hâmid’i daha çok sarsar. Eserlerini oluşturan tezatlı düşünüş onun hayatında karşısına çıkmış olan kişi ve durumlarla yakından ilgilidir.
Hâmid bu halinden ancak babasının naaşının Şah Abdülazim Türbesi yakınına defnedildiği sırada atılan topları duyunca kurtulmuş ve ağlamaya başlamıştır. Babasının ölümünden sonra altı-yedi ay kadar daha Tahran’da kalan Abdülhak Hâmid memuriyet hayatına İstanbul’da Maliye ile Şûrâ-yı Devlet Mektubî Kalemlerinde devam etmiştir. Mektubî kalemlerinin, Hâmid’in Ebüzziya Tevfik, Samipaşazade Sezai ve Baha Bey gibi devrin edebiyatçılarıyla arkadaşlık etmesini sağladığı için birer okul yerine geçtiği söylenebilir. Burada Ethem Paşa’nın oğlu Kadri Bey’den “Hüsn ü Aşk”ı ve Sezai Bey’in babası Sami Paşa’nın çocukları arasına katılarak “Hafız Divânı”nı okumuş ve İran edebiyatındaki kültürünü artırmıştır. Hâmid daha sonra Recaizade Ekrem’le 1873’te ilk eseri Macera-yı Aşk’ı bastırırken tanışır. Bundan sonra arkadaş olduğu Ekrem’i daima “ikinci üstadı” olarak anmıştır. Birincisi ise, Tanzimat sonrası bütün genç yazarların etkisinde kaldıkları Namık Kemal’dir.
Abdülhak Hâmid 1874’de Pirizade ailesinden Fatma Hanım ile Edirne’de Nasuhi Bey’in konağında evlenir. Daha sonra on üç yaşındaki karısıyla birlikte İstanbul’a döner. Evlenmelerinden sonra Hâmid eşiyle olan saadetini kaybetme endişesini hep içinde yaşatır. Bunu da kendisi ”Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Uyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyordu. Güldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.” diyerek anlatır.
Bu yıllar Hâmid’in eserlerini peş peşe yazdığı yıllardır. ‘İçli Kız, Sabr-ü Sebat, Garam ve Sardanapal’ gibi eserleri bu zamanlarda yazmıştır.
Abdülhak Hâmid’in Fatma Hanım’dan Abdülhak Hüseyin ve Hâmide adında iki çocuğu olmuştur. Hâmid yine bu dönemde, 10 Haziran 1876’da Paris elçiliği ikinci kâtipliği ile Fransa’ya atanır. Hâmid, iki yıldan fazla kaldığı Fransa’da, Fransız Edebiyatını da yerinde inceleme fırsatını bulur. Edebiyata daha çocukken heveslenen ve Fransa’ya gitmeden önce Namık Kemal’in Vatan, Zavallı Çocuk gibi piyeslerinin etkisi altında kalarak ‘Macera-yı Aşk ve İçli Kız’ gibi tiyatro eserleri yazan Hâmid burada da ‘Nesteren ve Tarık b. Ziyad’ı yazar. Hâmid ‘Nesteren’ adlı eserini Corncille’in Le Cid’ine nazire olarak yazmış ama içine kendinden ve devrinden başka çizgiler de katmıştır. Nesteren’de zalim bir hükümdara karşı halkın nefretini anlatan mısralar ve hükümdarlık kurumuna karşı düşünceler vardır. Paris’te basılan eserde ayrıca tâhtgâhına kadar düşman yürüyen bir hükümdarın yerinden kımıldamayışının eleştirilmesi saraya yansımış, bu da Hâmid’in görevinden alınmasına ve bir süre açıkta kalmasına neden olmuştur. Yeni bir göreve atanıncaya kadar geçen beş sene Hâmid’in çok sıkıntı çektiği dönemlerindendir. Hâmid, bu süre içinde önce Edirne’ye gitmiş, kendini edebiyata vererek ‘Sahra’ adlı eserini yazmış ve ‘Tezer, Eşber, Bir Sefilenin Hasbıhâli’ adlı eserlerini de tamamlamıştır.
Kasım 1883’ün ortalarında ailesiyle beraber Hindistan’a varır. Bu esnada Fatma Hanım da hastadır. Hamid daha önce yazdığı ‘Duhteri Hindu’da’ hayal ettiği kızları ve Hint yiyeceklerinin tadını burada bulamaz ama doğa güzelliklerini çok beğenir. Duyguları, en güzel şiirlerinden olan ‘Kürsî-yi İstiğrak’ ve ‘Külbe-yi İştiyak’ ile Rize hatırasıyla burada yazdığı ‘Zamane-i Âb’da bellidir.
Bu duyguları hissettiği sırada yazdığı şiirlerinin hepsinde coşkunluk, karmaşık duygular ve kâinatı kucaklama isteği görülür. Hâmid bazen de pencereden pencereye koşarak gördüklerini belirlemeye çalışır. ‘Hindistan’daki Odam’ adlı şiirinde pencerelerinden gördüklerini tasvir eder.
Bombay’a gelirken, hiçbir şeyi kalmamış gibi görünen Fatma Hanım için ise durum değişir ve Fatma Hanım’ın tekrar hastalanmasıyla yaşadıkları bu büyülü hava bozulur. Hâmid bundan sonra her an, onu kaybetme endişesiyle yaşamaya başlar. Bir akşamüstü yaptıkları araba gezintisinden sonra Fatma Hanım bayılır ve böylece hastalığına verem teşhisi konulur. Hastayı iyice tedavi ettirmek için istenen izin gecikince Hâmid, ailesini alır ve daha fazla beklemeden yola çıkar. Hâmid, Fatma Hanım’ın yolda ölmesi ve denize atılmasından endişelenmektedir. Fatma Hanım ise yolda biraz canlansa da Beyrut’a gelince yine kötüleşir ve orada ölür. O, ölümden sonra her gün Fatma Hanım’ın mezarını ziyaret eder; geceleri de bir bodrum katında Makber’ i yazar.
Beyrut’ta kaldığı kırk günlük sürede mânen intihar etmiş gibi görünen Hâmid, İstanbul’a annesinin yanına geldiğinde ise yeniden doğmuş gibi olur. Kendini edebiyata verir ve Hindistan ile ilgili izlenimlerini yazar.
