YUNUS EMRE

YAZARLAR 1 Esma SAYIN 2 Zehra ORUÇ * 1. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi *...

· 25 dk okuma süresi >

YAZARLAR

1 Esma SAYIN

2 Zehra ORUÇ *

1. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi

2. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: zehraoruc43@gmail.com

İçindekiler

ANADOLU İRFANININ KALBİ: YUNUS EMRE

Yunus Emre (1238 -1320) yılları arasında yaşadığı tahmin edilen ve Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü olan bir şair ve mutasavvıftır, yaşamına ilişkin belgeler sınırlıdır. Medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf ve tarihi incelediği sanılıyor. Gerçeğe, Allah’a, evrensele, her şeyin özüne varmak için şeriat-tarikat-marifet-hakikat olmak üzere dört bilgi düzeyi ayırt eder. Tasavvuf felsefesi ve görüşleri daha çok Bektaşîliğe yakındır. Şeyhi Tapduk Emre Sinan Ata’nın ardılıdır ve Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdır. Yunus, Risaletü’n Nushiye adlı 573 beyitlik divanı ile şeriat kurallarının üstüne çıkar. Başlangıçta yer alan düz yazı şeklindeki metinde aklın ve insanın çeşitlerini anlatır.

SÖYLENCELERDE YUNUS EMRE

Yunus üstüne bütün bildiklerimiz halkın masallaştırdığı gerçeklere dayanıyor. Söylencelere ve Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi ’ne göre Yunus Emre bir Orta Anadolu köylüsüdür. Sakarya kıyılarında, Sivrihisar’ın Sarı köyünde oturur. Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsü. Yağmur yağmaz, ekin olmaz; Yunus günün birinde tohumsuz kalır. Tohumsuz kalan Yunus Emre eşeğine dağdan alıç, ahlat, meyve yükler, buna karşılık biraz tohumluk buğday aramaya çıkar. Duyduklarının izini sürer ve ilk uğradığı yerlerden birisi de Hacı Bektaş Tekkesi’dir. Yunus, tekkeden alıçlarına karşılık buğday ister. Hacı Bektaş Veli kendisine: “Buğday yerine nefes versek olmaz mı?” diye sorar. Yunus “İlle de buğday!” der. Hacı Bektaş Veli “Her alıca karşılık bir nefes verelim” der. Yunus “Olmaz!” der. Her çekirdek başına on nefese kadar çıkar Hacı Bektaş. Yunus ille buğday diye dayatır. Bunun üzerine Hacı Bektaş fakir Yunus’a götürebileceği kadar buğday verdirir. Sevine sevine yola çıkan Yunus’u yolda bir düşüncedir alır ”Bu insan büyük insan olmasa bana buğday vermezdi. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerli?” diye düşünür, çiğlik ettiğini anlar ve döner geriye. “Alın buğdayı geri, ben nefes istiyorum” der. Ama Hacı Bektaş ona nasibini Tapduk Emre’nin vereceğini, onun tekkesine gitmesini söyler, “Senin kilidini ona verdik!” der. Yunus Tapduk Emre’nin tekkesine gider ve onun müridi olur.

Tapduk Baba, Yunus’un şiirlerinde inançla sevilen, yoluna baş konulan bir mürşit olarak karşımıza çıkar:

Tapduğun tapusuna

Kul olduk kapısına

Yunus miskin çiğ idik

Piştik elhamdülillah

Bir başka söylenceye göre ise Tapduk Emre güzel saz çalarmış ve Yunus ona saz çaldığı için bağlanmış. Uzun süre tekkeye hizmet etmiş, sonunda bıkmış ve kaçmış. Yolda erenlerden yedi kişiye rastlamış, yoldaş olmuşlar. Her akşam erenlerden biri içinden geçirdiği bir ermiş adına Allah’a dua ediyor hemen bir sofra geliyormuş ortaya. Sıra Yunus’a geldiği akşam o da: “Ya Rabbi, bunlar hangi kulun adına dua ettilerse ben de onun adına yalvarıyorum sana, utandırma beni” demiş. O akşam iki sofra birden gelmiş. Erenler şaşırıp kimin adına dua ettiğini sormuşlar. Yunus önce onların söylemesini istemiş. Erenler de: “Tapduk‘ un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına” demişler. Yunus bunu duyar duymaz hiçbir şey söylemeden tekkeye geri döner ve ‘Anabacı’ şeyhin karısına sığınır.  Anabacı der ki: “Yarın sabah tekkenin eşiğine yat. Tapduk abdest almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır. Gözleri iyi görmediği için bana: “Kim bu eşikte yatan? “ diye sorar. Ben de “Yunus” derim. “Hangi Yunus?” derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, başının çaresine bak. Ama “Bizim Yunus mu?” derse anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına, bağışla suçumu de.” Yunus Anabacı’nın dediğini yapar, kapının eşiğine yatar, ertesi sabah olan olur; Tapduk: “Kim bu adam?” diye sorunca, “Yunus” der Anabacı. Tapduk “Bizim Yunus mu?” diye sorunca Yunus ayağına kapanır ve sevincinden ağlar. İki insan arasındaki bağlılığı, ayrılıp kavuşmanın tadını, güveni bu kadar güzel anlatabilen söylence azdır dünyada.

Yunus’un ozanlığa başlamasının öyküsü de şöyledir: Yunus yıllar yılı tekkeye ağızsız dilsiz hizmet eder. Günlerden bir gün Tapduk ‘un sofrasında bir güzel muhabbet olur. Tapduk sevinçli ve coşkuludur. O gün Yunus-ı Guyende adında bir ozana “Bize bir şeyler söyle” der. O ozanın dili tutulur o gün, hiçbir şey bulup söyleyemez. Bunun üzerine Tapduk oduncu Yunus’a dönüp  “Haydi sen söyle” der. Ve Yunus birden başlar içinde birikenleri söylemeye, esip savurmaya, incileri dökmeye başlar:


Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılanı hoş gör

Yaradan’dan ötürü

Yunus’un yaşadığı yıllarda Molla Kasım diye biri varmış. Bu Molla Kasım’a Yunus’un şiirlerini yazılı olarak getirmişler. Her okuduğu şiiri dine, şeriata aykırı bularak yakıyormuş. Binlercesini yaktıktan sonra üst tarafını da suya atmaya başlamış. Şiirleri yakmış suya atmış, atmış, atmış derken bir şiirde, Yunus:

Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

demiş, demiş ya, Molla Kasım bunu görür görmez Yunus’a boyun eğmiş ve yakmadığı suya atmadığı şiirleri bir hazine gibi saklamış. Söylenceye göre bunun için şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki balıklar, kalan binlercesini de insanlar söylermiş.

