ÖTANAZİ

BİYOETİK İKİLEMLER ÇALIŞMA GRUBU

· 27 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1 Kübra Nur ALTINTAŞ*

1 Hatice Nur ÖZGÜÇ

2 Sena Nur KEKEÇ

3 Burçin AKBULUT

3 Ayşenur ERDAL

2 Fatmanur Durmaz

  1. Ufuk Üniversitesi
  2. Ankara Üniversitesi
  3. Hacettepe Üniversitesi

*İletişim: sokakcocuguu@gmail.com

ÖTANAZİ 

TDK’de ölüm hakkı olarak geçen “ötanazi”; mevcut tıbbî verilere göre iyileşmesi mümkün olmayan ve şiddetli ızdıraplar içinde olan hastanın tıbbî yollarla öldürülmesi veya tıbbî yardımın kesilerek ölüme terk edilmesi olarak tanımlanabilir. Euthanasis “Eu” ve “Thanatosis” kelimelerinden oluşmakta ve iyi, güzel ölüm anlamına gelmektedir.

Şu anki kullanımıyla “ötanazi” (aslı Euthanasia) kavramının varlığı çok eski tarihlere dayanmaktadır. Kaynaklardan bilindiği kadarıyla “Euthanasia” ilk olarak Romalı tarihçi Suetonius tarafından kullanılmıştır. Tarihçi Suetonis, “İmparator Augustus, birinin çabuk ve ızdırapsız bir şekilde öldüğünü duyduğu zaman, tam bu kelimeyi kullanarak, kendisi ve ailesi adına ötenazi için dua ederdi.” diye belirterek 1. ve 2.yüzyıllarda ötenaziye nasıl bakıldığı hakkında bizlere bilgi vermektedir.

Tarihsel Gelişimi İle Ötanazi

Antik Yunan’da ise hekimlerin kendilerini şarlatan ve büyücülerden ayırma çabası davranışlarında belirleyici olmuştur. Saygınlık mücadelesi ve güven kazanma çabası içerisinde bazı etik-mesleki ilkeler oluşturmuşlardı. Hipokrat Andı’nda da bu doğrultudaki etik kaygı ve sorunlar yer almaktadır. Hipokrat Andı’nda görüldüğü üzere yardımlı intiharın yasaklanması böyle bir problem yaşandığını ve bu nedenle yasaklandığını göstermektedir. Ancak hekim yardımlı intiharın uygulandığına dair yeterli veri yine de bulunmamaktadır. Hipokrat yemininde geçen “İsteyen hiç kimseye öldürücü bir eczayı ne vereceğim ne de bunu tavsiye edeceğim” ifadesi, ötenazinin milattan önceki dönemlerde dahi tartışma konusu olduğunu göstermektedir. 

Antik Yunanda insanlar için “yaşlılık” ve “engelli bebek” utanç verici bir durum olarak görülmüştür. Ve o kişiler için ötenazi denilebilecek uygulamalar yapılmıştır. Örneğin; Sardinya adasında yaşayan yaşlı kimseler kendi oğulları tarafından sopalarla dövülerek öldürülmüştür. Yine Antik Yunanda Kos adasının sakinleri, kendilerini artık toplum için faydasız gördüklerinde toplu bir törenle Baldıran zehrini içerek hayatlarına son vermişlerdir. Yaşlı kimselere yapılan ötenazinin yanında bebekler için de ayrı uygulamalar vardır. Örneğin sağlığı yerinde olmayan bebekler ıssız bir yerde terk edilmiştir.

Babil ve Asurlularda öleceği veya iyileşemeyeceği kesin olan hastaya hekimin müdahalesi yasaklanmıştır. 

Roma tarihinde intihara hoşgörü gösterilse de hekimin intihara yardım etmesi suç kabul edilmiştir ve hastanın rızasının olmasının bu suçu değiştirmediği fikri hakimdir. Bu dönemde doktorların hastalarının ölümlerini bilinçli olarak hızlandırdıklarıyla ilgili örnekler mevcut değildir. Tam tersine ölümü çabuklaştırmayı reddeden hekimlerin hikayeleri vardır.

Asklepios, hekimliği bedence sağlam ancak iyileşebilir hastaları tedavi etmek için ortaya çıkarmış ama hastalığın yiyip bitirdiği kimselerin hayatını uzatmaya çalışmamıştır.Bu kişilerin iyileşmesini gerekli görmemiş ayrıca kendilerine benzeyebilecek çocuklar yapma gücüne kavuşmalarını da istememiştir. 

Pitagoras kişinin yaşamına son verme hakkına sahip olmadığını söyleyerek intiharın tüm biçimlerine karşı çıkmıştır. 

Platon çabuk ölümün ümitsiz hastalıktan iyi olduğunu söyleyerek pasif ötanazinin gerekli olduğunu söylemiştir. Topluma yük olacak kişilerin yaşamlarını sonlandırmalarının gerekli olduğunu ve bunun yaşamın niteliği ve toplumun menfaati için olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncesinde kalıtımsal soyluluk; yani hastalıklıların öldürülerek insan soyunun korunması ya da ıslahı düşüncesinin de etkisi vardır. Ayrıca Platon’un hastalara yaklaşımında özerklik, eşitlik  ve adalet kavramları da yoktur. Çünkü kişinin ölüm ve yaşamını ilgilendirecek karara varılması sürecinde kişinin herhangi bir söz hakkı bulunmamaktadır.

Aristo ise bir kişinin yaşamını istemli bir şekilde sonlandırmak istemesini alçaklık ve korkaklık olarak değerlendirmiştir. Ayrıca intiharın devlete karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylemiştir.

Stoacılar hem iyi yaşamayı hem de iyi ölmeyi benimsemişlerdir. Bu nedenle de tedavisi olmayan hastalıklara sahip kişilerin acı çekmek yerine rahat ve erdemli bir şekilde ölmeyi istemelerinin arzulanacak bir hedef olduğunu, bu şekilde kendini öldürmenin sadece yaşanılan acılardan kurtulmak olmadığını, ahlaksal özgürlüğün en yüksek belirtisi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Stoacılar insanın yapabileceği daha yüksek bir görevi kalmadıysa yaşamdan çekilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu nedenle stoacılarda umutsuz, çaresiz ve ağrılı hastalıklardan dolayı intihar eden kişilerin hikayeleri yaygındır. Hatta stoacılar kişinin ruh dinginliğini düzelmeyecek şekilde bozan nedenlerle de yaşamına son verebileceğini savunmaktadırlar. 