Hâmid, artık Bombay’a da gitmek istememektedir. Bu sırada Makber yayımlanır ve Hâmid’in şöhreti birdenbire artar. Daha sonra eşi Fatma Hanım’ın hayaline ihanet olacağını düşünse bile yalnızlığa dayanamamış ve evlenmeye karar vermiştir. Asil bir İngiliz kızı olan Lady Florence Gors’a âşık olmuş ama ailesi Hâmid’in gelirini yetersiz bulduğu için onunla evlenememiştir. Bu asil ailenin Hâmid üzerindeki etkisi ‘Finten ve Cünûn-ı Aşk’ adlı eserlerinde fark edilmektedir.
Bu arada ‘Zeynep ve Finten’ adlarındaki piyeslerini, basılma izni almak üzere İstanbul’a gönderir. M. Selâhi yaptığı incelemede Zeynep’te devlet ve hanedanla eğlendiğini söylemesi yüzünden şair, 24 Haziran 1888 tarihli emirle görevinden çıkarılır ve İstanbul’a döner. Bir süre boşta kalan Hâmid, yeniden Londra’ya dönmek için İkinci Abdülhamit’e bir dilekçe yazar ve ‘bir zamanlar nevheveslik dolayısıyla uğraştığı edebiyatla bundan sonra ilgilenmeyeceğine’ söz verir. Bu sayede işine geri dönebilir ve 28 yıl kalacağı İngiltere’yi yarı vatan edinir.
Hâmid, 1894 yılı başında Londra Büyük Elçiliği Müsteşar Yardımcılığına atanır. 1895’te Londra Büyükelçisinin Ebüzziya Tevfik Bey ile yazıştığı şeklinde jurnal edilmesi üzerine İstanbul’a geri çağrılır ve bu kez de büyükelçi yardımcısı olarak geri gönderilir.
1894’te Londra Büyükelçiliği Müsteşar yardımcılığına atanan Hâmid, 1895’te Lahey Elçiliğine atanır. Lahey’den hoşlanmaz. Londra ile karşılaştırdığında kendini bir mezara girmiş gibi hisseder. Lahey’in kendisi için gündüzleri uyuyorsa, geceleri de ölü gibi olduğunu söyler. Bütün vaktini de masanın üstüne dizdiği kurşun askerlerini savaştırmaya ayırır. Bunun dışında da sık sık Londra’ya gider. İki yıl kaldığı Lahey’den 29 Haziran 1897 günü çıkan emirle ayrılır ve yeni görevi için (Londra Elçiliği Müsteşarlığı) Londra’ya gider.
1928’de İstanbul milletvekili olmuş ve sürekli olarak bu görevde kalmıştır. İstanbul Maçka Palas’ta 13 Nisan 1937 Salı günü, gece saat biri beş geçe ölmüştür.
Hâmid’e büyük bir cenaze töreni yapılmış; tabutu Taksim’den Zincirlikuyu’daki Asrî Mezarlık’a kadar büyük bir kalabalıkla götürülmüştür. Bu yeni mezarlığa ilk gömülen de odur.
EDEBİ ŞAHSİYETİ
Abdülhak Hâmid, eserlerinde doğu ve batı medeniyetlerinin zengin dil, kültür, sanat, fikir ve inanış unsurlarıyla, tarihi, içtimai hayatlarını ve edebiyatlarını yan yana getiren bir Tanzimat şairidir.
Şairin eserlerinde bahsettiği milletleri yakından tanıma fırsatı olmuştur. İran, Kafkaslar, Fransa, Hindistan, Batı Avrupa ve İngiltere onun, sanatı için malzeme topladığı ülkelerdendir.
Hâmid’ in Türk Edebiyatında etkisi altında kaldığı belli başlı isimler Namık Kemal, Şeyh Galib ve Fuzûlî’dir. İran Edebiyatında Hâmid, Sâdî, Hafız, Hayyam, Firdevsi gibi isimleri tanımıştır. Batı Edebiyatında ise sanatına örnek olarak başta Shakespeare ve Corneille olmak üzere Hugo, Racine, Goethe, Dante, İbsen gibi dehaları seçmiştir. Ancak Hâmid, yeryüzünün bu dağınık ülkelerinden yetişen dehalardan aldıklarını kendi sanatında birleştirmesini bilmiştir. Bu sanatın özellikleri arasında çeşitli yönlerden bir “Romantik oluş” vardır. Hâmid bazen şiiri tiyatrolaştırmış, bazen tiyatroya bir hikâye çeşnisi vermiş, bazen de tiyatroyu şiirleştirmiştir. Şekilde ve söyleyişte belli kurallara bağlı kalmak onun bazen yapmak istediği halde yapamadığı bir harekettir. Hâmid’de vezin, kafiye, hatta dil ve cümle kaygısı hep ikinci planda kalmıştır.
Hâmid’in hayatı gibi şairliği de günü gününe uymaz. Onun birçok mısraı coşkun duyguları barındırır. Bir kısım eserinde çıplak tabiat güzellikleri karşısında duyulan heyecanlar vardır. Bazı eserlerinde ise renkli, gürültülü ve ışıklı hayatının zevki, hatıraları ve bir nevi sarhoşluğu yaşar.
Hâmid’in vatancı ve milliyetçi duyguları yaymak için de eserler yazdığı görülür. Yazdığı eserlerde kendi devletini küçük düşürmemiştir. Onun tiyatro aracılığıyla yaptığı telkinler ve tenkitler daha çok bir ima inceliğinde kalmıştır.
Şairin, yaratılışın sırları karşısında düşündüğü zamanlar da çoktur. Bu zamanlarda özellikle ölüme ve ölümün yaratıcısı Tanrı’ya karşı şiddetli haykırışları olmuştur. Bunlar düşüncenin yetersiz kaldığı anlara ait feryatlardır. Hâmid, onları benliğinde tutamamış, feryat ettikten sonra yine Tanrı’sının büyüklüğü karşısında sakinleşip çeşitli tövbelere ve düşüncelere dalmıştır.
MAKBER
BİRKAÇ PERİŞAN SÖZ: MAKBER MUKADDİMESİ
Makber sadece manzum mersiye kısmı ile değil mensur mukaddimesi ile de edebiyat tarihinde önemli bir yer tutar. ‘Birkaç Perişan Söz’ başlığını taşıyan Makber mukaddimesi Hamid’in şiir anlayışı için en değerli belge ve yeni şiirin müjdecisidir. Hamid, “Makber Mukaddimesi”nde, bir nevi, karanlığın, gayri şuurun, bilinmez, ulaşılmaz ve ifade edilmezin şiirini dile getirir.