YUNUS EMRE VE TASAVVUFİ AHLAK

Yunus’un neşrettiği tasavvufî ahlâk, evvelâ herkesi Kur’an ve Hadis’e uymağa, şer’i esaslara en ufak teferruatına kadar riayete dâvet eder; çünkü tarikatın üssü’l-esâsı şeriattır. Sonra, Sünnet-i Muhammediyye’nin icap ettirdiği birçok ahlâkî esaslar vardır. Yunus Emre birçok manzumelerinde onlara bağlı kalma lüzumunu uzun uzun anlatır. Bununla beraber, bütün bunlar İslâm ahlâkının esaslarını teşkil eden birtakım umumî şeylerdir. Asıl “tasavvufî ahlâk” bundan sonra başlar ki, öncekinden çok daha ağır şartları içine almakla beraber, çok daha ince ve insanidir; fakat bu tasavvuf yolu çok zahmetlidir. İşte, Yunus’un birçok ilahileri de bu zorlukların izahından ibarettir: “Dervişlik, hırka ile, mürit ile, tâc ile olmaz; onların hepsini bırakmalı; melâmet oklarına hedef olmayı göze aldırarak, ar ve namusu kaldırmalı ki hakikî aşk sabit olsun; işte, ancak o vakit, aşkın feyizleriyle ikilikten geçilebilir ve Vahdet sırrı, ancak o zaman çözülür; yoksa bu, ilim okumakla olmaz.”

Varlık hakkındaki sûfiyâne anlayış ancak, tevekkül ve teslimiyeti; dünyevî işlerden tam bir feragati gerektirir. O vakit, dervişin her şeyi iyi ve hoş görmesi lâzımdır. Bir defa bu makama erenler, artık insanlar arasında iyi, fena, müslim, mecusi gibi ayrılıklar görmezler; hatta kendilerine fenalık edenlere karşı bile iyilikle karşılık verirler. İşte, bir vakit, namaz kılmayanlar aleyhinde en ağır ithamlarda bulunan zahit Yunus Emre’nin, “tasavvufî ahlâk” esaslarını yayan bazı manzumelerinde, “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, onları birbirinden ayıran adamları”, hatta “halka müderris olsalar bile” yine hakikatte asi sayacak kadar geniş, insani bir şefkat göstermesi bundan dolayıdır. İşte, görülüyor ki ahlâk-ı sûfiyânenin gayesi, “insan-ı kâmil” olarak Hakk’a erişmektir.

YUNUS EMRE’NİN EDEBİ KİŞİLİĞİ

Yunus Emre, Ahmet Yesevi’den sonra tasavvuf edebiyatının halk şiiri tarzındaki ikinci şairidir. Üstelik yaşadığı günden bu güne kadar ondan daha önemli dinî tasavvufî âşık edebiyatı şairi yetişmemiştir.

Yunus; fakir-zengin, Hıristiyan-Müslüman ayrımı yapmadan, insanı, Yaradan’dan ötürü seven bir hoşgörü içinde görür. Ondaki insan sevgisi, insanı Allah’tan bir parça olarak kabul etmesinden kaynaklanan bir sevgidir. Kendi güzelliğini görmek isteyen Allah âlemi yaratmış, bu nedenle de âlemi Allah’ın bir görüntüsü kabul etmiştir. Ona göre bütün varlıklar Allah’tan gelmiştir. Varlık tektir ve bunu bilen kişi nereye bakarsa yalnızca Allah’ın cemâlini görecektir.

Bir vücuttur cümle eşya,

 Ayni eşyadır Huda,

 Hep hüviyettir görünen,

 Yok, Huda’dan maada

Ona göre nefse hoş gelen şeylerden ötürü cenneti sevmek bile hoş değildir:

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri;

İsteyene ver anları,

Bana seni gerek seni!

Ona göre güzel-çirkin-kötü diye bir ayrım yoktur. Güzel ve çirkin, iyi ile kötü birdir ve eş değerdedir. Onun düşüncesine göre ölmek ve yaşamak birdir. Ölmek geldiği yere yani üflendiği ruha kavuşmak anlamındadır. Hayatsa vatandan uzak kalmak anlamındadır. Çünkü ruh geldiği yere dönmek arzusundadır.

Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım

Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden

Hakk’dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım

YUNUS EMRE DİVAN ŞİİRLERİ İNCELEMELERİ

Yunus Emre’nin şiirleri elimizde en eskisi 15. yy ’da yazılmış bulunan divanlarında toplanmıştır. Bu bakımdan bu divanlardaki şiirlerin hepsinin Yunus’a ait olup olmadığı, ona isnat edilip edilemediği pek belli değildir. Şiirler aruz ve hece ölçüsüyle yazılmıştır.