Epikurosçu düşünce sisteminde ise stoacılardaki gibi acı karşısında kayıtsız kalmak değil, acıyı yenme çabası vardır. Bu şekilde epikurosçu sistemde mutluluk bedenle ilgili değerlerle değil insanın iç durumu ile ilgilidir. Bu sayede Epikurosçu sistem kaba bir hazcılık olmaktan kurtulmaktadır.

Hristiyan tıp etiğinin temeli yardım etme ve iyileştirmeye dayanmaktadır. Hastanın iyileşme umudu yoksa bile iyi bir şekilde bakılarak rahat ve huzur içerisinde ölmeleri sağlanmaktadır. Ölümü hızlandıracak eylemler ise yasaktır. Bu nedenle Hıristiyanlığın yayılmaya başlamasıyla, uygulanan ötenazi uygulamalarına ara verilmiştir. Bu durum Rönesans ve Reform hareketlerine kadar böyle devam etmiştir. Rönesans dönemindeki değişimlerle beraber tıbbın da gelişmesi tüm hastalıklara çare bulunarak yaşamın uzatılmasıyla ilgili olumlu bir hava oluşmasını sağlamıştır. Kilisenin “aziz” mertebesine yükselttiği Thomas More; 1516 yılında yazdığı “Ütopya” adlı eserinde, acı ve ıstırap içinde olan hastanın ölümüne yardım edilmesini erdemli bir davranış olarak nitelendirmiştir. Ancak hasta rızasının gerekli olduğunu da belirtmiştir. Ütopya insanlarının ise intihar hakkının olmadığını ancak belli durumlar içerisinde yöneticilerin izniyle olabileceğini yazmıştır. Bu durum, o yüzyıllarda kilisenin de ötenaziye ılımlı yaklaşmaya başladığını göstermektedir. Avrupa’da 17. yüzyılda ahlaki değerlerin eleştirilmesiyle beraber entelektüel başkaldırı yaşanması ötanazinin tekrar konuşulmasına neden olmuştur.

18.yüzyılda ötenaziyi günümüze yakın anlamıyla tanımlayan Francis Bacon’a göre hekimin acıyı dindirme görevi sadece iyileştirmekle değil aynı zamanda gerektiği durumda rahat ve güzel bir ölüm sağlamakla olmaktadır.

Napolyon, 1799’da düzenlediği Mısır seferi sırasında vebaya yakalanan askerlerin, hastalıklarının çaresi olmaması ve orduya ayak bağı olacakları düşüncesi ile öldürülmelerini istemiştir. Ancak ordu hekimleri bu emre karşı koyarak durumu önlemişlerdir.

J. Locke hasta yaşamına son verecek uygulamaları reddederek yaşama hakkı gibi ölme hakkının da bir başkasına devredilemeyeceğini savunmuştur. D. Hume ise Locke’nin hakları öne sürerek savunduğu etik kurallara ve benzer sonuçlara ulaşan ilahi kaynaklı etik yargılara da karşı çıkmıştır. Hastaların yaşadığı ağır ve dayanılmaz yükün cesur kaçış olarak nitelendirdiği ötanazi için neden oluşturduğunu söylemiştir. 

19. yüzyıla gelindiğinde tıp alanında yaşanan gelişmeler neticesinde yaşamı uzatmak ideal haline gelmiştir. Tıbbi araştırmaların odak noktası ölümü yenmek olmuştur. Ayrıca bu dönemde tıp etiği felsefeciler yerine doktorlar tarafından konuşulmaya başlanmış ancak doktorlar ölmek üzere olan hastaların bakım ve tedavisiyle ilgili konulara çok az değinmişlerdir. Bu yüzyıl boyunca hekimler genel olarak ölümü hızlandırmaya ilişkin istekleri reddetmişlerdir.

Reil Marx tıp dünyasının ötanaziye gereken ilgiyi göstermediğini belirtmiş ve ötanazinin bağumsız bir bilim dalı olarak incelenmesi gerektiğini öne sürmüştür. “De Euthanasia Medica” adlı tez çalışmasında ölen hastaların son günlerini acısız ve huzur içerisinde geçirebilmeleri için gerekli bakımı anlatmıştır. Marx hasta yaşamını istemli olarak sonlandıracak uygulamalara karşı çıksa da hastanın ağrı ve ızdırabını arttıracak sonuçsuz tedavilerin uygulanmasını da sorgulamaktadır.

William Munk da hastanın ölümünü hızlandıracak girişimlere karşı çıkmıştır. Munk’a göre ötanazi hastanın ağrı ve sıkıntılarının rahatlatılmasını amaçlayan tıbbi bir uygulamadır.

Ötenazi tartışmalarının yoğun bir şekilde yaşandığı ve sıcak bakılmaya başlandığı dönem 19.yüzyıl sonlarıdır. Bu dönemde filozof Friedrich Nietzche’nin görüşleri benimsenmeye başlamıştır. Nietzche’ye göre hasta toplum için bir parazittir. Belirli durumlarda daha fazla yaşaması gerekli değildir. Bu görüşlerden beslenen Nazi Almanyasında binlerce insan gaz odalarında aç bırakılarak öldürülmüştür. 

1947 yılında New Yorklu iki bin doktor ötenazinin kanunlaştırılması için bir beyanname imzalamışlardır. Bu beyannameye göre, tedavisi mümkün olmayan bir kişinin ötenaziye başvurabilmesi için 21 yaşını bitirmiş olması ve şuurunun yerinde olması gerekmektedir. Ayrıca bir raporun sunulması ve o raporun mahkeme heyeti tarafından kabul edilmesi gereklidir.

Genel olarak bakıldığında 1900’lü yılların başında ötenazinin yasallaşması için birçok yasa çıkarılmaya çalışılmış fakat birçoğu kabul görmemiştir. Ancak 1950’lerden sonraki çalışmalar başarılı olmuştur.

19. yüzyıl sonlarında gelişen “Sosyal Darwincilik” ve “Öjenik” akımlarıyla beraber genel nüfusun iyileştirilmesi için ortaya çıkan uygulamalar 20. yüzyılın başlarından itibaren yasalaşarak yürürlüğe konmuştur. Kalıtsal hastalığı olan, zihinsel engeli olan ve bozuk soylu olarak nitelendirilen bireyler için zorunlu kısırlaştırma yasası ve benzer bir uygulama olarak ırklararası evlilikleri yasaklayan yasalar yürürlüğe girmiştir. Ağır zihinsel engeli olanlar için ise ötanazinin bir başka biçimi olarak nitelendirdikleri “lethal chamber” uygulanmıştır. Aslında hayvanları acısız bir biçimde öldürmek için bir odaya doldurup zehirli gaz verdikleri “lethal chamber” uygulaması, o dönemde zihin engellilerin bulunduğu bakım evlerindeki kötü koşullar ile orantılı olan yüksek ölüm oranlarını ifade etmek için kullanılmıştır. 