O’na göre, gerçek şiir ancak bilinçaltından gelen zorlu ürpertilerin baskısı ile yaratılabilir:
“İnsan, bazı kerre, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninde uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryad koparır, yahud pek karanlık bir şey söyler, yahud hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.’’
Bu metnin, edebiyatımızda yeni bir şiir anlayışını ifade eden en güçlü metinlerden biri olarak ortaya koyduğu mahiyet kendinden sonra birçok şaire ışık olmuştur.
Hamid döneminin akılcı dikkatini çevresinden ziyade kendi benliğine çevirmek suretiyle Kaplan’ın ifadesiyle ‘’Türk Edebiyatında ilk defa kendi kendisini anlamak cesaretini gösteren insan’’ olma statüsünde bulunmaktadır. Eserlerinde gerçeği kendi aklı ve iradesiyle sorgulayarak bulmaya çalışması, rahatsız bir zihnin arayış ve soruları olarak göze çarpar. Her şeyi sorgulayarak gerçeğe ulaşmaya çalışan şair bu arayıştan ötürü dinginliği yakalayamaz. Bir yandan hayatın içinde olmak diğer yandan da üstüne çıkıp sırlarını anlamaya çalışmak onda bir iç çatışmaya dönüşür. Hâmid’in şiirlerindeki güzellik de işte bu zıtlıklardan meydana gelir ve bu sebeple ‘tezatlar şairi’ olarak da anılır.
Hâmid’e göre şiir, ne bir tabiat taklitçisi, ne de düz yazının alanına giren fikirlerin savunucusudur. Şairin amacının tabiatı aynen resmetmek değil, sıradan bakışlarla onda görülemeyenleri göstermeye çalışmak olduğunu düşünür. Şiirler, suda görülen akislere benzerler ve hariçlerindeki asılları tabiatta mutlaka bulunur. Şair, bu konudaki görüşlerini Makber Mukaddimesi’nde şu şekilde dile getirir:
“Hangi şair bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsim edecek kadar cismaniyyet vermiş? Hangi kalem mehasin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklid etmiş? Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilham eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki, mutlaka hariçte bir müsebbibi olur.”
Makber, kederin, kuvvetli bir beyin vasıtası ile çizilmiş grafiğidir.
Heyecan, suçlama, şikayet, isyan, hıçkırık, yumruk, kahkaha, susmak, sarhoşluk, mertlik ve hicran!..
Makber, kaderin bütün bu anılarıdır…
Tanzimat devri ikinci nesil şairleri içerisinde Türk edebiyatının yenileşip değişmesinde önemli katkısı olan şairlerden biri Abdülhak Hamid Tarhan’dır. Teorik alt yapısı oluşturulan yeni şiiri, Hamid pratiğe dökerek birinci nesil şairleri tarafından açılan yolda ilerlemiştir. Kenan Akyüz’ün deyişiyle ‘’Hâmid, Türk şiirini Batılılaştırma bahsinde ‘düşünen’ den çok ‘yapan’ adamdır.”
Ölüm, aşkın ve hayatın son ucu olmak bakımından Hamid’in sanatını ve kişiliğini en iyi yansıtan konudur. Hamid’de ölüm konusunun en özel işlendiği ve Abdülhak Hamid dendiğinde söylenmeden geçilemeyecek olan eser hiç kuşkusuz Makber’dir. Bu eser Hamid’in eşi Fatma Hanım’ın ölümünden duyduğu acı ile Beyrut’ta kaleme aldığı, edebiyatımızdaki en ihtişamlı mersiye örneklerinden biridir.
Fakat Makber sadece bir mersiye olarak tanımlanamaz. Mersiye temel olarak kayıptan dolayı duyulan üzüntü, kaybedilen kişinin fazilet dolu hayatı, mutlak olan ölüm karşısında tevekkül konuları etrafında şekillenirken Makber bunların üzerine felsefi bir sorgulama da içerir. Ahiret inancı olmasına rağmen tam bir teslimiyetten bahsedilemez. Teslimiyete olan isyanı ve bir fâniye olan bağlılığı ifade eden “Çık Fâtıma lahddan kıyâm et / Yâdımdaki hâline devam et” gibi mısralar olduğu hâlde; “Yarabbi bu emri sen buyurdun / Ol savt-ı hazîn nedir duyurdun” gibi yine de inancın varlığını gösteren mısralar tezatlar şairi Abdülhak Hamid’in isyan ve teslimiyet arasındaki bocalamalarının bir ifadesidir. İçinde feryad ve şüpheyi barındırır. Makber’de ölüm algısı sadece kulluk bilinci içerisinde bir kabul olma statüsünden çıkmış, kayıptan dolayı duyulan acıyı dile getiren bireysel ve hayatın mahiyetini sorgulayan felsefi bir kimliğe kavuşmuştur. Makber muhteva yönünden batılı tarzda akılcı bir sorgulama oluşturarak Tanzimat’a kadar olan dini dönem zihniyetinin çözülmesine ön ayak olmuş, Türk şiirinde farklı çıkış yolu açmış bir şiirdir.
Makber’in Fatma Hanım’ın ölümünden alınan ilhamla yazılmış olduğu yaygın kanısının aksine Tanpınar’ın “Makber, Hâmid’in şuur altında Fatma Hanım’ın hikâyesinden çok evvel bir sembol olarak mevcuttur” ifadesi ile de tescillenen şekilde Makber; Fatma Hanım ölmeden önce yazılmaya başlanmıştır. Makber’de sorgulanan ölüm kavramı ve bunun ifade ediliş tarzı ‘Garam, Sahra ve Bunlar Odur’ gibi eserlerde prova edilmiş ve Makber için bir düşünsel hazırlık evresi olmuştur. Makber’le kazanılan anlayış ve dikkat ise şiirde yeni dil, düşünce, söyleyiş ve zihniyetin doğmasına zemin hazırlamıştır. Yani Makber yalnızca sevgili bir eşe yazılan mersiye değil, hâkim şiir söylemini değiştiren bir eserdir.