A) Yunus Emre’nin “Kayusu Değil” Redifli Şiiri İncelemesi

Cânlar fidâ yoluna bu cân kayusu değül

 Sen cânı gerek bana cihân kayusu değül
Cânlar içinde cânum sensin genc-i pinhânum

 Çün ıyân gördüm seni pinhân kayusu değül

Cânlar içinde cânsın sen bir Âb-ı Hayvânsın

 Bize dîn ü îmânsın îmân kayusu değül

Yudum yaramı sildüm yaram kimdedür bildüm

 Bana yârüm kayusı yaram kayusu değül

Işkun beni fâş itdi saklayam dirdüm velî

 Çün seni ıyân gördüm pinhân kayusu degül

Dermân ola mı bana derdüm benüm kim ona

 Derdlü varayın sana dermân kayusu degül

Gelün âşık olalum ışka cevlân kılalım

 Esrük olup yatmışam cevlân kayusu değül
Işkun okı demreni dokınur yüreğüme

 Işk içün ben öleyin demren kayusu değül

Cân u gönüli n’itdüm aşkun odına atdum

 Sıdkı dahı unutdum gümân kayusu değül

Işkun burcından uçdum cevlân uruban geçdüm

 Ben dostıla buluşdum cevlân kayusu değül

Bahr ummâna talmışam anda sadef bulmuşam

 Gevher alup gelmişem umman kayusu değül

Turdugum yir Tûr ola bakdugum dîdâr ola

 Ne hâcet Mûsâ bana sen-ben kayusu değül

Yûnus’ı ögütlerler kalk kervân göçdi dirler

 Ben menzile irişdüm kervân kayusu değil

Yunus Emre’nin hemen bütün şiirlerinde olduğu gibi bu şiirine de hâkim olan şahıs 1. tekil şahıs olan ‘ben’dir. Yunus’un ben-sen zamirlerinin tekrarına verdiği önem ‘ben’li anlatımı ortaya çıkarmıştır. Bu türlü anlatım, şiiri dinleyenin ya da okuyanın sözün etkisinde kalarak kendisini anlatanın yerine koymasını, onunla birlikte aynı duyguları hissetmesini sağlar. Tasavvuf ilkelerinin aşılanmasında varılmak istenen sonuçta budur. Yunus, dili bu yönde kullanarak sözü daha etkili kılmaktadır. Şiirin ilk 7 beytinde görülen sen-ben ikili kullanımı 8. beyitten sonra tamamen ‘ben’e dönmüştür. Şair aslında ‘ben’i anlatarak Allah’ı anlatmaktadır.

Kul ile Allah’ın yani ben ile senin karşıtlığı yanında tasavvufun vahdet-i vücut ilkesine göre bunların birlik ve eşitliği de Yunus’un şiirlerinde hep tezat yoluyla işlenmiştir. İncelediğimiz şiirde buna en güzel örnek 12. beyitte karşımıza çıkmaktadır:

Turdugum yir Tûr ola bakdugum dîdâr ola

 Ne hâcet Mûsâ bana sen-ben kayusu değül

Bu şiir, anlam yönünden ilahî aşkı ele almaktadır. Genel itibariyle Allah’a ulaşmak dışındaki hiçbir şeyin önemli olmadığı, şair için dünyevî hayatın bir kaygı uyandırmadığı teması şiire hâkimdir. Ancak sesin de, sözün anlamını vurgulayan bir öğe olarak şiirde önemli bir yeri vardır. Görüldüğü gibi şiirin genel ses örgüsü yanında her beyit ve mısra ayrıca ses düzenlemelerine sahiptir. Her beytin sonundaki “değül” redifi şeklen olumsuz olsa da şiirde pozitif bir anlamı vurguluyor. Çünkü kaygı, tasa anlamına gelen ‘kayu’ kelimesinden sonra gelerek aslında hiçbir şeyin kaygı yaratmadığı, Allah dışında hiçbir dünyevî unsurun önemli olmadığına işaret ediyor. Yapı bakımından şiirin merkezinde II. tekil şahıs ‘sen’ vardır. Ancak ‘sen’in etrafında dönen âdeta bir sen-ben tezadı olan bir ‘ben’ de vardır. Burada ‘sen’ Allah (sevgili), ‘ben’ ise şairin kendisidir. Sadece bir yerde (7. beyitte) diğer nüshalarda geçmeyen ‘biz’ vardır. Bu bölüm şiire sonradan eklenmiş olmalıdır.

B) Yunus Emre’nin “Âşıklar Ortasında Sofilik” Şiiri İncelemesi


Âşıklar ortasında sôfîlık satmayalar

 İhlasıla bu ışka riyâyı katmayalar

Bu ilk beyit, Yunus’un bu şiirinde ele alacağı konunun girişi mahiyetindedir. Yunus bu şiirinde, hangi konuyu ele alacağını daha başta söylemiştir. Bu konu, aşk ve aşkta samimiyettir. Beyitte karşıtlık üzerine inşa edilen bir yapı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Âşık ile sofi, ihlas ile riya arasında oluşturulan tezat, şairin vermek istediği mesajı daha belirgin bir hale getirmektedir. Tarifi yukarda izah edilen sûfi ile aslında âşığın, arifin yahut erenlerin anlaşılması gerektiğine temas edilmiştir. Ancak beytin ilk mısrasındaki ‘sofi’ tabiriyle ne anlaşılmalıdır?  Terim ile ilgili olarak; “Sofu, Arapça sûfi kelimesinin bozulmuş şeklidir. Samimi, dindar kişilere sofu denirken, şekilci, ham tipli dindarlar için de aynı tabir kullanılır.” şeklinde bir tanım yapılmıştır.

Yunus’un yaşadığı dönemde bir kısım sahte sûfiler ortaya çıkmış, insanlara birtakım vaatlerde bulunmuş olacaklar ki Yunus Emre onları şöyle azarlar:

Yüri hey sûfi zerrak ne sâlûslık satarsın

Hak’dan artuk kim ola kula dilek viresi

Bu noktada kendisini de şöyle tenkit eder:
 

Başuma tac urundum halka sofi göründüm

Tışıma hırka giydüm içüm bir kuru kovan

Ya bildügünü eyit ya bir bilürden işit

 Teslîmlik ucını tut sözi uzatmayalar

Yunus’a göre artık sözü fazla uzatmadan kişinin bir bilen bulması ve ona teslim olması gerekmektedir. “Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz” ilkesini şiirinde de dile getiren Yunus Emre için teslimiyet mürşid-i kâmile olacaktır. Bu şekilde bir teslimiyet tasavvuf ve tarikat anlayışında aslında Allah’a teslim olmanın bir başka biçimidir.

