AYARLI SAATLER VE UYANIŞ

Esma Nur YALÇIN

· 3 dk okuma süresi >

Kudüs’e hiç gitmedim, gidemedim. Açık konuşacak olursak Kudüs’le hiç muhabbet kurmadım. Nuri Pakdil “Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşırım” demiş, Anneler ve Kudüsler şiirinde. Türk yazar ve fikir adamı bu dizeleri kaleme aldığında Kudüs’e ayak basmamıştı. Kudüs’le dertleşmemiş, onu dinlememiş, onunla hemhal olmamıştı. Hal böyleyken hiç göz göze gelmediğimiz bir şehri kol saati gibi taşıyabilir miyiz? Amacımız Nuri Pakdil’in sözünün doğruluğunun tespiti yahut ispatı değil. Amacımız; Kudüs’e değmek, Kudüs olmak. Nuri Pakdil’in dizesine dönecek olursak, sahiden dönmekten bahsediyorum.

Kol saati, zamanı öğrenmemize yarayan araç, zaman ölçer.

Zaman, anı ve yaşadığını bilmek.

Kudüs, dirilmek.

Kol saatini taşımak demek, farkında olmak demektir. Farkındalık tohum olsa öğrendiğim her bilgiyi su kabul edebilirim. Genel geçer dünyada santim santim boy atmak şüphesiz diriliştir. Bir kez güneşe değmek, Kudüs’e değmektir. Artık farkındayızdır. Tekrar açık konuşacağım; kaçma şansımızı yitirdik.

Kudüs üzerine hak talep eden üç semavi din (İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik)  vardır. Ben yani İslamiyet neden Kudüs’ü istiyorum? “Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksa’ya ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” ( İsra, 17/ 1) ayetinden sonra yeni bir soru husule geliyor. Allah (c.c.) Peygamberimizi başka bir yerden – Mekke olabilir- Miraç’a yükseltemez miydi? Şüphesiz yükseltirdi. O halde neden Kudüs’ü seçti? Birçok sebebi olmakla birlikte benim en çok üzerinde durmak istediğim mesele, Müslümanların Kudüs’ü fark etmesiydi. Evet, Allah bizim Peygamberimizi çok seveceğimizi onun ayak izlerini, kokusunu Kudüs’te arayacağımızı biliyordu. Bu hadiseyle Allah’ın çevresini kutsal kıldığı Mescid-i Aksa’nın asırlardır varlığını koruyan önemi kavileşti. Yine olmadı yüz bir yıldır işgal altındaki Kudüs’ü neden ben kurtarayım? Efendim yanlış söylüyoruz Kudüs’ü kurtarmayacağız, biz kurtulacağız. Misalle fikrimi ispata gideceğim. Hocası talebesine değerli bir kitap hediye eder ve der ki: “Bu senin kitabın ancak çalışmazsan kitabı senden alır ve daha çok çalışan birisine veririm.” Sınıftaki herkes kitap için yarışır. Öğrenci aldığı kitabın değerini zamanla unutur ve çalışmaz. Hoca  kitabı alır ve başkasına verir. Kitap yani Kudüs yüz bir yıldır batıl kimselerde. Ben çalışır, çabalar kitabı alırsam kitap mı kurtulur yoksa ben mi? Kitap benim fakat şimdi çalışıp kitabı alıp okuyamazsam, benim olan kitap bana fayda sağlar mı? Bu örneği hayata devşirdiğimizde düşünce kaymasına uğradığımız apaçık görünüyor. Sahiden görmekten bahsediyorum.

Kol saatini yani Kudüs’ü taşıyan Pakdil’in taşımaktan kastı bir nesnenin ağırlığını yüklenmek olması kuvvetle muhtemeldir. Onun en zor zamanlarında sessiz çığlığını kulaktan kulağa ruhumuza ve dimağımıza üflemiştir. Ağırlığı kaldırabilmek için hayatını ve kafasını Kudüs’e kurmuştur. Biz kendimizi nasıl ki zamana, alacakaranlığa, ikindiye kuruyoruz; Pakdil de aynı şekilde kendisini Kudüs’e ayarlıyor. Attığı her adımı, yolunun üstündeki taşları Kudüs’e eşgüdümlüyor. Bizim ise Kudüs’ün halini, Kudüs’ün kalbini bütün taşımalara, ayarlanmalara rağmen duyamamış olmamız mümkündür. Duyduğumuzda ise çok geç olduğu çekincesi içinde açık yaraya kolonya değmesi misali irkildik. İrkilip farkına varan her bir kimse başını topraktan çıkarıp santim santim dirilmek için Kudüs’e sığındı. Ona konuşmak, ondan susmak istedi. Sarkaç gibi gitti geldi ama durup ıslak alnını silemedi. Ne konuşabildi, ne de susabildi. Her konuşmak istediğinde bir çocuğun toprağa düşüşüyle sustu. Her susuşunda bir kadının dirilişiyle konuştu. Ses yükseltmek de düşürmek de başlangıcı son yapmaya yetmedi. Sarkaç aynı hizaya iki kez gölge düşürdü. Amma Kudüs’ü dinlendirmedi. Bazı sosyal mecralarda karşıma çıkıyor, çocuklar görüyorum şen şakrak koşuyorlar bahçesinde. Sanki deva gibi. Onlar Kudüs’e yetti, biz yetemedik. Sırası geldi soruyorum: “Bir başına güneşe değen kaç fidan kurak dünyada kendine yer edinebilir?” Bir, belki iki, bilemedin üç. Güçlü bir rüzgârın önünde yüz metrekarede bir, belki iki, bilemedin üç ağaç direnebilir. Direniş ağacı çolak bırakır. Tektir çünkü. Arkası yoktur. Sağı solu da yoktur. Yokluk genellikle çolak bırakır, bazen ruhu bazen de koca bir şehri. Oysa sağında solunda arkasında ağaç olan bir fidan hiç korkmadan boy verir semaya. Şehirlerden bir şehir aşkına konuşuyorum: “Orman olalım. Orman olma fikrine sadık olalım. Sözde değil, yürüyüşümüzle ve kalbimizle. Sadakat sırlı tebessümlerin yoludur. Yolumuz kutlu, yolcumuz bereketli olsun.”

Esma Nur Yalçın

Up Next: YIKI