Ölüm karşısındaki isyan, edebiyatımıza Makber ile beraber giren yeni bir konu olarak kendine has bir şekli de beraberinde getirmiştir. Eserin tamamı, 295 bent ve 2360 mısradan oluşmaktadır. Her bendi sekiz mısradan oluşur ve bu bendlerin kafiyelenişi, şekil bakımından Avrupaî olmakla birlikte; beyitler hâlinde yazıldığı için divan şiirindeki kafiyeleniş şemasına benzer özellikler ile karşılaşılır. Divan edebiyatına bakıldığında Makber, en fazla terkib-i bend’e benzetilebilir; fakat kafiyelenişi ve mısralarının kısalığı ile terkib-i bend’den ayrılır. Batı edebiyatı nazım şekilleri düşünüldüğünde Makber balad’a benzer; fakat şiirin uzunluğu ve diğer kafiyeleniş özellikleri ona yalnızca balad tesiriyle yazılmış bir şiir demeye engel olur. Bu durumda Makber’in nazım şekli ile ilgili en açık tanım, onun kafiyeleniş ve düzen bakımından Avrupaî (kafiye şeması ottova rima yani aabbaaxa şeklindedir); fakat Divan şiiri etkisiyle de beyit esasına dayalı olarak bir araya getirilmiş ve içinde kendisine has bir ahenk örgüsü bulunan orijinal bir biçim olduğudur. Şiirdeki asonansların büyük bir kısmı /â/ sesinin fazlalığı ile sağlanmıştır. Şiir okunurken “âh”ları ve isyan iniltilerini hissettiren bu uzun /â/ sesleri muhtevanın şekle yansımasıdır. Makber, Aruz vezninin Mef’ûlü / Mefâ’ilün / Fâ’ulün kalıbı ile yazılmıştır. Bu kalıbın kullanıldığı Leyla ile Mecnun ve Hüsn-ü Aşk mesnevileri de şekil ve hüznün ifade ediliş tarzları olarak Makber’i etkilemiş iki eserdir. Mesnevide bir hikâye olması gerekliliğinden yola çıkarak Makber’de eşinin yokluğundan yakınan bir şair hikâyesi olduğu söylenebilir. Makber modern Türk şiiri ses ve söyleyişine giden yolda önemli bir değerdir; çünkü eser, aklın ve imanın çatışmasını şiire taşıyarak muhtevayı kişiselleştirmiş; bu yeni içeriği anlatmak için de kendine has bir şekli, eski-yeni sentezi ile meydana getirmiştir.
MAKBER’DEKİ BAZI BENDLERİN TAHLİLLERİ
Eyvah!.. ne yer ne yar kaldı,
Gönlüm dolu ah ü zar kaldı.
Şimdi buradaydı gitdi elden,
Gitdi ebede, gelip ezelden.
Ben gitdim, o hak-sar kaldı,
Bir kuşede tar-mar kaldı;
Baki o enis-i dilden, eyvah! ..
Beyrut’da bir mezar kaldı.
“Eyvah! Ne yer ne de sevgili kaldı. Gönlüm ah ve ağlama (ile) dolu kaldı. Şimdi buradaydı, (ama) elden gitti. Ezelden gelip ebede gitti. Ben gittim (döndüm), o toprak içinde kaldı. Bir köşede perişan (dağılmış olarak) kaldı. Eyvah!·· O gönül arkadaşından geriye (kala kala) Beyrut’ta bir mezar kaldı.”
Hamid, bu bendin tamamında, Fatma Hanım’ın ölümünden doğan boşluğu ve üzüntüyü dile getirmektedir. Mersiyenin ruhuna uygun olan bir kelime ile (‘Eyvah!’) bende başlanarak bir nida sanatı yapılmıştır. Hamid tezatların şairidir. Bu bendde de gitmek-gelmek-kalmaK, ebed-ezel gibi kelimelerle tezat sanatı yapılmıştır. Ayrıca ölümün doğurduğu ölen ile hayatta kalan arasındaki tezat 5. dizede belirtilir. Bendin son beyitinde de benzer bir ilgi enis-i dil ile Beyrut’ta kalan mezar arasında kurulur ve baki kelimesine acı bir anlam yüklenmiş olur.
Nerde arayım o dil-rübayı? ..
Kimden sorayım o bi-nevayı? ..
Bildir bana nerde, nerde ya Rab? ..
Kim atdı beni bu derde ya Rab? ..
Derler ki: “Unut o aşinayı,
Gitdi, tutarak reh-i bekayı”
Sığsın mı hayale bu hakikat’! ..
Görsün mü gözüm bu macerayı? ..
“O gönül alıcıyı nerelerde arayayım, o nasipsizi kimlerden sorayım. Ya Rab! Bana bildir, o nerededir? Ya Rab! Beni bu derde kim etti? Derler ki: “O eski tanıdığı artık unut, O sonsuzluk yolunu tutup gitti!” İnsan hayali, bu gerçeği nasıl kabul eder, göz bu maceraya nasıl dayanır?”
Şair, bir taraftan sevgili ile geçirdiği güzel günleri anarken, bir taraftan da onu kaybetmenin acısı ile derin bir ıstırap duymaktadır. Ölüm gerçeğini kabullenmede zorluk çeken şair, Allah’a hitaben sorular sorarak ölümün gerçek manasını öğrenmeye çalışır. Acı bir ölüm üzerine yaşadığı bunalım ve şaşkınlık şiire istifham sanatı olarak yansımıştır.
Sür’atle nasıl değişti halim? ..
Almaz bunu havsalam, hayalim.
Bir şey görürüm, mezara benzer,
Bakdıkca alır, o yara benzer.
Şeklerle güzar eder leyalim,
Artar yine matemim, melalim.
Bir sadme-i inkılabdır bu,
Bilmem· ki yakın mıdır zevalim? ..
“Halim, çabucak nasıl da değişti. Bu değişikliği havsalam, hayalim bir türlü almıyor. Mezara benzer bir şey görürüm; biraz daha bakınca mezarı sevgili zannederim. Gecelerim şüpheler içinde geçer. Matemim artar, yine elemlerim artar. Bu insanı alt üst eden bir darbe (değişme}dir ki, acaba sonum yakın mıdır diye düşünürüm.
Ölüm karşısında sarsılan insanın duygularını yansıtan bu bendde, şairin mezar gerçeğiyle sevgilisini bir tutmaya başladığı görülür. Yine ölümün yarattığı sarsıntı ile şairin soruları 1. ve 8. Beyitte devam etmektedir.
Çık Fatıma lahddan kıyam et,
Yadımdaki haline devam et,
Ketmetme bu razı, söyle bir söz.,.