Kur’an kelâmum didi gönüle evüm didi

 Gönül ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar

Bu mısralarda Yunus’un temel felsefesi olan aşkın gerekçesi ileri sürülmüştür denilebilir. Aşktan maksat ilahi aşktır ve Allah sevilmeyi dilemektedir. Yunus, gönül evinin sahibini bilmeyenlerden, Allah aşkını tatmayanlardan sayılmak istememekte; Aşk meşrep tabiatını beyitte ön plana çıkarmaktadır.

Gönül sındı buludı hem Hakk’a yakınıdı

 Yine dikerem diyü bütüni yırtmayalar

Gönül beytullahtır, Allah’ın evidir. Allah’ın evi olan gönlün kırılması Yunus için en büyük cinayettir. “Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül”  mısrasında gönül kırmanın bedelini Yunus, dinin direği olan namaz ibadetinin kabul olunmasına engel teşkil edecek kadar ağır bir ceza olarak telakki etmektedir. İslam’ın şartlarından birisi de hac ibadetidir. Yunus’a göre bir gönle girmek bin hacca bedeldir.  Allah’a yakın olan gönlün kırılması Allah’ın da tasvip etmediği,  istemediği bir davranıştır.

Mumlu baldur şerî’at tortsuz yagdur tarîkat

 Dost içün balı yaga pes niçün katmayalar

Mumlu bal, “çeç” adı verilen çerçeve balının ismidir.  Tortuya gelince; eritilen yağın üzerine biriken tortu maddesi daha sonra yağdan ayıklanır ve bu şekilde yağ tüketime hazır hale getirilmiş olur. Yunus, şeriatı çerçeve balına, tarikatı ise tortusu atılmış yağa benzeterek bu ikisinin bal ve yağ gibi birbirine katılmasını istiyor. “Dostun hatırı için bal ile yağ neden birbirine katılmasın?” Burada dost tabiriyle yaratan Allah kastedilmektedir. Sonuçta her ikisi de içinde hoş tatlar barındıran bal ve yağ, asıl kıvamına birbirine katıldığı zaman ulaşabilmektedir. Hakikate ulaşmak isteyen için reçeteyi yine Yunus kendisi veriyor:

Şeriat tarikat yoldur varana

Hakikat marifet andan içeri


Ârif cân virür tuymaz yalancı mala kıymaz

 Yalanıla gerçeği beraber tutmayalar

Beyitteki “arif” ve “yalancı” birbirine zıt kişiliklerdir.  Ölüm anında bile sükûnet ve olgunluk içerisinde olan arif, can verse de bundan hiçbir acı ya da hüzünlenme duymaz. Oysa yalancı kişi malını dahi cimrice bir iştahla sakınır. Burada “arif” kavramıyla samimi dindar kişiler, “yalancı” sıfatıyla da samimiyetten uzak kimseler ifade edilmektedir. Allah için canını hiç düşünmeden feda eden, ölümün bir vuslat olduğunu iyi bilen arife karşı, fani dünyanın hayallerine iltifat eden yalancılar, mal düşkünü ve cimri kimselerdir. Yunus, birbirine bu kadar uzak kişilerin kesinlikle bir tutulmamasını istemektedir. Yunus’un böyle bir kaygı taşıması yaşadığı dönemde şahit olduğu birtakım olaylardan kaynaklanmış olabilir. Zaman zaman riya ve samimiyet ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakın görünüşlü şeklinde tezahür etmiş, samimi insanlar riyakârlarla eş tutulmuş; hatta riyakârlık bazen daha fazla iltifat görmüş olabilir. Yunus, bu noktada çok dikkatli olunmasını, samimi ve riyakâr kimselerin birbirinden titizlikle ayırt edilmesini istemektedir. Mensubu olduğu tarikatın ilkelerini hazmedememiş, tasavvufun gereğini yerine getirememiş riyakâr insanları, dervişliğin gereğini yerine getiremeyen ham sofuları kastetmiş de olabilir.

Kıymetin tutarısan neye deger iş bu dem

 Erenlerün ma’nîsin almaza satmayalar

Tasavvufi anlayışta insanın kendini bilmesi hadisesi, özündeki cevheri bularak, kıymetini muhafaza etmesi şeklinde algılanmıştır. Nitekim Hacı Bayram Veli ısrarla şu vurguyu yapmaktadır: “Sen seni bil sen seni.”

Dünya gelip geçici bir hevestir. Bu geçici dünyadan sonsuzluk âlemine ancak kendini bilenler ulaşacaktır. Kendini bilmeyen insan, kuru bir cesetten başka bir şey değildir. Çünkü böylesi bir insan ancak bedeniyle mevcuttur; o beden çürüyünce kendisi de tükenecektir.

Yunus, özündeki cevheri bulanların artık bu dünyanın aldatıcı süs ve lezzetine kanmayacağını ifade etmektedir. Kendini bilenler bu sırra erenlerdir. Öyleyse erenlerin manası çok derindir. O manayı bilmezlere satmamak gerekmektedir. Tasavvuf erbabı “Bizim sözümüz bizden gayrısına haramdır.” diyerek erenlerin derin hikmetlerini ham kalabalıktan sakınmıştır. Nihayet Yunus kendini bilmeyenin âlim bile olsa beyhude okuduğunu düşünmektedir:

İlim, ilim bilmekdür
İlim kendin bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin
Yâ nice okumakdur

Miskin Âdem yanıldı uçmakda bugday yidi

 İşi Hak’dan bilenler şeytândan tutmayalar

Yunus, beyitte Hz. Âdem’in cennetten kovulması olayına telmihte bulunmaktadır. Hz. Âdem’in cennetten kovulması olayı, aslında dünya hayatının başlamasına vesile olmuştur. Ezeli ve ebedi bilginin sahibi olan Yaratıcı, şüphesiz, bu olayda bir derin hikmet gizlemektedir. Çünkü şeytanın Âdem’i yanıltacağı ve Âdem’in de yanılıp yasağı çiğneyeceği O’nun ezeli bilgisinde mevcuttu. Bu noktada İslam’daki kader anlayışını hatırlamak gerekmektedir.