Aynı dönemde benzer uygulamalar Almanya’da da görülmüştür. Öjenik kaygılar nedeniyle rahim tahliyesine kadar genişleyen zorunlu kısırlaştırma yasaları yürürlüğe girmiştir. Bu dönemde “Yaşaması değersiz yaşamların sonlandırılmasına izin” adlı çalışma Alman tıp ve hukuk alanını etkileyerek umutsuz ve ölümcül hastalıklı kişiler, zihinsel engelliler ve akıl hastaları için istemsiz aktif ötanazi yapılabilirliği ile ilgili tartışmalara yol açmıştır. İlerleyen zamanlarda belli şartlarla intihara yardım ve talep üzerine öldürme belli bir kısım tarafından destek görmüş olsa da zihinsel engelliler ve akıl hastaları gibi “düşük değerli” veya “değersiz” olarak görülen yaşamlar için uygulanmak istenen istemsiz aktif ötanazi tenkide uğramıştır. Daha sonra ölümcül hastaların yaşamlarına “değersiz yaşam” denilerek yaşamın dokunulmazlığı ve kutsallığı gibi kavramlar aşılmıştır.

20. yüzyılın ortalarına kadar ötanazi taraftarları hastaların yaşadığı şiddetli acı ve ızdıraba kayıtsız kalarak ötanazi uygulamamanın insanlık dışı olduğunu savunmaktaydılar. Bu dönemde ötanazi yerine “merhameten öldürme “ifadesi kullanımı yaygındı ve özellikle istemsiz aktif ötanaziyi savunanlar için zorunluluktu. Çünkü istemsiz aktif ötanaziyi savunabilecekleri başka bir dayanak noktaları yoktu.

Bu dönemde daha çok aktif ötanazi tartışmaları yapılmaktadır. Bunun bir nedeni de pasif ötanaziyi tartışacak tıbbi gelişmelerin olmamasıdır.

1945’te II. Dünya Savaşı sonrasında tıbbın insanlık dışı deneyler için araç olarak kullanılması ve ötanazinin öjenik amaçlı kullanımının ortaya çıkması ötanazi tartışmalarının bir süreliğine de olsa askıya alınmasına sebep olmuştur.

Nazilerin öjenik amaçlı ötanazi uygulamasından sonra ötanazi tartışmaları olumsuz etkilendiği için kavramsal arayışlara girerek cinai ötanazi ve insani ötanazi olarak iki kavram ortaya atılmıştır. Cinai ötanazi ile Nazilerin uyguladığı gibi yaşaması faydasız görülenlere istemsiz ötanazi uygulanması kastedilirken insani ötanazide ölümcül hastalığa sahip acı ve ızdırap içerisinde bulunan kimselere uygulanan ötanazi kastedilmektedir. Ancak bu kavramlar daha sonra ilgi görmeyerek kullanılmamıştır.

1960’lara gelindiğinde teknolojik cihazların gelişmesiyle hastayı hayatta tutan ancak iyileştiremeyen cihazlarla beraber pasif ötanazi tartışmaları başlamıştır.

1970’lere gelindiğinde ise ölüm ve ölüme ilişkin sorunları da kapsayan bio-etik ortaya çıkmıştır. Ölümün tanımı, yaşam kalitesi, yaşam desteğinden vazgeçmek, sonuçsuz müdahaleler gibi kavramlarla ilgili tartışmalar da biyoetik içerisinde yer almıştır. Bu tartışmalarla beraber pasif ötanaziyle ilgili tereddütler de azalmış yaşam desteğinin geri çekilmesi doktorlar ve hasta yakınları tarafından kabul edilebilir hale gelmiştir. 

1976’da New Jersey’deki bir mahkemede bitkisel hayattaki bir hastanın solunum cihazından ayrılabileceğine dair karar verilmiştir. Bu kararda ilginç olan husus bilinci yerinde olmayan bir kişi için karar verilmesidir. Daha sonraki birçok mahkeme kararında da görüldüğü üzere belirli koşullar altında yaşam desteğinin sonlandırılabileceği yasal merciler tarafından onaylanmıştır. Bu onaylarla beraber de pasif ötanazi ile hasta yaşamına son verilebileceği yasal ve ahlaki olarak kabul edilmiştir. Bu noktada yaşam hakkı savunucuları tedavinin sonlandırılmasının ancak bireyin kendi kararı ile mümkün olabileceğini savunmuşlardır. 

Aktif ötanazi savaş yıllarından sonra açıkça konuşulmasa da arka planda varlığını sürdürmüştür. İçinde öldürme eylemini barındırdığı için birçok etikçi ve doktor tarafından kabul edilmemektedir. Ahlaki etik ve yasal açıdan yasaklanmıştır.

1954 yılında yayınlanan Morals and Medicine adlı kitapta istemli ötanazi savunulmaktadır. Bu savunmada intihar ve öldürmenin her zaman kötü niyetli olmayacağını, bu konuda bireyin özgürlüğüne güvenilmesi gerektiği söylenmektedir. Ayrıca karar verme konusunda hastanın temsilcisine de büyük rol tanınmaktadır. Kitap; istemli ötanaziyi savunup öjenik amaçlı ötanaziyi reddetmekle beraber fiziksel ve zihinsel engelliler için istemsiz ötanaziye izin vermektedir.

Ötanazi savunmasında öne sürülen en önemli kavramlar biyomedikal etiğin ana ilkelerinden olan bireyin ya da hastanın “özerklik” ve “özerkliğe saygı” kavramlarıdır. Özerklik kavramının öne sürülmesinin bir nedeni de merhamet, yararlılık, iyilik, dayanılmaz ağrı gibi nesnel olmayan ifadelerin getirdiği aşılması zor sorunlar nedeniyle nesnel olan itiraz edilemeyecek bir kavramın öne sürülmesinin gerekliliğidir.

Bazı Amerikan mahkemelerinin, istemli ötanazi yasak olmasına rağmen, belirli şartlarda bireyin özerkliğinin çiğnenebileceği ve tedaviye devam edilip edilmemesi konusunda verdiği kararlar; bireyin özerkliğinin temel ilke olmasına rağmen sınırsız özerkliğin olmadığını göstermektedir.

İstemli aktif ötanazinin savunulabilmesi için daha önceleri öne sürülen yaşamın niteliği, merhamet, yararlılık, iyilik, dayanılamaz ağrı ve ızdırap gibi subjektif kavramlara karşı ‘terminal dönemdeki ölümcül hastalık’ gibi görece objektif kriterlerin öne çıkarılması gerektiği düşünülmektedir. Ve yine özerklik ön planda gibi görünse de subjektif olan eski kavramlar anahtar rolü oynamaya devam etmektedir.