Ben isterim ah, öyle bir söz …
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağ-ı dile çare bul, meram et;
Bir tatlı bakışla, bir gülüşte
Eyyam-ı hayatımı tamam et.
“(Ey) Fatıma! Mezar(ın)dan çık, doğrul. Hatıramdaki haline devam et. Bu (ölüm) sırrı(nı) saklama, bir söz söyle… Ah ben öyle bir söz isterim… Güller gibi gülümse, tebessüm et. Gönül yarasına bir çare bulmaya çalış. Bir tatlı bakışla, bir gülüşle ömrünün geri kalan günlerini tamamla.”
Bu bendde Hamid acısının dindirilmesi ve ölümün sırları karşısında kafasında oluşan soruların cevaplarını almak için ölüye hitap eder, mededi ondan umar. Acılarına çare olarak sevgilisinin güller gibi yeniden gülümsemesini görür.
Ya Rab bana bir melek ıyan et,
Bir de beni öyle imtihan et:
Doğsun göreyim o mah yerden,
Nurun çıka ey İlah yerden.
Maksud-ı hayatı dermiyan et,
Ferda-yı beşer nedir, beyan et!
Ya fikrimi ruhuna kıl isal,
Ya ruhumu hakine revan et.
“Ya Rab! Bana bir melek göster, beni bir kere de öyle imtihan et. O aya benzeyen sevgilinin yerden doğduğunu göreyim. Ey ilah! Nurun yerden çıksın. Yaşamaktan maksat nedir, bunu açıkla; İnsanoğlunun geleceği nedir, bunu söyle, izah et. Ya düşüncelerimi onun ruhuna ulaştır ya da benim ruhumu onun gömüldüğü topraklara yolla… “
Şair yaşamanın amacını kavrayamamakta ve izah beklemektedir. Şiirin felsefi tarafının bir parçası olarak şair dirilmeyi gözle görüp kabullenmeyi düşünür.
Derd oldu mukim, çare gitdi,
Guya vatanım kenare gitdi;
Ben gurbet-i daimide kaldım,
Bir türbe-i bi-ümide kaldım.
Ufkumdan o mahpare gitdi,
Bir mat la’ -ı şeb-nisare gitdi …
Gördüm yüzünü misal-i zulmet,
Matla’ ona bir sitare gitdi.
“Dert yerleştikçe yerleşti, çare gitti. Güya vatanım kenara (uzaklara) gitti. Ben sonsuz bir gurbet içinde kaldım, ümitsiz bir türbede kaldım. O ay parçası ufkumdan silinip gitti; sabahı olmayan karanlıklara gitti. Onun zulmete benzeyen yüzünü gördüm, bir yıldız gibi batıp gitti.”
Eşini ay parçasına benzeten şair onun gelişi ile gidişini ayın doğup batması ya da yıldızın kaymasına benzetir; fakat arkada hatırası kalmıştır.
Gördüm yüzünü türab içinde,
Geldim aradım kitab içinde.
Bir hab gelir o, dideden dur,
Gitdi diyemem mezara ol nur.
Bu sıfr nedir hisab içinde?
Erkam ona inkılab içinde.
Bir hiç-i zi-vücud, yahud
Bir kabrdir ıztırab içinde.
“Onun toprak içinde yüzünü gördüm, geldim kitap içinde aradım. O gözden ırak sevgili için mezara gitti diyemem, bir hayal gibi geliyor. Bir hesap içinde sıfırın değeri ne ise, bütün rakamlar o değere ulaşıyor. O adı sanı olmayan bir yokluktur veya ıstırap içinde kıvranan bir kabirdir.”
Ölüm karşısında aciz kalışın sözleri ve davranışları bu bendde gözlenmektedir.
Makber, sonudur dekayıkın bu,
Bir sırr-ı garibi Halık’ın bu,
Bir nur ki meyledince haba,
İnmekte şu bir yığın türaba.
En yükseğidir şevahıkın bu,
En müdhişidir hakayıkın bu.
Bed-baht, o hakikat anlaşılmaz,
Şanın bu, cihanda layıkın bu ..
“Bu mezar, (geçen) dakikaların sonudur. Bu, Yaradan’ın garip bir sırrıdır. Bir nur (gibi olan Fatma Hanım) uykuya yönelince (ölünce), şu bir yığın toprak(tan ibaret olan mezar)a inmekte(dir). Bu, tepelerin en yükseğidir. Bu, gerçeklerin en dehşetlisidir. Bahtsız (Hamid!) o gerçek anlaşılmaz. Şanın budur, dünyada sana uygun görülen budur.”
Makber (mezar, ölüm) insan ruhu için anlaşılması güç bir sondur. Halık’ın bir ‘sırr-ı garib’idir. Allah neden insanları hem var hem de yok eder? Bu, hakikatlerin en müthişi olmakla beraber, anlaşılması imkansız bir sırdır. Nura benzeyen bir varlığın kara toprak haline gelmesi de şairde bir teessür ile beraber hayret de uyandırır. Şair, ‘gerçek ölüm’ün mahiyetini, herkes kendi şahsında tecrübe ederek öğrendiği için bilemediğini ifade eder.
Tecdid kılıp harab şi’rim,
Destinde bulurdu tab şi’rim.
Zihnimdeki fikre yar olurdu,
Gaybeylediğim sözü bulurdu.
Anlardım olur kitab şi’rim
Ettikçe yazıp hisab şi’rim.
Şa’irliği gayri neyleyim ben?
Olsun dilerim türab şi’rim.
“Benim harap şiirim seninle yenilenirdi, güçsüz şiirim senin elinde can bulurdu. Zihnimden geçen düşüncelere arkadaşlık eder, kaybettiğim bir sözü bulmama yardımcı olurdu. Yazdığım şiirleri hesap ederdi, böylece kitap olup olmayacağını öğrenirdim. Artık ben şairliği ne yapayım? Dilerim şiirim artık yere batsın.”
Bendin tamamında sevgiliye ait hatıralar canlanır. Bu hatıralar Tarhan’ın şairliğine yönelik hatıralardır. Şair bundan sonra şiirden bile zevk alamayacağını yazar.
Gitdi nazarımdan, ah gitdi…
Bi-maksad ü bi-günah gitdi.
Her ferd cihanda birdir amma
Bir tane değildir, öyle -haşa!-…
Bir tane idi o mah gitdi,
Aylarca olup tebah gitdi,
Görsem yeridir seni karanlık,
Nurum benim ey İlah gitdi.