Sûfilerin tevhit ve vahdet görüşleri arasında yer alan vahdet- i vücut anlayışına göre ne varsa O’ndandır. Sonuçta Yunus, itidal ölçüsünde bir anlayış ve derin bir sezgiyle, dünya hayatının başlangıcına dair şeytandan bilinen bu hikmetli olayın aslında Hakk’ın bilgisi ve izni dâhilinde meydana geldiğini ve bunun şeytandan değil Hak’tan bilinmesi lazım geldiğini insanlara tembih etmektedir.

Şîrîn hulklar eylegil tatlu sözler söylegil

 Sohbetlerde Yûnus’ı hergiz unutmayalar

Güzel düşünen, güzel yaşayan ve güzel söyleyen Yunus,  insanlardan da benzer davranışlar beklemektedir. Yunus, son beyitte,  tam da sözünün bittiği yerde söze vurgu yapmaktadır. Tatlı söz söylemek ve şirin tabiatlı olmak gerekmektedir.

Eserlerin bitiş kısmında eseri vücuda getiren müellif için dua istemek eski bir gelenektir. Yunus son beyitte şirin huyluların tatlı sözleriyle yapacağı sohbetlerde kendisinin unutulmamasını temenni etmektedir. Nitekim nerede güzel bir çift söz, nerede aşla ve sevgiye dair bir nişane varsa orada “Yunus” adının geçmesi bir tesadüf olmasa gerek.

RİSALET-ÜN NUSHİYE İNCELEMESİ

XIII. yüzyıl Türk dili ve edebiyatında ilk didaktik mesnevi olan bu risale Yunus Emre’nin felsefi dünya görüşünü, bütün varlığını, Türk inanç tarzını, hayata bakışını, dünya, yaratılış, kâinat, varlık ve hayatın anlamını sembollerle yansıtan bir eserdir. Türk edebiyatı tarihinde ilk didaktik mesnevi olan “Risaletü’n Nushiyye”de “Yunus Emre içinde bulunduğu toplumun talepleriyle bir nasihat kitabı yazma yoluna girmiştir.

Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye Mesnevisinde yer alan Bediî Tasvirler, XIII. yüzyılda Farsçanın hüküm sürdüğü bir devirde yazılmıştır. Çarpışmalar içinde boğulan Türk dünyasında yetişen bu dahi sanatkâr, Türkçenin güzelliğini, yarattığı eserlerinde ortaya koyabilmişti. O devirde Yunus Emre’nin bu eseri sade Türkçede kaleme alması, XXI. yüzyıl insanının anlayacağı bir tarzda, aruz vezninde yazıp yaratması Türk dilinin geniş anlatım imkânlarının olduğunu ortaya koyar. Bu şiir Yunus Emre’nin düşünce tarzını okuyuculara gösterir.

Bu eserde Yunus Emre yaratıcılığının doruğuna ulaşır. Şair bu eserle, insanları Hakk’ı görmeye, Allah yolunu tutmaya, içindeki pislikleri öldürmeye, onları küfür yolundan uzaklaştırmaya, iyi ameller sahibi olmaya çağırır. Yunus Emre’nin esas amacı insanları doğru yola çağırmaktır. “Önce yüce Allah bir insanın doğru yolda olmasına karar verir, ilahi buyruktan sonra doğru yolun ölçülerini öğreten kitap gönderir ve insanlara bu kitabı öğreten peygamber seçer.” Şairler de peygamberler gibi Allah’ın elçileridir. Onlar da insanları doğru yola yöneltmek için Allah Teâlâ tarafından seçilerek büyük değer verilmiş insanlardır. Şairin bu risalesi kendinden sonra Türk dilinde yazılan yüzlerce mesnevinin dayandığı kaynak olması bakımından onda olan hikmetin varlığından haber veriyor. Şair eserin yazım tarihini mesnevinin sonunda klasik şiir geleneğine uygun olarak aşağıdaki beyitte şöyle ifade ediyor:

Söze tarih yedi yüz yedidir

Yunus canı bu yolda fidadır

Bazı araştırmacılar bu tarihi Yunus Emre’nin tarikata girme yılı olarak kabul ediyorlar. Ama mesnevide buna bir işaret var ki, şair artık bu eseri yazarken içinde bulunduğu tarikatın bütün aşamalarından geçmiştir.

Çıra yandı delil doğru bulundu

Ev aydınlandı uğru bilindi

Çıra dediğim iman nuru mutlak

İmanlıya didarın gösterir Hak

Şair kalbini eve benzetmekle orada iman çırasının yandığını, bu ışıkta Hak nurunu gördüğünü, ona doğru ilerlediğini semboller vasıtasıyla, benzetmelerle okuyucuya aktarır.

573 beyitten ibaret olan bu öğüt risalesinin 13 beyitlik manzum girişinden sonra esas bölümü başlıyor. Türk şiir geleneğine uygun olarak Âdem’in yaratılmasını “Bismillah deyip getirdi toprak” demekle, şair dört unsurdan (anasır-ı erbaa) söz ediyor. Bu unsurlardan olan  “toprak ile suyu karıştırıp yaptı”, onları hareketlendiren “yel gelirken ardından getirdi onu” diyerek, topraktan sonra yelin varlığını, sonra ateşin onlara hararet verdiğini anlatmakla, bütün bu kâinatı oluşturan dört unsurun rolünü ortaya koyuyor. Şair bu dört unsurun her birinin insan fıtratını oluşturmasını ve özelliklerini, insan hayatında oynadığı rolü tek tek okuyucuya hissettiriyor.