Etik Boyutuyla Ötanazi

Bugünkü anlamından farklı olsa da adalet, yararlılık, otonomi, yaşam kalitesi, yaşamın kutsallığı, ötanazi gibi tıp etiğini de ilgilendiren birçok kavram antik dönemden beri konuşulan ve tartışılan kavramlardır. Ayrıca intihar, doktor yardımlı intihar kavramlarıyla beraber ötanazi ve ölme hakkı tartışmaları antik dönemden beri karşımıza çıkmaktadır.

Ötanazinin söz konusu olduğu durumlarda kişi ölümcül bir hastalığa sahiptir ve dayanılmaz ağrılar çekmektedir. Bununla birlikte üzüntü, sıkıntı ve ızdırap içindedir. Ancak ve ancak tıbbi cihazlara bağlı olarak yaşamını devam ettirmektedir. Bu noktada kişinin böyle bir yaşamı isteyip istemeyeceği sorgulanmaktadır. Yaşamın niteliği ve değeri birbirinden ayrılmaz kavramlardır ve yaşam sahip olduğu değerinden dolayı kutsaldır. Buradaki kutsallığı dini bakış açılarına bağlamak doğru değildir. Yaşam her şekilde kutsal kabul edilmektedir. Yaşamın kutsallığı kabul ediliyorsa ötanazi yapılması imkansız bir hale gelmektedir. Ancak yaşamın kutsallığına farklı bakış açılarıyla da yaklaşılmış ve ötanazi uygulanabilirliği kabul edilmiştir. 

Bir bakış açısına göre yaşam hakkı, içerisinde ölüm hakkını da barındırmaktadır. Bu nedenle ötanazi uygulanabilir niteliktedir. Başka bir bakış açısında yaşamın kutsallığına karar vermek için kişinin yaşamını nasıl sürdürdüğüne bakılmalı ona göre ötanazi uygulanabilirliğine karar verilmelidir. Bir diğer bakış açısında ise yaşamın kutsallığı bireysel özgürlük ve özerklik içerisinde değerlendirilmelidir.

Yaşam çok değerli olduğu ve diğer bütün haklara sahip olunabilmesi için gerekli olduğundan  dokunulmazdır. İdam cezasının uygulandığı ülkelere bakıldığında yaşamın kutsal olduğu ancak dokunulmaz olmadığı görülmektedir.

Ötanaziyle ilgili etik tartışmaları iki ana başlık altında bakarsak:

Olumsuz Yaklaşanlar

Ötanaziye olumsuz yaklaşanların ileri sürdüğü temel neden yaşamın dokunulmazlığıdır. Birbirine karşıt gibi görünen dini ve laik düşünce sistemleri yaşamın dokunulmazlığı konusunda birleşmektedirler. Dini yaklaşımda yaşam ve ölüm Tanrı tarafından verildiği için kutsaldır ve yaşama son vermek Tanrıya karşı gelmek olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle ötanazi gibi intihara da karşı çıkmaktadır. Laik yaklaşımdaki neden ise doğuştan dokunulamaz ve devredilemez olan yaşama hakkının mutlak ve vazgeçilemez olmasıdır. Yaşama hakkı üzerinde kişinin kendisi dahil kimsenin söz hakkı yoktur. Ayrıca kişinin topluma karşı var olan görevleri de kendi yaşamından vazgeçme hakkını ortadan kaldırmaktadır. 

Olumlu Yaklaşanlar

Olumlu yaklaşanların ileri sürdüğü temel neden ise yaşamın niteliği ve içerdiği anlamdır. Bu yaklaşım akla dayalı olarak nitelendirilmektedir. Reform döneminden sonra insanların kilise ile olan bağlarının zayıflamasıyla insanlar teselliyi kendilerinde aramaya başlamışlardır. Daha sonra maddi gerçeklere yönelim ile değerler sistemi yeniden yapılanmıştır. Cennet ve öteki dünya inancının sarsılmasıyla başka bir yaşam yoksa, elde olan bu tek yaşamın nitelikli olması gerektiği düşüncesi önem kazanmıştır. Bu durumda intihar tekrar meşru görülse de hala ötanaziye tam anlamıyla hoşgörü gösterilmemektedir. Çünkü ötanazide ölme veya öldürme fiiline diğer kişiler de dahil olmaktadır. 

James Rachels’ın ötanazi savunmasına göre; yaşama müdahale Tanrı hakimiyetine müdahale ise yaşamı yok etmek gibi korumaya çalışmak da yaşama müdahaledir. Ötanazi eğer yaşam süresini belirleme hakkı Tanrı’ya ait olduğu için yasaklanıyorsa yaşamı kurtarmak ve uzatmaya çalışmak da aynı nedenlerle yasaklanmalıdır, demektedir. Ve yine acı çekmek Tanrı’nın düzeninin bir parçası ise her türlü acı dindirici ilacın yasaklanması gerektiğini söylemektedir. 

Dworkin ise özerklik ve onur çerçevesinde ötanaziyi değerlendirmiştir. Özerklik kişinin kendi kaderini benimsemesi, onur hakkı ise insanın her şeye rağmen kendine saygısını yitirmediği koşullarda yaşamını sürdürmesi demektir. Onur hakkı onursuz koşullara katlanmama hakkını da içermektedir. Kişinin kendisine özsaygısını yitirmesinin fiziki işkencelerden daha ağır boyutta yıkıcı bir etkisinin bulunduğunu söylemektedir.

Sonuç olarak ötanazi istismara açık olduğu ve geçmişte de istismar örneklerine rastlanıldığı için dikkatle yaklaşılması gereken bir konudur. İyileşmesi mümkün olmayan veya tedavi edilemez hastalık kavramı şüpheli ve sorunlu bir kavramdır. Dün iyileşemez zannedilen bir hastalık bugün tedavi edilebilir hale gelebilmektedir. Bugün ötanazi gerekçesi gösterilen bir hastalığın yarın tedavisinin bulunması geri dönülemez sonuçlar ortaya çıkarabilir. 

Pasif ötanazi tedaviyi red hakkı doğrultusunda hukuka uygundur ve suç teşkil etmez. Etik açıdan da böyle kabul görülmesi gerektiği bazı etikçiler tarafından savunulmaktadır.

Hastanın ısrarlı ötanazi talepleri sonucu hastanın acısını dindirmek, yardım etmek gibi amaçlarla bunu yapması cezada indirim sebebi olabilir. Hastanın yoğun talebi sonucunda acıma hissine dayanamayarak yardım etmek insana çok yabancı bir kavram değildir. 