“Ah, gözlerimin önünden (o sevgili) gitti. Maksatsız ve günahsız gitti. Her insan dünyada bir tanedir. Ama (onun kadar) bir tane asla değildir. O ay yüzlü (Fatma Hanım) bir taneydi, öldü. Aylarca (veremden) tükenip ölüp gitti. (0) benim ışığımdı, söndü (öldü). (Bu sebeple) ey Rabb’im! Seni (bile) karanlık görsem (görmesem) yeridir.”
Hamid, bu bendde özellikle son 2 beyitte şiddetli ıstırabın etkisiyle, gözünün nuru olan eşini aldığı için içten bir şekilde -aslında bir nevi sığınma sayılabilecek olan- Allah’a karşı isyan duygusu içindedir. Fatma Hanım’ın sebepsiz yere ve günahsız öldüğünü, onun eşsiz bir insan olduğunu ifade eden şair, güzelliği aya benzeyen sevgilisinin aylarca veremden dolayı eriyip tükendiğini, sonuçta da öldüğünü dile getirir. Fatma Hanım’ı ışığa benzeten şair, ışığın gitmesi ile görme olayının sona erdiği, bu nedenle Allah’ı bile ‘karanlık’ görebileceğini ifade eder.
Ey yar, şu nev-bahar sensin.
Ben anlıyorum ki yar sensin
Ettikçe nigah bahr u behre,
Birden sanırım ki bazı kerre,
Meşcerdeki ruzgar sensin
Ağlar, derim, eşkbar sensin
Türben görününce anlarım ki
Öldüm, bana türbedar sensin.
“Ey sevgili! Şu ilkbahar sensin. Ben anlıyorum ki sevgili sensin. Denize ve karaya baktıkça, bazı kere birden ‘ağaçlıkta (esen) rüzgar sensin’ sanırım. Ağlar ve ‘gözyaşı döken sensin’ derim. Türben görününce, öldüğümü (ve) benim için türbedarın sen olduğunu anlarım.”
Tabiatın her olay ve parçası sevgi ve hasretle dolu olan Hamid’e kaybettiği sevgilisini düşündürmektedir. Toprağa gömülen sevgili ölmemiş, tabiata karışmış, adeta bahara, denize ve karaya dönüşmüştür. Şair birdenbire ormanda esen rüzgarı o zanneder. Ağlar, ağlayanın o olduğu vehmine kapılır. Bu vehim o kadar ileri gider ki öleni sevgilisi değil de kendisi imiş sanır ve sevgilisinin de kendisini bekleyen bir türbe bekçisi olduğuna inanır.
A) Nâkâfi
Nasıl şerheyleyim ben derdimi, icâd nâkâfi,
Dua nâkıs, tazarru bieser, feryâd nâkâfi
Melekler, burclar ger kılsalar imdâd, nâkâfi,
Gamım levhi semâya eylesem inşâd, nâkâfi!
Güler mi mâteme hiçbir sahibi insaf?
Felâket görmemişsin, derdimi eylersin istihfâf
Felâket olsa lâyıktır, bu halka sendeki evsâf
Kifâyet gösterip ey eyleyen irâd, nâkâfi
Acep hûnı dili mecrûhumu sen mey mi zannettin?
Sadâyı makberi bir na’ rai heyhey mi zannettin?
Veyahut kendini âlemde sen, bir şey mi zannettin?
Bugün ben yazdım, elbette yazar ahfâd nâkâfi
Evet, tarzı kadîmi şi’ ri bozduk, her ü merc ettik. Nedir şi’ ri hakîki safhai irfâna dercettik
Bu yolda nakdi vakti cem’ i kuvvet birle harcettik
Bize gelmişti zirâ mesleki ecdâd nâkâfi.
Ne dersen de, eminim ben bu yolda sermediyetten
Ölür, lâkin cihânda kimse mahvolmaz hamiyetten
Gelen imdâd kâfidir bana irfânı milletten,
Ne rütbe olsa da tab’ımda isti’ dâd, nâkâfi
(Hep Yahut Hiç, s. 129)
Malzemesi dil olan edebi eserler arasında şiir şüphesiz önemli bir yere sahiptir. Ahmet Haşim şiiri: ‘Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın mutavassıt bir lisandır.’ şeklinde yorumlamıştır. Abdülhak Hamit Tarhan da bu düşünceden dışarı çıkmamış ve şiirlerinde musikiye ve söz dizelerinin birbiri ile olan uyumuna önem vermiştir. Nâkâfi adlı şiiri de birçok şiiri gibi buna örnektir.
Hamit’in lirizmi canlı tuttuğu ‘Nâkâfi’ manzumesinin, ses özellikleri tabakası ele alınırken ilk göze çarpan ‘nâkâfi’ sözünün şiire kattığı ritimdir. İlk dörtlükte her mısranın sonunda söylenirken diğer dörtlüğün sonuna indirgenmiştir. Bu uygulama hem şiirin ritmik değerini arttırır hem de okuyucunun dikkatini ‘nâkâfi’ sözüne vermesini sağlar.
Üzerinde durulması gereken bir diğer mesele ise soru sözlerinin çokluğudur. Fakat bu sorular soru sormak amacıyla söylenmemiştir. Cevaplar zaten bilinir. Şair soru sorarak dikkatimizi biraz daha çekmek istemiştir. Hem şiire anlam katmış hem de akıcılığı sağlamıştır.
Anlam tabakasına gelince şiirin adını da aldığı ‘nâkâfi’ kelimesinden sekiz defa söz edilir ve her dörtlükte anlatılmak istenen temel düşünce bu sözcüğe bağlanır. ‘Nâkâfi’ sözü kendinden önceki kelimeye göre yetersiz, yok anlamlarını verir. Şiirin bütününe bakıldığında ‘nâkâfi’ gibi umutsuz bir kelimeyi karşılayacak bir havayla karşılaşırız. Bu şiir Hamit’in sitemidir. Makber şiirini eleştirenlere karşı bir üzüntü ve başkaldırıdır. Nitekim ‘Nara-i heyhey’ terkibini kullanış sebebi de bu yüzdendir. Eleştirilerin boş laf ve gevezelikten başka bir şey olmadığını dile getirir.