Dört unsurun esası olan toprak hakkında şair; bu dört unsurun insanoğlundaki karşılığının, “sabır, iyilik, Allah’ı vekil etme ve keramet gösterme” olduğunu, bunların da her insanın içinde bulunduğunu söylemiştir. İnsanın onları düzenlemesi, amaçlara bağlaması esas şartlardan biridir. Sonra şair su ile gelen dört hali okuyucuya hissettirir. O ”saflık, cömertlik, iyilik, vuslat ”tır. Güzel niyetlerin, hayırlı işlerin, insanda olan ince arzuların yaratıcısının su olduğunu hatırlatır. Şair yel ile gelen sıfatları, “inkâr, yalan, acelecilik, nefis” olarak onun mayasında yer aldığını belirtir. Sonra “ateş ile geldi şehvet, kibir, açgözlülük ve kıskançlık” demekle, insanın ateşle benzeşen özelliklerini gösterir. Allah Teâlâ insanı yaratırken ona kendi nefesinden üfleyerek can vermiştir. Ruh, ilahi arzuların yaratıcısıdır. “Ruh ile geldi tatlı bütünleşme, utanma, temkinli davranış” demekle, şair tek tek bütün özellikleri söyler ve onlarla gelen amellerin türettiği işleri okuyucusuna gösterir. Burada şair açık şekilde dört unsurla insanda oluşan nitelikleri söyleyerek, insan karakterinin özelliklerini ortaya koymuş olur. İnsanın maddi varlığını teşkil eden bu unsurlar, onun varlığında esas rolü oynar. Şair bedenle insana verilenlerin nefisle bağlı olduğunu söyler. Ruhla gelenlerin ilahi kökenden olduğu için ahlaki olmasına, cisimleşip görünmesine çok büyük önem verir.

Mesnevide, toprak ve su, bütün güzel niteliklerin kökeni; ateşle rüzgâr ise aksine, pisliklerin, korkulanların, kötü işlerin kökeni gibi sunulur. Bedeni oluşturan bu dört unsurla gelen niteliklerden Yunus Emre ruhla gelenleri ve bedeni hiçbir zaman terk etmeyen insani nitelikleri de söylüyor. Bu keyfiyetler insanı pis ve kötü işlerden, eksikliklerden koruyor, onu güzelliğe, iyi işler yapmaya doğru yönlendiriyor.

Toprak ile böyle geldi dörd sıfat,

Sabru eyu hu tevekkül mekrümet.

Su ile geldi böyle dört türlü hal,

Ol safadur hem seha lütfü vüsal.

Yel ile geldi böyle bil dört heves,

Ol durud kizbü riya tizlik nefes.

Odıla geldi böyle bil dörd dürlü dad,

Şehvetü kibrü tama bir de hased.

Canla geldi böyle dörd hasil,

İzzetü vahdet haya edebi-hal.

Demek, ruh insanı pis niteliklerden temizleyen dört unsurdan biri olarak dört olumlu niteliğe sahip olur. Bunların tamamıyla insan kendi içindeki pislikleri öldürüp erdem yoluna ulaşır. Yani ruh bedene üstünlük kurar ve insan hayırlı işlerin sahibi olarak Allah’a doğru yükselir. Şair burada bize anlatmak istiyor ki, insanın maddiyattan maneviyata, dört unsura bağlı özellikleri ile yükselir. Hayırlı işler, ilahi makamdır. Bu yolla ilerleyen insan yücelmeye can atar, bu can atmanın aslında sevgi bulunur.


Neyi seversen imanın odur,

Nice sevmeyesin sultanın odur.

Mesnevinin on üç beyitinden sonra şair eseri, farklı bir aruz kalıbıyla yazmıştır. Bunlardan sonra mesnevinin esas bölümü başlar. Bu mesnevide Yunus Emre bir nasihatçi, terbiye veren bir öğretmen olarak karşımıza çıkıyor.

Sanır mısın öğüdümü dak için

Nasihattir sana cümle Hak için

Risale altı başlık altında okuyuculara sunulur. Mesnevinin I. Bölümünde; ruh, akıl ve onlara bağlı durumların destanı söylenir. Bu bölümde şair aklın hikmetinden, nefsin ise türettiği felaketlerden söz eder. Şair insanın içinde iki sultanın varlığından, onların birbiri ile kavga etmesinden bahseder. Hangisinin üstün gelerek insan bedenine hâkim olması gerektiğini anlatır. Bunların biri insandaki akıl, diğeri nefsi yöneten duygulardır. Bunlara bağlı olarak şair şunları yazıyor:

İki sultan durur sana havale,

Diler her ikisi ki mülki ale

Biri Rahmanıdır can hazretinden,

Biri şeytandır garez yatından

Şair mesnevide rahmin çeşitli biçimlerde insan içinde olduğunu ve kendine özgü oluşumlarını gösteriyor. İnsanın içinde hüküm süren rahmin ağızsız dilsiz on üç bin askerinin olduğunu ve bunlara karşı direnen nefsin dokuz bin askeri olduğunu, onların da her birinin insan içinde hazır durumda mücadele ettiklerini anlatıyor. Nefsin çocuklarını şair “nişanları bu kim yüzleri kara” demekle tasvir ediyor. Nefsin hangi işleri türeteceğini önceden okuyuculara sezdiriyor. Yunus Emre okuyucuyu “sakın kim bunlardan olmayasın ki nefs divanına yazılmayasın” demekte, insanları nefse uymamaya, onun esiri olmaktan uzak olmaya çağırmaktadır. Şair nefsin de çeşitli oluşum biçimleri bakımından dokuz oğlundan söz ediyor.

Bu nefs oğlanları dokuz kişidir,

Nifak u şirk onların işidir.

Nefsin ilk oğlu Tamah ’tır. Onun elinden hiçbir güzel iş gelmez “cihan mülkü onun olsa da yetmez”, diyor. Tamah bütün dünyayı kendi kapısında tutsak edermiş. O, dünya malını sever. Tamah’a esir olanın dini imanı dünya malıdır. Şair “tamah kervanıyla yoldan azmıştım” diyen insanın bir gün buna göre Allah dergâhında cevap vereceğini, başına belaların geleceğini ona bildiriyor. Tamahın kurbanı olan insanı bu beladan kurtarmanın çetin olduğunu, onun çok güçlü bir heves olduğunu şair aşağıdaki beyitte şöyle ifade ediyor.