Pasif ötanazi mümkün olabilir ancak aktif ötanazi suistimallere açık olduğu için mümkün değildir.

İslamiyete Göre Ötanazi ve İntihar 

İslam dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır. İslam dini, insanların hayat haklarına büyük önem vermiş ve kişilerin canlarının dokunulmaz olduğunu bildirmiştir. Öyle ki kişinin hayat hakkının tehlikede olduğu durumlarda tehlikeyi savuşturmak için Yaratıcı’yı inkâr etmesi dahi caiz görülmüştür. Yine Kur’ân emrine göre, aç veya susuz kalan bir kimsenin hayatta kalabilmek adına normalde yasak olan şeyleri (şarap, domuz eti vs.) hayatta kalacak kadar yiyip içmesine izin verilmiştir. Hatta bu durumdaki kişi söz konusu şeyleri yemediği için hayatını kaybederse dinen sorumlu olur. İslam Hukukunun birincil kaynağı olan Kur’ân’ın bir başka ayeti şu şekildedir; “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” 

Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler!… Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (En’am, 6/151) buyrulmuştur.

Kur’ân iki yerde kişinin hayat hakkının elinden alınmasına izin vermektedir. Bunlardan birincisi, haksız yere bir kişinin öldürülmesi sonucu ortaya çıkan kısas cezası, ikincisi ise yeryüzünde “bozgunculuk” yapma durumudur.

Bunların dışında, ötanazi de dahil olmak üzere kişinin hayat hakkına dokunulamaz. Hz. Muhammed’in söz ve davranışlarını içeren disiplin olan hadislere bakıldığında da ötanazi olarak yorumlanacak hadiselerin kesin bir şekilde reddedildiği görülmektedir. Bir rivayete göre peygamberin savaşlarından biri olan Hayber Savaşı’nda Kuzmân ez-Zufurî isimli müslüman asker yaralanmıştır ve şiddetli acılar çekmektedir. Bunun üzerine Kuzmân yarasının acısına dayanmak istemez ve kılıcının sapını yere, keskin ucunu da göğsüne yaslayarak üzerine yüklenir ve hayatına son verir. Bunun üzerine Peygamber; “Bu kişi cehennemliktir.” demiştir. Hatta İslam’a göre kişinin herhangi bir gerekçe ile hayatına son vermesinin kesin yasak olmasının yanında ölümü temenni etmesi dahi hoş karşılanmamaktadır. Bu bağlamda Peygamberin “İçinizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle sakın ölümü temenni etmesin…” şeklindeki sözü kişinin ölümü istemesinin dahi yasaklandığını göstermektedir. Ayrıca şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: “Mümin, haram (dokunulmaz) bir can almadıkça din dairesi içinde kalmaya devam eder.” (Buhârî, Diyât, 1.)

Kuran-ı Kerim’de kasten ve hataen olmak üzere iki kısma ayrılan öldürme fiili daha sonra İslam Hukuku eserlerinde ‘şibh-i ‘amd’, şibhu’l-hata’ ve ‘tesebbüben’ öldürme de eklenerek beş kısımda ele alınmıştır. İnsan hayatına karşı işlenen suçlarda, eylemin gerçekleştiği zaman failin kastı, uygulanacak cezanın tespitinde belirleyici olacaktır. İmam Malik’e göre mağduru öldürmek kastıyla zehir verilir ve bu fiilin sonucunda da mağdur ölürse zehri veren kişi kasıtlı olarak adam öldürme suçunu işlemiş olur. Günümüz İslam Hukuku alimlerinden Kardâvî de çabuk etkisini gösteren zehirli maddeyi enjekte etmekle, elektrik şoku veya kesici bir aletle gerçekleştirilen ötanazi arasında bir fark olmadığını, tamamının kasten adam öldürme olduğunu söylemiştir.

Diğer Dinlere Göre Ötanazi

Yahudilik

Yahudiliğin temel esaslarından olan “On Emir” den altıncısı “Öldürmeyeceksin.” dir ve bu üçüncü kişiler kadar kişinin kendisini öldürmesini de kapsamaktadır. Ayrıca Yahudiliğe göre insan vücudu Tanrı’ya ait olduğu için kişiler bedenine dikkat etmelidir, ölüm konusunda da acele etmemelidir. Bu anlamda geleneksel Yahudi yasası ötanaziyi doğru bulmamaktadır. Eceliyle ölmek bu dinin önemsediği bir olaydır.

Günümüz modern dünyasında Yahudilik doğal ölüm sürecini etkileyen bir yöntem olan pasif ötanazi konusunda net bir tavra sahip değildir. Bazı Yahudi bilginler buna izin vermezken bazıları izin vermektedir. Bu ayrılığın sebebi ise bazı Yahudi din adamlarının hastanın mümkün olduğunca hayatta tutulması gerektiğine dair düşüncelere sahip olması iken bazı din adamlarının ölmeye yakın olan hastanın ölüm sürecini uzatmaktan kaçınmayı öğütlemeleridir. Bu öğütlerin sebebi ise Talmud’da ölüm döşeğindeki Judah isimli bir haham hakkında anlatılan hikâyedir. Hikâyeye göre “Haham Judah, hasta yatağında can çekişmekteyken etrafında öğrencileri durmadan dualar etmektedirler. Onların ettikleri bu dualar hahamın ruhunu teslim etmesini engellemektedir. Hahamın kızı bir kavanozu yere düşürür ve etraftakiler çıkan ses nedeniyle irkilerek dua etmeyi keserler. Bu esnada da haham duayı duymadığı anda ruhunu teslim eder”. Duanın bir tedavi olarak görüldüğü bu hikâye Yahudiler tarafından hukuki bir metin haline getirilmiş ve ötanazi konusunda büyük bir referans sağlamıştır.      

Hristiyanlık

Hıristiyanlığın kutsal metinlerinde, Kilise Babaları’nın görüşlerinde ve tarihsel süreçlerde ortaya çıkan mezheplerde ötanaziye dair farklı görüşler bulunmaktadır. 