‘Ahvad’ torun anlamına gelir. Bu sözle gelecek kast edilmek istenmiştir. Hamit onun arkasından elbet geleceklerin olduğunu, şimdi anlaşılmasa da ileride değerinin anlaşılacağını belli etmiştir. Çünkü büyük şiirler her zaman geleceğe intikal ederler. Hamit’in şiirleri de şüphesiz edecektir. Ayrıca ‘irfan-ı millet’ diyerek de dayanak noktasının millet olduğunu yani şu an da arkasında duranların olduğunu söylemiştir. Dördüncü dörtlüğün öznesinin ‘ben’den ‘biz’e dönüşmesi ve yüklemin ilk üç mısrada ‘ her ü merc ettik, derc ettik harc ettik’ şeklinde olması da yine yalnız olmadığına işarettir.
Kullandığı ben sözcüğü şiir boyunca şairin acısının tekil olduğunu ve ona ait ona özel bir acı olduğunu dile getirir. Okuyucuların da şairle empati kurmasına olanak sağlar. Zaten Hamit her dizeye feryadını ve çaresizliğini ince ince adeta bir nakış işler edasıyla işlemiştir. Şiirinde yardım isteme unsuru olarak bile insan dışında kozmik unsurlar seçerek acısının büyüklüğünü daha da büyütmüş ve bir kasvet havası yaratmıştır.
Hamit matem sözcüğünü kullanarak da yine içler acısı ve gülmeye imkan vermeyen bir durumda olduğunu dile getirir. İnsaf sahibi olanların ise onun bu durumuna saygı göstermesi gerektiğini vurgular. Nitekim Makber şiiri de şairin karısına olan özleminin şiiridir ve şair için bu acı eleştirilecek türden değildir. Eleştirenlerin ve acısını hafife alanların felaket görmemiş boş insanlar olduğunu söyleyen şair bu tip insanların aykırı ve halka büyük bela olabilen insanlar olduğunu söyler.
Şiirin genelinde şairin insanlardan ziyade başka varlıklara kişilikler yüklediğini görürüz. Bu da Hamit’in aslında insanlarla iç içe olmak istemediğini ve arasındaki mesafeyi korumak istediğini gösterir.
İlk dörtlükte haykıran Hamit ikinci dörtlüğe gelince adeta bir hesap sorma havasına bürünür. Soru cümleleriyle başlaması da bu havayı pekiştirir. Şairin yargıladığı kişi ona göre insaf sahibi olmayan biridir. O kişi öyle bir yerdedir ki halk için onun vasıflarının bir felaket olduğunu söyler.
Şairimiz bu yermelerin arasında kendini övmekten de geri kalmaz. Hem şairlik yönünü övebilmek hem de yıkmaya çalıştığı geleneksel şiiri tanımlamak amacıyla ‘tarz-ı kadim’ ifadesini kullanır. Daha sonra ise kendi getirdiği yeniliklerin daha kullanılası ve özgün olduğunu dile getirir. Şairin buradaki çabası hakiki olan şiire varmaktır. Bu yolda ihtiyacı olan şey nakdi ve vakti birleştirmektir. Bunu uygulamasının sebebini ise bize miras kalan meslek-i ecdadın nakıs olmasına bağlar.
Son dizelere geldiğimizde Hamit kendi amacını, yolunu net bir dille bize nakşediyor. Bu yolda kararlı olduğunu, çalışmakla kimsenin kaybetmeyeceğini, gerekli yardım ve desteğin ‘irfan-ı millet’ diye tanımladığı halktan geleceğini ve bunun kendisine yeterli olduğunu söylüyor.
Sonuç olarak Nâkâfi şiiri bir tepki şiiridir ve anlamca oldukça yoğun bir şiirdir. Hem sitem hem özgüven hem sevgi hem sorgu barındıran bir şiir olması yönüyle de incelemeye ve anlaşılmaya layıktır. Anlaşılmasının ilk basamağı ise şairi bu şiiri yazmaya yönelten etmenlerdir. Hayatı, yaşadıkları ve bir nevi yaşadıklarının en özel yansıması olan Makber’i anlamak bu şiiri anlamaya bir adım bir basamaktır.
B) Kürsî-i İstiğrak
Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir, nâzır-ı âlem,
Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem,
Hayâlettir, oturmuş, fikr ile meşguldür her dem;
Giyinmiştir beyaz amma, bakarsın arz eder mâtem,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir,
Hayâlâtımla meskûndur, bu yerler pür meâlîdir,
Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir;
Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Sükûnetle kuşanmış hây u hûy-i şehri gûş eyle,
Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle,
Ağaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle;
Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş,
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş,
Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzebân olmuş.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette,
Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette,
Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette,
Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Eder yekdiğerin takbîl dâim zühre vü zerre,
Yürür bir yolda murg u mâhî vü mehtâb ü şebperre,
Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Hemen allah’ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Yürür her burc bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir,
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zâildir,
Bu hey’et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir,
Giderler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Döner vâdide dûr a dûr bir ses, rûdlar çağlar,
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir dağlar,
Şafaktan, bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer bağlar.
Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar, etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Bu şiirde Abdülhak Hamit kendi hakkında gerçekleri yine edebi dillerin en ezgilisi olan şiirle söyler. Şiirin adı günümüz türkçesiyle ‘Kendini Bulma Yeri’ olarak söylenir. Adına uygun olarak şairin anlattığı yer kendi özünü hissettiği yer olan tabiattır. Hamit, şiirinde tabiattaki varlıklarla empati kurarak karşısında hissettiği mutluluğu ve hayranlığı dile getirir. Tabiat onun için yalnızca seyredilen birşey değildir. Bir ruhu ve felsefesi vardır. Hamit’in tabiatı bu denli önemsemesi ve âlemi bir pencereden seyrediyor gibi yansıtması Panteizm etkisi altında olduğunu düşündürür. Panteizm, evreni ve yaratıcıyı iç içe geçmiş bir bütün olarak dile getiren düşünce sistemidir. Bu sistemi benimsemesinde ise Hindistan seyehatinin etkili olduğu düşünülebilir.
İlk dörtlükte şair denizin kenarındadır ve dış dünyayı seyretmek için dalgaların vurduğu bir taşın üstüne oturmuştur. Şairimiz hem üzüntülü hem de tefekkürlü bir hale sahiptir. Zıt hisler ve yansımalar da Hamit’in kullanmayı en sevdiği sanatlardandır. Bunalımlı olduğunu bildiren şairin kasvetli bir havaya bürünmesi beklenirken o aksini yapıp doğanın hazzını alır, alemdeki güzellikleri keşfeder.