Tama’ hepsine düştün çıkamazsın,

Katı berkdir divanı yıkamazsın.

Tamahın esirliğinden kurtulmak zordur, çünkü onun biner tonluk tama askeri kavgacıdır, kahramandır her birisi, elinden kurtulmak çok çetindir. İnsan kendi içinde çarpıştığı bu bölümü sorar. “Ulunuz kimdir, kimin işisiniz?” ; onlar kendilerini nefsin kulları gibi sunarlar. Şair tamahın olduğu yerleri cehenneme benzetiyor. Ondan kurtulanı cehennemden kurtulmuş sayıyor. Tamahtan kurtarmak için Yunus Emre beden ilinde tek bir çare , ‘kanaat’e başvurmuş.

Mesnevinin 2.bölümünde bahsedilen kanaat, ilahi makamdan olduğu için Allah’nın cemal sıfatlarındandır. Kanaat askerleri tamah saflarını kırmış, insanın gönül mülküne hâkim olmuşlardır. “Di dursun ki tac u taht onundur, ilahi devletine baht onundur”, diyen şair onların yerini gösteriyor.

Mesnevinin destan-ı kanaat bölümünde kibir, gösteriş, kendini övmekten sohbet açılıyor. Kibir insanın yükselmesine, ilahi makama çıkmasına engel olan sıfatlardandır. Şair kibri dağ başında oturan haramilere benzetiyor. Kibrin sonu da tamah ile aynıdır. Buna bağlı olarak şair şöyle diyor.

Kendinden gayrı kimseyi beğenmez,

Yüce yerde duru aşağı inmez.

Taht başında oturmuş insanlara yukarıdan aşağı bakan kibir hiç kimseyi beğenmiyor. Yunus Emre de, böyle insanların sonunu görmüş, onların çok geçmeden ayaklar altına serileceğini anlatıyor. Buna bağlı olarak Yunus Emre yaratıcılığının araştırmacısı Mustafa Tatçı şu yargıda bulunuyor: “Yunus kibri dağ başında oturan haramilere benzetiyor. Bu benzetme bazı diğer benzetmelerle birlikte devrin sosyal hayatından alınmış anlamlı bir belge değeri taşımaktadır. Özellikle yarı göçebe hayat yaşayan Anadolu Türkünün başı haramilerden derttedir. Yunus bu motifi içe dönük bir malzeme olarak kullanıyor. Harami nefsin bir sıfatı olan kibri temsil edince, bunun zıttı olan alçakgönüllülükle birlikte işleniyor. Bu bölümde kibir “dağ” sembolü ile veriliyor.

Sakıngıl olmagıl kibrile yoldaş,

Kibr handa ise onunla savaş.

Şair insanın içinde başkaldıran kibri de, nefse yoldaşlık eden sebeplerden biri olarak hesap ediyor. Ona “eşitmedin tevazü ne dediğin” demekle, kibri benimseyen insanın Hakk’ı göremeyeceğini ona anlatıyor.

Tegebbür kişiler ere eremez,

Özünün düşmanı durur göremez.

Şair kibir ve gururla geçen ömrü yele vermiş sayıyor. Onun için de böyle insanları akıldan yardım istemeye davet ediyor. Onların yardımına “ yürü imdi iste akıldan ” demekle, insanı alçakgönüllü olmaya çağırıyor.

Kibirli olmak insanı iyi işler yapmaktan uzaklaştırır. Alçakgönüllü olan insan için “alçaklığı aktı ırmak oldu, aka aka denize ulaştı.” diyor. Şair alçakgönüllü olan insanın nasibinin Allah katında umman olacağını okuyucuya sezdiriyor. Umman sonsuzluktur, denizdir, deryadır, bu deryanın içinde kıymetli cevherler var, alçakgönüllü olanlar bu cevherlere sahip olacaktır. Çünkü böyle insanlar su gibi temiz ve hükümsüz olarak deryaya ve okyanusa kavuşanlardır. Alçakgönüllü olanlar hakkında Ahmet Yesevi hikmetlerinde şöyle deniyor: “toprak ol, hepsi sana basıp geçsin.”

Mesnevinin III. bölümünde, mesnevinin kendinden de görüldüğü gibi gazap, nefsin gösterdiği faaliyetleri hayata geçiriyor. O, bütün varlığı ile ruhla gelen iyi niyetlere perde çekmek zorundadır.

Boşu derler bana benem bahadır,

Düzenlik bozmaya her yerde hazır.

Gazap insan içindeki çalışmalarını gizli devam ettirmek için uygun yollar arar. İnsanın kalp evine girmiş gazap onu yıkıntıya çevirir. Gazaba uğrayan insan yolda kalır, hiçbir yolu sonuna kadar sürdüremez. Çeşitli sıfatlarla oluşan gazap, çalışmalarını gizli devam ettirerek, bazen nurani bir koca şeklinde, elinde asa ile betimlenir. Ona bağlananlara “Bana karşı durup Hakk’ı unuttular” der. Gazabı ele geçirmek için ise akla başvurulur.

Çü hiç söz kalmadı ulaşdı akla,

Boşuyu tutmağa iş düşdi akla.

Akıl gazapla vuruşmak için birleşir. Gazabı cezalandırmak üzere bir mahkeme kurulur ve bütün şikâyetlerin gazaptan olduğu söylenir.

Divanda söylediğim bunca düzdün,

Şikâyet boşudandır sözde her gün.

Gazabı ele geçirmek için şair sabra yönelir. Gazabın İbrahim Ethem misali sabır karşısında sürdürülemeyeceğini ona hatırlatır.

Feda canım sana ey sabr yiyesi,

Ki sabr oldu benim canım gıdası.

Şair bu bölümün sonunda “sabırla dost olan Hakk’a yoldaş olur” iddiasını aşağıdaki beyitte şöyle şiirleştirir.

Kime sabr olsa dünyada müyesser,

Ona Hakk veresidir mülki diğer.