Hıristiyanlığa göre Tanrı’nın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biri, onun bedenidir ve bu beden insana emanettir. İnsan aldığı bu bedenin karşılığı olarak Tanrı’yı yüceltmelidir. Yeni Ahit insanların biricik hayatlarına dikkat etmelerini öğütlemektedir. Zorluklar karşısında Tanrı’ya yakaran herkesin kurtulacağını belirtmektedir. İsa merkezli olan Hıristiyanlık inancı bu dine mensup kişilerin zorluklara karşı İsa gibi savaşmasını, mücadele etmesini ve çabalayarak mutlu sona ulaşmasını istemektedir. Bu nedenle de ötanaziyi doğru bulmamaktadır. Çünkü Hıristiyanlığa göre acı çekme düzenin doğal bir parçasıdır ve özellikle yaşamın son anlarında çekilen acıların kurtuluşa ulaşma yolunda bir kutsallığı bulunmaktadır. Bu dine göre böyle anlarda acıya katlanmak İsa’nın acılarını paylaşmak Tanrı’nın iradesine itaat etmektir. Bunun için inançlı Hıristiyanlar acıdan kaçmamalıdırlar. Ölüm anını sakin bir şekilde beklemeli ve ölümü hızlandırmamalıdırlar.

   Hıristiyanlığın en büyük kesimini temsil eden Katolik Kilisesi gelişen tıbbi yöntemler ışığında insan hayatına daha çok önem verilmesini öğütlemekte ve ötanaziden kesinlikle uzak durulmasını istemektedir. Bu inanca göre acıdan kurtulmak amacıyla kişilerin yaşamına bilinçli veya ihmal sonucu son vermek Tanrı onuruna aykırı bir eylemdir. Günümüzde ise kilise ötanaziyi hala bir cinayet olarak görse de bazı olağandışı, tehlikeli ve ağır durumlarda buna müsaade etmektedir.

Ortadoks Kilisesi de Katolik Kilisesiyle aynı düşüncelere sahiptir. Hatta bakıldığında Hıristiyanlığın neredeyse bütün mezhepleri de aynı sebeplerden ötürü ötanaziyi doğru bulmamaktadır.

Hint ve Uzakdoğu Dinleri

Diğer dinlerin aksine Hint dinleri intiharı teşvik etmektedir. Bunun sebebi ise dünya algılarının temelinde yatan acı ve keder düşünceleridir. Örneğin Hinduizm dünyayı bir tuzak olarak gören felsefeyi öne çıkarmaktadır. Ruhun bu tuzaktan kurtulmaya çalıştığını savunmaktadır. Bu nedenle de ötanazi fikrine sıcak bakmaktadırlar. Aynı şekilde Caynizm, Budizm, Şintoizm gibi dinler de ötanaziye sıcak bakmaktadırlar.

Hint dinlerinden yalnızca, İslam ve Hinduizm dinlerinden etkilenerek ortaya çıkan, Sihizm ötanaziye karşı çıkmakta ve bu eylemi Tanrı’ya karşı yapılan bir saygısızlık olarak kabul etmektedir.

Bazı Dünya Ülkelerinde Ötanazi

Hollanda

1994’te ötenazi eyleminin bazı prosedürlerine yönelik yasa çıkarılmıştır. Buna göre, hekim bu prosedürlerlere uygun ötenazi yaptığını belgelerle birlikte gösterirse ceza alması engellenmiştir. Ancak uygulamadaki eksiklikler dolayısıyla yeni arayışlara girilip 2000 yılında referandum yapılmıştır. Referandumda %80’nin üzerinde oyla ötenazi kabul edilmiştir. 2001 nisan ayında aktif ötenazi yasallaşmıştır. Bu yasaya göre hasta dayanılmaz acılar içinde olmalı, hasta isteğini açıkça dile getirmeli, ikinci bir hekimin onayı olmalı ve uygun(acısız) tıbbi yöntemle hastanın hayatına son verilmelidir. Aynı zamanda 12-16 yaş arasındaki kişilere ötenazi yapılabilmesi için ailelerinin onayı gerekmektedir. 12 yaşından küçüklere de ötenazi yapılamaz. Ancak 2006 yılında ağır anomalilerle doğan dayanılmaz acı içerisinde bulunan bebeklere de ötenazi uygulaması yasallaşmıştır.

Belçika

2002’de aktif ötenazi yasallaşmıştır. Hastanın 18 yaşını doldurmuş olması, dayanılmaz fiziki ve psikolojik acı içerisinde olması ve hastalığının umutsuz olması gerekmektedir. Ayrıca doktorla hastanın ayrıntılı şekilde görüşüp tartışması, hastanın iyice bilgilendirilmesi, ötenaziden başka çare olmadığına karar verilmesi, hastanın ötenazi talebinin üzerinden en az 1 ay geçmesi ve özel bir komisyonun bu kararı onaylaması gerekmektedir.

Almanya

Ötanazi Almanya’da ikinci dünya savaşında engelli, yaşlı ve hastaların toplu şekilde öldürülmesini meşrulaştırmak için kullanıldığından günümüzde tepkiyle karşılanmaktadır. Aktif ötanaziye çok sınırlı imkan verilmektedir. Ceza kanununun 34. Bölümüne göre hastanın dayanılmaz acı içerisinde bulunduğu umutsuz vakalarda hastanın talebi halinde aktif ve doğrudan ötenazi uygulanması suç teşkil etmez. Pasif ötenazi de suç sayılmamakta ve uygulanabilmektedir.

Fransa

Fransa’da 2005 yılında pasif ötenazi yasal hale gelmiştir. Ama aktif ötenazi ve doktor destekli ölüm ise henüz yasal değildir. 17 Mart 2015’te çıkarılan Derin Uyku Yasası’na göre dayanılmaz acı içinde olan ve iyileşmesi umutsuz olan hastaları derin uykuda uyutmak için doktora yetki verilmiş bununla da ötenazinin önüne geçmek planlanmıştır. Ancak pasif ve  irade dışı ötenazi tartışma konusudur. Örneğin, bitkisel hayata giren Lambert’in doktorlarının isteği üzerine yaşam desteğinin azaltılmasına karar verilmiştir, ailesi ise buna itiraz etmiştir. Mahkeme başta ailenin itirazını kabul etse de sonradan doktorun kararının hukuka uygun olduğuna hükmetmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu kararı kabul etmiş doktoru haklı bularak pasif irade dışı ötenaziye izin vermiştir.

Lüksemburg

Hollanda ve Belçika’dan sonra aktif ötanaziyi yasallaştıran 3. Avrupa ülkesidir(2009). Yasaya göre ötenazi uygulanması için hastanın dayanılmaz acılar içinde olması, doktor tarafından bilgilendirilmesi, ötenaziyi kendi iradesiyle talep etmesi, iki doktorun ve bilirkişilerden oluşan bir kurulun onayı gerekmektedir.