Şairin tabiatı sevmesinin sebebi tabiatın her şeyinin estetik güzelliğinden değil, insanlardan ve onu bunaltan her şeyden kaçtığı yer olmasıdır. Adeta hayalleri oraya yerleşmiş gibidir ve tabiatta ne tarafa baksa hayallerini görür. Dıştan bakınca öylece oturan şairin iç dünyası dışının aksine bir hayli hareketlidir. İçinin bu hareketinin tecellisi ise yine tabiattadır.
Şair şiiri okuyanları dinlemeye çağırır. Şehirden uzakta fakat şehrin gürültüsünü duymakta. Bu da aslında şehirden kopmadığını hala bir yanının şehrin gürültüsüne saplı olduğunu gösterir. Ama bu gürültü yanını görmek şaire hüzün değil sevinç verir. Çünkü O, o gürültünün içinde değildir. Şaire göre şehir can sıkıcı kır ise huzur vericidir. Doğada, her şeyden uzakta olduğu haliyle huzurlu ve mutludur.
Daha sonar maziyi hatırlar. Mazi şair için koca bir boşluk ve hiçlikten ibarettir. Denizin sonsuz maviliğinde ise istikbal karanlık görünmektedir. Vakit akşam vaktidir. Meşşiyetin kızıllığında mazinin yokluğunu hissetmektedir. Sonsuz maviliklerde ise geleceğin karanlığını görür. Ve sözü kararına ulaştırır. Tanrı’nın bütün karaları ve denizleri kapladığını hisseder.Her varlığın kendi halinde bir zikir yaptığını ve asıl yerlerine yani Tanrı’ya doğru bir yürüyüş yaptıklarını belirtir.
Şair yine kendi iç huzursuzluğunu hatırlar. O sırada dağlardan sislerin arasından küçük bir kız iner. Adeta şairin kendi derdinin bir canlandırması gibidir.
C) Bir Paris Tutulması: Belde Yahut Divaneliklerim
‘Belde’ ya da sonraki adıyla ‘Belde yahut Divaneliklerim’ yazılmasından on yıl sonra 1885 yılında basılır. Tanzimat şairleri için modern hayat ve entelektüel birikimin vazgeçilmez kaynağı olan Paris yaşantısından izlerin oluşturduğu bir eserdir. Hamid, Tanpınar’ın ifadesiyle Paris’e ’19. asır modası genç, eğlence düşkünü bir hariciye memurunun’ acemiliği ve hayranlığı ile yaklaşarak şehir hayatının her manzarasını şiirleştirme çabasında olmuştur.
Sahra’da tabiatın merkeze alınmasının aksine Belde’de şehir yaşamına ve eğlenceye dönüş göze çarpmaktadır. Bu eserde Batı’ya ait şehir dekoru çok canlı olarak tasvir edilir. Fakat Hamid Paris’in sadece mekânsal olarak etkisinde kalmamış şehri oluşturan tüm unsurlar (kadınlar, parklar, mimari, edebiyat vb.) şiirinin konunu olmuştur. Şiirler şairin Paris güncesi gibidir ki Hamid’e kadar Türk edebiyatında günlük hayatını şiir malzemesi haline getiren bir başka şair olmamıştır. Bu açıdan Belde Türk şiirinde yeni bir türün ilk örneği sayılabilir. Fakat eserin ‘şiirlerden oluşan bir hatıra defteri’ niteliğinde olması, şiire ait derinlikten yoksun ve estetik açıdan zayıf olmasına sebebiyet verdiğini söylemek mümkündür.
‘Vil Davri, Yine O ve Perlaşez’ de mekan ile kadın imgesi bütünleşir; şair sevgilisi ile geçirdiği anın yarattığı mest olma hali ile bütün kainatın böyle olmasını arzu eder.
‘Site Danten’de ise sevgilisi ile Sen Nehri kenarında uzanan şair bu ortamı cennete benzetir. Bu güzel ortamı bozan tek unsur ise şairin ‘Sonra peyda oldu bir battal burun’ şeklinde belirttiği büyük burnudur. Buradan hareketle şairin kendi vücuduna ve Doğulu kimliğine bir yabancılaşma yaşadığını söylemek mümkündür.
Belde’de yer alan birçok şiirde doğal mekanlar ile insan eliyle oluşturulan mekanlar birbiriyle uyum içerisinde işlenir. Örneğin ‘Vil Davri’ bir semttir ve şiirde cennete; ‘Şanzalize’ bir caddedir ve şiirde burca benzetilir.
Şair eserin adı ile uyumlu bir şekilde Paris’te karşılaştığı güzellikler karşısında bir divane aşık gibi kendinden geçer. Fakat ‘İsketin ve Perlaşez’ de geldiği yeri hatırlayıp kendisindeki değişime kızan ve gelenek-modernite çatışması yaşayan bir şairi görmek mümkündür.
KAYNAKÇA
- ENİGÜN, İnci, Abdülhâk Hâmid’ in Hatıraları, Dergâh Yayınları
- TARHAN, Özlem, Abdülhak Hâmid Tarhan
- BİNGÖL, Ulaş, Türk Araştırmaları Dergisi 8 (Cilt 8 Sayı 13): 543-543 ( 2013 )
- BİNGÖL, Ulaş, Türk veya Türkçenin Dilleri, Edebiyatı ve Tarihine İlişkin Uluslararası Periyodik 8/4 Bahar 2013
- YILMAZ, Mehmet, Ölümün Doğada Yankılanan Sesi: Makber’de Tabiata Ait Unsurlar Üzerine Bir İnceleme
- APAYDIN, D. Şiirin Değişen Zihniyetinde Bir Kilometre Taşı: Makber; 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum; Cilt 2; Sayı 4; s. 179-188; 2013.
- ÇALIŞKAN, A. Abdülhak Hamid Tarhan’ın Makber’inden Bazı Bendlerin Tahlili; EKEV AKADEMİ Dergisi; yıl 9; sayı 22; s. 143-160; 2005.
- ÖZER, E. Abdülhak Hamit Tarhan’ın Poetikası ve Makber’deki Yenilikler; Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi; Sayı:10; s. 72-78; 2001.
- KANTER, Beyhan, Türk Dili (Dil ve Edebiyat Dergisi) 106 (747), 2014
- AYDOĞDU,Y. Genç Bir Osmanlı Aydını Abdülhak Hamit Tarhan’ın Paris Tutulması: Belde yahut Divaneliklerim; İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi; cilt:7; sayı:2; sayfa: 766-777; 2018