Mesnevinin dördüncü bölümünde sabrın durumlarından daha etraflı, daha geniş şekilde sohbet açılıyor. Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye mesnevisinde en çok değer verdiği makamlardan birisi sabra bağlı olan satırlardır. “Sabır neredeyse iyiliktir işi”, “Sabırlının devleti daim olacak”, “Nasibi sabır olanlar yücelecek” diyen şair, sabır kime yoldaş ise, onun sonunun güzel işlerde olacağından haber veriyor. Şair yeri geldikçe eserde sembolik makamlara da başvuruyor. Yusuf Peygamber’in sabrından; kuyuda kararsız olmasından, yukarı bakınca sonsuz gökleri, aşağıda makamın taş topraklarını görüp “sabırlı olmazsam neyi başarabilirim” demesinden bahsederek Allah’a şükreder. Bu yolla o, nereye baksa sabrı görür; “ererdi devlete ol sabri ali , ki sabır ile güzel oldu hali ” diyen şair sabırlı insanın çok yükseğe, veliliğe yahut da peygamberliğe ulaşacağını okuyucuya hatırlatıyor.

Çü çektiler kovayı çıkdı dışra,

 Zihi devletlü kim sabrı başara.

Gör sabır ile Yusuf niye irdi,

 Ki sabrın acısı halvaya irdi.

Velilik, tasavvufta Hakk’a ulaşıp fenafillaha yükselenlere verilen addır. Buna göre de sufiler veliliği peygamberlikten sonra ikinci mertebe sayarlar. Çünkü onlar Hazret-i Muhammed’i güneş, velileri ise ay gibi sembolleştirirler. Veliler insanlarla Allah arasında ilgi kuranlardır.

Sabr kimdedirse o arşa sürer

Ki sabr içre bulunur dürlü hüner

Şair burada sabırla miracından söz açmış, insanın da sabırla her şeye güç yetireceğini okuyucuya sezdirmek istemiştir. Allah aklı yaratırken ondaki itaatkârlığı görmüş ve “senden daha büyük, daha sevimli bir şey yaratmadım” demiştir. Hem de Allah akla sabırdan büyük hiçbir şey vermemiştir. Bu mesnevide de görüldüğü gibi Yunus Emre XIII. yüzyıl insanını, bağlılık ve dayanakla sabra çağırmıştır.

Mesnevinin beşinci bölümünde imrenme ve kıskançlık durumları hatırlanır. Şair okuyucusuna kıskançlığın durumlarını hatırlatarak, eskiden onun işinin fitne – fesat olduğunu söyler.

Şeker yeyirse dadı dalı yoktur,

Ki datlı diriliğiyle halı yoktur.

Heset eli onuncun irmez işe,

Kime kim kuyu kaza kendi düşe.

Şair gösterir ki, kıskançlık kendi kendinin içini yer. Onun yediği kendidir, “söyleyeyim sana kıskancın ne yediğini, sakınır kendinden kendi yediğini.” İçinde kıskançlık duygusu olan insana hiç kimsenin dua etmediğini de söyler.

Ko sevme dünyayı kim kala senden,

Dilersen dilemezsen ala senden.

Süleyman’dan ireli olmayasın,

Hakikattir cahanda  kalmayasın.

Süleyman’a kalmayan dünya sana da kalmaz” fikri Yunus Emre’nin bu mesnevisinde de yer almaktadır. Ek olarak kıskançlığın hayırlı iş olmadığını söyler. Kıskanç adamdan iyi bir iş ummayı akılsızlık sayar.

Mesnevinin son bölümü olan altıncı bölümde okuyucuya akıl vasıtasıyla öğüt verilir, onları dediklerine kulak asmaya çağırır.

Gel indi aydayın bir kaç nasihat,

Bu akli cüzden sana eyü baht.

Kalır taşra bu akli- maaş,

Bakır bu yola akli-cüzi bakış.

KAYNAKÇA

  1. Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:6 Sayı: 1 Haziran 2005
  2. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi  dergipark.ulakbim.gov.tr-1991
  3. TURNA, Murat, SEZAİ  KARAKOÇ’UN GÖZÜYLE YUNUS  EMRE, MEHMET ÂKİF VE MEVLÂNA, 2012
  4. KÖPRÜLÜ, Fuad, TÜRK EDEBİYATINDA İLK MUTASAVVIFLAR, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3.baskı, Ankara, 1976
  5. KARA, Mustafa, TÜRK TASAVVUF TARİHİ ARAŞTIRMALARI, Dergah Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2005
  6. International Periodical For the Languages, Literature  and History of Turkish or Turkic Volume 4/6 Fall 2009
  7. TATÇI, Mustafa, Yunus Emre Divanı , Akçağ, Ankara 1991
  8. AKSAN, Doğan, Yunus Emre Şiirinin Gücü, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2005
  9. AKSAN, Doğan,  Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, Ankara:
  10. Bilgi Yayınevi, 2004
  11. International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
  12. Volume 6/4 Fall 2011, p.183-190 , TURKEY
  13. KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk edebiyatında ilk mutasavuflar. Ankara. 1976. s.293
  14. BANARLI, Nihad Sami, Türk edebiyatı tarihi.İstanbul.1983. c1.s.33
  15. AYAN, Hüseyin,Risaletün-Nüshiyye üzerinde bazı düşünceler. Yunus Emre sempozyumu bildirileri. Ankara.1990.s.121-122
  16. HACI,  Sicareddin, Nizami Gencevinin felsefi – didaktik görüşleri. Bakı. Mütercim. 2008. s. 20.
  17. ÜNVER, İsmail, Mesnevi. Türk dili. Divan Şerhi. II. Ankara1986. sayı 415-417 Ağustos-Eylül.s.430.
  18. HACI,Sicareddin, Hezret Nizami Gencevinin yaradıcılığında peyğemberlik anlayışı ve hezret Mehemmed (s.e.s) II kitab. B. 2008. Nafta-Press neş.s. 145.
  19. GÖLPINARLI,  Abdülbaki, Yunus Emre. Risaletün-Nüshiyye ve Divan. Ankara.1965. s.16.ok
  20.  
Up Next: MAHREMİYET