İsviçre

Ceza kanunu madde 115’e göre doktor yardımlı intihar, hastanın bilinci yerinde olduğu durumlarda fiili gerçekleştiren hastanın kendisi olduğu için suç sayılmamaktadır. Ancak aktif ötanazi ve bu haller dışındaki fiiller suç sayılmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri

ABD’de aktif ötenazi yasal değildir ama pasif ötenazi yasaldır. Hatta pasif ötanazi ölümcül olmayan hastalıklarda dahi uygulanabilmektedir. Eyaletler arasında kanunun uygulanışı arasında fark vardır. Bazılarında hastanın yazılı onayı gerekirken bazılarında ise yakınının onayı yeterlidir.

Örneğin tarihi Karen Quian mahkemesindeki karara göre; hasta bitkisel hayata girmiş ve doktorlar tarafından tekrar bilinç kazanamayacağı belirtilmiştir. Ailesi de bunun üzerine yaşam desteklerinin çekilerek bir nevi pasif ötenazi yapılmasına karar vermiştir. Ancak bu talep hastane yetkilileri ve daha sonra ilk derece mahkeme tarafından reddedilmiştir. Ancak New Jersey Temyiz mahkemesi ailenin bu talebini kızın babasını vasi atayarak kabul etmiştir. Mahkeme böylece kişilik haklarının devletin vatandaş hakkını korumasından önce geldiğini ve kişinin geleceğini ve ölümünü belirleme hakkı olduğunu bilinci yerinde olmazsa bu kararı ailesinin verebileceğini ifade etmiştir.

1983’te ise vücudunun neredeyse tamamı felç bir hastanın kendi isteğiyle beslenmeyi reddederek ölüme terk edilmek istemesi ilk mahkeme tarafından reddedilmiş ancak California Temyiz Mahkemesi tarafından ise kararı kabul edilmiştir. Böylece kişinin başkalarının haklarını zedelemediği sürece kendi ölümüne karar vermesinin kendi geleceğini tayin etme hakkının bir parçası olduğu savunulmuştur.

İngiltere

İngiltere’de ötenazi yasal olmamakla birlikte mahkeme kararlarına bakıldığında pasif-kazai ötenazi İngiliz hukukunda kabul görmektedir. Aynı zamanda hastanın acılarını azaltmak için verilen ilaçların ve dozlarının takibinin yapılmaması sebebiyle aktif-dolaylı ötenazi de sıkça uygulanmaktadır.

İngiltere’de ötenazi tartışmaları 1980’lerde başlamıştır. Hatta Down sendromlu doğan iki çocuğa ilişkin iki davanın birinde pasif ötenaziye karar verilirken diğerinde ise tersi yönde karar verildiği görülmektedir. 1994 yılında ise trafik kazası geçiren G. isimli şahıs bitkisel hayata girmiştir. Şahsın eşi, hastane yetkilileri ve birçok nörolog, hastaya uygulanan yaşam destek ünitesinin geri çekilmesini istemiş hastanın annesi ise buna karşı çıkmış bu kararın ötenazi olduğunu ifade etmiştir. Ancak mahkeme doktorları haklı bulmuş ve bu kararın ötenazi olmadığını belirtmiştir.  

Avustralya

Avustralya’da ötenazinin uygulanması konusunda dönemlere göre ve bölgelere göre farklılıklar vardır. 1995’te ölümcül hastalar için aktif ötenazi yasasını kabul ederek ötenaziyi yasalaştıran ilk ülke olmuştur ancak 1997’de tepki toplaması üzerine federal devlet tarafından  Ötanazi Kanunu ile yürürlükten kalkmıştır. Şu an Avustralya genelinde ötenazi yasal değildir ancak 2017’de Viktorya eyaletinde aktif ötenazi yasallaşmıştır. 

 Türkiye’de Ötanazi

Ötanazi, Türk hukukunda tanımlanmış bir kavram değildir ve Türk Ceza Hukukunda ötanazi ile ilgili bir düzenleme bulunmamaktadır. Çünkü hukukumuzda yaşama hakkı, en temel haktır ve üzerinde tasarruf edilemez. TCK madde 26/2 hükmüne göre de, yalnızca “kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez.” Ülkemizde ise yaşama hakkı üzerinde feragat edilecek bir hak olarak görülmemektedir.

Hiç kimsenin ne kendisinin ne de başkasının hayatına son verme hakkı bulunmamaktadır. Bu konuda herhangi bir rızanın söz konusu olması eylemin hukuka aykırılığını ortadan kaldırmamaktadır. Ülkemizde aktif ötanazi yapan bir doktor kasten öldürme suçunu işlemiş sayılarak müebbet hapis cezasına çarptırılmaktadır. Hatta bazı durumlarda TCK madde 82/1-a ve 82/1-e kapsamlarında “tasarlayarak kasten öldürme” veya “..beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılabilmektedir.

1989’da TCK Ön tasarısının ikinci komisyon tarafından hazırlanan metninin 135. maddesinde “Talep üzerine öldürme” başlıklı bir düzenleme mevcuttu. İlgili düzenlemede “İyileşmesi olanağı bulunmayan ve ileri derecede ıstırap verici bir hastalığa tutulmuş olan bir kimsenin, bilincinin ve hareketlerinin serbestliğine tam olarak sahip iken yaptığı ısrarlı talepleri üzerine ve sadece hastanın ıstıraplarına son vermek maksadıyla öldürme fiilini işlediği sabit olan kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.” ifadesi geçmektedir. Tasarıdaki bu düzenleme, TBMM Adalet Komisyonunda kabul edilmeyerek metinden çıkartılmıştır.  

Aynı hüküm TCK 1997 Ön tasarısında da “acıyı dindirme saiki” ile öldürme başlığı altında tekrarlanmış, fakat sonuç olarak yasa koyucu bu tasarıyı kabul etmemiştir. Mevcut düzenin devamı olarak, ötanaziye kasten öldürme suçuna ilişkin hükümlerin uygulanmasına devam edilmesine karar verilmiştir.

“Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları” başlıklı V. Türk Alman Tıp Hukuku Sempozyumunda ise ötanazinin Türkiye’nin güncel bir sorunu olduğu ve pasif ötanazinin yaygın olarak uygulandığı belirtilmiştir. Bunun da özellikle yoğun bakımda yatan bilinci kapalı hastaların yataklarının başına DNR(do not resuscitate) yazısı asarak gece nöbetindeki doktorların bu hastaların solunumlarının durması halinde onları solunum cihazına bağlamamaları veya kalpleri durduğunda tekrar canlandırmamaları şeklinde yapılmakta olduğu belirtilmektedir. Birçok hekim de hasta yataklarının uzun zamandan beri yatan yaşlı hastalar nedeniyle genç hastaları yatıramadıkları gerekçesiyle bu uygulamaya yönlendirildiklerini belirtmektedirler. Bu durumda pasif ötanazinin suç teşkil edip etmeyeceği konusunda hekimler ve hemşireler yönünden büyük endişeler bulunmaktadır.

Bu konuda ülkemizde üç görüş bulunmaktadır:

Birinci görüşe göre hastanın rızasının olması halinde pasif ötanazi suç olarak kabul edilmemelidir çünkü asıl olan hastanın iradesidir. Ülkemiz tarafından da onaylanan Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesinin(Biyotıp Sözleşmesi) iç hukuk düzenlemesi haline geldiğini ve bu sözleşmenin 5. maddesinde geçen “kişinin tıbbi müdahale için verdiği onayı her zaman geri çekebileceği” ifadesinin hastanın ölümü geciktirecek veya engelleyecek tedaviyi reddetmesinin de hekim üzerinde bir sorumluluk oluşturmayacağını savunanlar pasif ötanaziyi suç olarak görmemektedirler. Hasta Hakları Yönetmeliğinin 24. maddesinde geçen “tedavi başlamışsa, yaşamı veya yaşamsal önemi olan organlardan birisini tehdit eden bir durum varsa, rızanın geri alınması mümkün değildir.” ifadesinin Biyotıp Sözleşmesine aykırı olması nedeniyle uygulanamayacağını savunmaktadırlar. 

Ayrıca Hasta Hakları Yönetmeliğinde bulunan “İlkeler” başlıklı madde 5/b (Herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını haiz olduğu ve hiçbir merci veya kimsenin bu hakkı ortadan kaldırmak yetkisinin olmadığı bilinerek, hastaya insanca muamelede bulunulur.), “Tıbbi Gereklilikler Dışında Müdahale Yasağı” başlıklı madde 12 (Teşhis, tedavi veya korunma maksadı olmaksızın, ölüme veya hayati tehlikeye yol açabilecek veya vücut bütünlüğünü ihlal edebilecek veya akli veya bedeni mukavemeti azaltabilecek hiçbir şey yapılamaz ve talep de edilemez.), “Ötanazi” başlıklı madde 13 (Ötanazi yasaktır. Tıbbi gereklerden bahisle veya her ne suretle olursa olsun, hayat hakkından vazgeçilemez. Kendisinin veya bir başkasının talebi olsa dahi, kimsenin hayatına son verilemez.) hükümlerinin de kanuni bir düzenleme olmadığını ve ceza hukuku anlamında bir yönetmelikle yasaklama getirilemeyeceğini savunmaktadırlar.

İkinci görüşe göre pasif ötanazinin suç olduğunu hasta Hakları Yönetmeliğinin 13. maddesi kesin dille belirtmektedir. Bu görüşe göre devletin intihara hukuken müdahale etmiyor oluşu intiharı bir hak haline getirmemektedir ve intihara yardım eden kişi bir haksızlık gerçekleştirmektedir.

Üçüncü görüşe göre ise kişinin ihmali davranışla gerçekleştirilen pasif ötanaziye gösterdiği rıza, fiili hukuka uygun yapmamaktadır çünkü hastanın gösterdiği rızanın geçerli olamayacağı bazı durumlar bulunmaktadır. Bu durumlardan biri de hastanın üzerinde tasarruf etme hakkı bulunmayan konularda gösterdiği rızalardır. Yaşama hakkı üzerinde tasarruf edilebilecek bir hak değildir. Hastanın rızası olmaksızın uygulanan pasif ötanazi ise suç teşkil etmektedir.

Ülkemizde yapılan ve 300 doktorun katılımıyla gerçekleştirilen bir araştırmaya göre doktorların %11’i aktif ötanaziyi desteklerken, yaklaşık %48’i pasif ötanaziyi desteklemektedir. Hukuki duruma da bakarak ötanaziyi yasallaştırmaktan ziyade önlemeye yönelik çalışmaların yapılması ise hem hukukçular hem de sağlık çalışanları tarafından daha doğru bulunmaktadır.

KAYNAKÇA

  1. Sümer N. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslam’da Ötanazi. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 7. cilt. 14. sayı; 2016.
  2. Sulu  M. Ötanazi Üzerine. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi. 22. cilt. 2. sayı; 2016.
  3. Kaşıkçı  O. Hukuk Tarihinde Ötanazi. Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları. 6. Sayı; 2008.
  4. Demirörs AH, Arslan S. Türk Ceza Hukuku Açısında Ötanazi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 65. cilt. 4. sayı; 2016. 
  5. Özaltay B. Ötanazi ve Getirdiği Etik Sorunlar. Uzmanlık Tezi.  İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı. İstanbul Üniversitesi; 1996.
  6. Alan AE. Ötanazi. İstanbul Kültür Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı. İÜHFM C. LXXI. Sayı 1. s. 3-26; 2013.
  7. Altay G. Nitelikli Yaşam Hakkı İçin Ötanazi. İnsan Hakları Hukuku. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hukuk Yüksek Lisans Programı; 2005.
  8. Besiri A. Ötanazi ve Yaşam Hakkı. .TBB Dergisi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İnsan Hakları Hukuku Yüksek Lisans Programı. Sayı 86; 2009.
  9. http://www.echr.coe.int/Documents/FS_Euthanasia_ENG.pdf (erişim: 01.12.2015). Ayrıca bkz.
  10. “AİHM’den Fransa’da Pasif Ötenazi Kararına Onay”. http://www.hurriyet.com.tr/aihmden-fransadapasif-otenazi-kararina-onay-29204876; (erişim: 01.12.2015)
  11.  Servet A. İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler.  s. 83. Ankara; 2001.
  12. Kur’ân-ı Kerim. Nahl Suresi; 106. Ayet
  13. Kur’ân-ı Kerim. Bakara Suresi; 173. Ayet
  14. Kaşıkçı O. Hukuk Tarihinde Ötanazi. Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları Dergisi. Sayı 6; 2008.
  15.  Kur’ân-ı Kerim. Maide Suresi; 32. Ayet 
  16. http://hadis.ihya.org/kutubusitte/konu/680.html. (Buharî Hadis No:4936); (erişim: 01.12.2015).
  17. http://hadis.ihya.org/kutubusitte/konu/152.html. (Buharî Hadis No: 979) ;(erişim: 01.02.2015)
  18. Yiğit Y. İslâm Ceza Hukuku Açısından Ötanazi ve Hukukî Sonuçlarının Değerlendirilmesi. İslâmî Araştırmalar Dergisi. Cilt 16. Sayı 3, s. 345; 2003.
  19. Çelik A. İslâm Hukuku Açısından Yaşama Hakkı Ve Ötanazi. Ankara Üniversitesi; 2016.