BİR EDEBİ TÜR OLARAK DENEME

· 27 dk okuma süresi >

YAZARLAR

¹ Esma Nur YALÇIN*

² Ayşe Betül POLATOL

  1. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi

*İletişim: Esma4545eny@gmail.com

İçindekiler

DENEMENİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Deneme birey ya da toplum yaşamının bilimsel ya da güncel bir konusu üzerine anlaşılması kolay ancak sanat ve bilgi düzeyi bakımından derinlikli, düşünce boyutuyla olduğu kadar duygusal ve estetik yönden de doyurucu, bilinçli bir öznellikle kaleme alınmış bir edebiyat türüdür. Deneme, kurmaca özellikler taşıyabildiği gibi yazarın ve konuların gerçekliğini de içerir. Bu durum, deneme türünde aslî öznenin ‘insan’ oluşundan kaynaklanır. Tabiî, kurmaca türlerde de aynı durum söz konusudur; ancak denemenin öznesi artık nesnel gerçeklik içinde yaşayan gerçek insandır.

Deneme, kökeni 16. yüzyıla dayanan bir edebiyat türüdür. Rönesans ile birlikte özellikle Avrupa’da birey olarak insanın önem kazanması, yazarları, aydınları, insanı kurmaca bir dünyanın ve belli kalıpların içinde ele alan anlatı türlerinden farklı bir tarzın arayışına yöneltmiş, böylece ilk ve tipik örneğini Michel de Montaigne (1533-1592)’in Denemeler (1580) adlı eserinde veren deneme türünü doğurmuştur.

Türk edebiyatında deneme ilk örneklerini 19. yüzyılda vermiş, 1940’lı yıllara kadar pek rağbet görmemiş ancak bu yıllarda kabul görerek yaygınlaşmaya başlamıştır. Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi, Cemal Süreya, Melih Cevdet, Memet Fuat, Mehmet Kaplan, Nurullah Ataç, Orhan Burian, Salah Birsel, Türk edebiyatında deneme türünde eserler veren yazarlardan bazılarıdır.

GRAFİK 1

Deneme türü tanımlanırken bu bağlamdaki değerlendirmelerin genelinde denemenin konuşur gibi yazılan, düşünceyi belli bir sonuca bağlamayan, iddiasız ve yargı içermeyen bir tür olduğu görüşlerinin ortak özellikler şeklinde ağırlık kazandığı dikkati çeker.

Deneme metinleri, ortalama bir ya da birkaç kitap sayfası tutarında bir oyluma sahiptir. Bunun yanı sıra yazar tavrına bağlı bir sınırlandırma söz konusudur. Kanıtlama, pekiştirme, genelleme, alıntılama, anlatıcı, bakış açısı gibi bilim, iletişim, yazın gibi farklı alanlara ait metinlerde sıklıkla uygulanan birçok anlatım ögesi denemede de görülür. Ne var ki, deneme türü, kendine özgü içerik evreninin etkisiyle söz konusu ögeleri de bu özgülüğün içine alır. Böylece, pek çok düzyazı türünde ortak olan biçim ögeleri denemede kimlik kazanır. Yukarıda anılan ögeler, bu yolla, türün içeriği işlemedeki serbestliğini hatta dağınıklığını dengeleyen, toparlayan birer işleve sahiptir. Bir başka deyişle, çoğu teknik nitelikte olan bu ögeler, denemenin aslî konusu olan insanı anlatma eyleminde yazarı belli ölçüler içinde bırakır.

AHMET HAŞİM – MÜSLÜMAN SAATİ

İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.

Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.

Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir.

Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.

Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

Müslüman Saati Ahmet Haşim’in batılılaşmayı ele aldığı tenkîdidir. Haşim yazısında alaturka saatten alafranga saate geçişte yaşanan kırılmalara vurgu yapar. Değişimleri temiz Türkçesiyle dile getirir. İlk bakışta sade bir eleştiriyi andırsa da derinlemesine okunduğunda hayatımızdan uçup giden birçok anlam gün yüzüne çıkıyor. “Melankolik bir akşam şairi” diye tanıtılan Ahmet Haşim’in bu hükmü hak etmediğini, batılılaşma ve yozlaşma tarihimizi derin ve güzel bir biçimde kaleme alıp toplumun sesine kulak verdiğini görüyoruz. Şimdi biz de ona kulak verelim:

“ İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.” Haşim istilâ diyor alafranga saatin hayatımıza girişine. Değişenin görünenin aksine bir alet değil zaman olduğunu savunuyor. Zaman, bizatihi hayatımızı yöneten bir kavramdır. O halde istilâ demek de yerinde bir tabirdir. En gizlisi ve en tesirlisi olması ise zamanı yönetme ve yön verme iddiasını açıkça beyân etmemesinden dolayıdır.

“ Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. (…) Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.” Haşim zamanın alaturka halini kolay buluyor. O saat ki güneşin sema üzerindeki hareketiyle namaz vakitlerini ayarlardı. Her gün güneşin batışında saat ayarlanır, doğuşundan batışına kadar on iki saatlik kısa zaman dilimi böyle kullanılırdı.

“Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.” Saatin alaturka halinin kullanıldığı vakitlerde gün on iki saatti, güneş battığında yapılması gerekenler bırakılır ertesi güne devredilirdi. Şimdilerde ise gündüz yapamadıklarımız geceye, gece yapamadıklarımız gündüze devredilir oldu. Geceyle gündüz karıştı. Haliyle biz de karıştık. O dönem için şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki günün yavaş akışına alışmış bir toplumu bu derece hızlı ve karmaşık bir döngüye alıştırmak hiç de kolay olmamıştı. Atalarımız uzun bir süre daha aydınlıkla uyanıp karanlıkla gününü tamamlamaya devam etti. Bizim içinse söylenecekler daha vahim. İşlerimizi geceye bırakır, günü hızlı yaşar, uykuyu çokça sever olduk.

“Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. (…) Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.” Ahmet Haşim’in burada dikkat çektiği bir başka husus ise “fecr saati” meselesidir. Eskiden bize tazelik, zindelik veren fecr saati şimdilerde uyku ve uyuşukluktan başka bir şey vermiyor. Kendimizi karanlıkta kaybedip aydınlığı hepten kaçırıyoruz.

“Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.” Yirmi dört saatlik zaman dilimin bizi nasıl bitap düşürdüğüne dikkat çekiyor Haşim. Artık gün hızlı akmaktadır ve herkes dakik olmak zorundadır.

ALBERT CAMUS – KORKU ÇAĞI

XVII. yüzyıl matematik çağı, XVIII. yüzyıl fizik çağı, XX. yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama bu korkuda bilimin payı vardır. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez.

Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır. Doğrusunu isterseniz, benim kuşağımdakiler ve bugün atölyelere ve fakültelere girenler köpekçe yaşamış ve yaşamaktadırlar.

İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı. Çünkü soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz. İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur.

Bu korku ile hesaplaşmak için onun ne demek istediğini, neden kaçtığını bilmek gerekir. Onun demek istediği de, kaçtığı da aynı şeydir: Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. İşte, günümüzün başlıca siyasal sorunu budur, öteki sorunlara geçmeden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu iki soru üzerinde durmalıyız: Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz, istemez misiniz? Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez misiniz? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürükleneceklerdir. Ben, bu sonuçlardan birkaçı üzerinde durmak istiyorum. Bu arada iyi niyetli okuyucum, kendi kendine aynı şeyi sorsun ve karşılığını versin.

Camus yaşadığı çağı, bir bilim gibi etkili korkuya adamayı uygun görmüş. Bilim olmayışını kabullenişiyle devam ediyor yazı: “Ama bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi.”

Bilim, birbirine kutuplarda zıt düşen iki yönüyle geniş bir alanı kapsar. İyi ve kötü kutupları, uç noktalarda fayda sağlamayı ve uç noktalarda zarar vermeyi mümkün kılmıştır. XX. yüzyılın aslen bir savaş yüzyılı olarak geçmesi ve özellikle XIX. yüzyıldan itibaren büyük gelişmeler göstermiş olan geniş çaplı hasarlar verebilecek silahların üretimi ve kullanımı hemen ardından gelen yüzyılda artmış, kitle imhası olarak adlandırılabilecek boyutlara varmıştı. Yine XX. yüzyılın içine aldığı savaşlar kapsamında büyük çaplı sivil ölümlerine şahit oluruz. Savaşın getirdiği yıkımın bilimle desteklenmesi, amacı ‘gelişim’ olan bilimin bir korku eşiği haline gelmesine sebep olmuştur.

“İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor.” Zamanın korku çağına dönüşüyle birlikte, öncesinde hasar almaya başlamış insan ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinden bahsediyor Camus -ki bu ayrışma günümüze kadar da süregelmiştir-. “Geleceğe kapalı yaşam”lar, oluşmaya başlayan yeni toplumsal psikolojinin bir özeti gibidir. Bir umut olmaksızın, yalnızca yaşayabilme ihtimali için yaşıyor (hatta yaşayamıyor) olmak insanın hapsolduğu kısır döngüdür, her gün bir başkasının ardına sıralanır ancak geleceğe uzanmaz. Başta yaşam değeri olmak üzere değerlerin yitimi çıkış yollarını kapatır, kırılamayan döngünün devamlılığında karar kılar. Ertesi günü görebilmek için, yaşayabiliyor olduğu için yaşamak, baskı altında süregelen yahut savaş gölgesi altında var olmaya devam eden hayatların bir yönü olarak görülebilir.  “Dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler”, yine savaş ve yıkım zamanlarının, bitmez tükenmez çekişmelerin izlerini taşır.

Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi.”  İnsanlığın bitim noktası, insanca karşılıkların sonu; insanlığa olan inancının sönüşü. Belki de Camus’nün “Yabancı”laşması, bu kırılmanın kaçınılmaz bir sonucuydu.  “…kaçtığı da aynı şeydir: Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. İşte, günümüzün başlıca siyasal sorunu budur…”

MİCHEL DE MONTAİGNE – İNSANIN DURUMU

Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok zaten. Bakıyorum da öyle çürük taraflarım var ki söylemeye zor varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir böyle. Açken başka adamım sanki, yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da güzelse kötü kişi değilim: Ama bir nasır canımı yakmaya görsün, asık suratlı, aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum, bir kısa; aynı biçim bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir haldeyken, birdenbire taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm, çeviririm, orasını burasını okurum, nafile: O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık benim için.

Kendi yazılarımda bile her zaman, ilk duyduğum düşündüğüm şeyleri bulamam. Burada ne demek istemişim acaba derim; değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk anlamın yerine ondan değersiz bir yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim: Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni; bir o yana, bir bu yana yalpalıyor, gelişigüzel:

“ Velut minuta magno
Deprensa navis in mari vesaniente vento” “ Hafif bir tekne gibi
Azgın fırtınanın denizde bastırdığı”
Catullus

Çok kez başıma gelmiştir: Oyun olsun diye kendi düşüncemin tam tersini savunayım derken kafam o tarafa öylesine kendini vermiş, bağlanmıştır ki, kendi düşüncemi yersiz bulmaya başlayıp bırakmışımdır. Eğildiğim yere sürükleniveriyorum: Ağırlığım beni ondan yana düşürüyormuş gibi.

Kendi içine bakan herkes de bunları söyleyebilir, aşağı yukarı. Kürsüde konuşanlar bilir: Konuşurken duydukları heyecan onları inanmadıkları şeye inandırır. Soğukkanlı, sakin zamanımızda hiç de bağlı olmadığımız bir düşünceyi öfkeli anlarımızda nasıl benimser, ne candan, ne taşkınca savunuruz. Bir avukata davanızı anlatın yalnızca, size ikircikli, kararsız laflar eder: Bakarsanız bu adam sizin hakkınızı da savunabilir, karşı tarafın da. Ama bol para verin, davanıza bir tutulsun, o zaman nasıl aklı da, bilgisi de sizden yana olur, hem de ne coşkunlukla. Kafasında birdenbire doğrunun şimşeği akmış, yepyeni istesin: Bakın bir ışıkla aydınlanmış, davanıza gerçekten inanmış, bağlanmıştır. Öyleleri vardır ki, dostları arasında serbestçe düşünürken kıllarını kıpırdatmayan bir düşünce uğruna, mahkemede, yargıcın sertliğine içerleyerek, inada kapılarak, ya da şöhretlerini yitirmek korkusuyla ateş alev kesilirler.

Montaigne ruh halinin gitmeli gelmeli halini anlatır bu yazısında. “Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok zaten.” der ve kendine olan eğilimini dillendirir. Montaigne, Denemeler kitabının “Okuyucuya” bölümünde “ Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki, ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiç bir amaç gütmedim. (…) Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir, bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, doğal ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir adam olduğum, edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık olarak görülecektir.” diyerek kitabı yazma amacını ve kitapta kendini doğal haliyle gösterdiğini açıklar yazar.

Ruh halinin günler arasında değiştiğini hatta bir anının diğer anını tutmadığını söylüyor yazar. Aynı durum üzerinde bile duygulanımının değiştiğini söylüyor. “Kendi yazılarımda bile her zaman, ilk duyduğum düşündüğüm şeyleri bulamam. Burada ne demek istemişim acaba derim; değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk anlamın yerine ondan değersiz bir yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim: Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni; bir o yana, bir bu yana yalpalıyor, gelişigüzel. “

“ Ama bol para verin, davanıza bir tutulsun, sizi kazandırmak o zaman nasıl aklı da, bilgisi de sizden yana olur, hem de ne coşkunlukla.” Burada insanların, çıkarcı ve işlerine geldikleri gibi davrandıklarını ifade eder Montaigne. İnsanların para, onu, şöhret, inat uğruna ruh hallerini ve fikirlerini değiştirdiklerinden bahseder.

EMİL MİCHEL CİORAN – ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI

Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü… Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da… Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır… Boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır.

Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kâfidir. Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa, artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa, her şey soluklaşır. Gerçeklik; aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde, dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açık görüşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece… Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize – bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak. Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır. Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki maddesiz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkamaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır. Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı? Sıkıntı, o devasız nekahet…

Deneme zamanın karşısındaki edilgenliğimizin bahsiyle başlıyor. Cioran’in sıkıntı betimlemesi ise yine bu paragraftan başlayarak ilerliyor:“Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü …”

İki aynanın karşı karşıya gelişi gibi zaman ve yürek boşluğunu karşı karşıya getiriyor ve insanı, iki sonsuza uzanan boşluk arasında başıboş, bir başına bırakıveriyor. Sıkıntının getirdiği, boşlukta ve ortada kalmışlık hissi yazının girişinde bu şekilde karşılıyor bizi.  “Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi.”

Cioran dert sahibi olmanın, sıkıntı ve boşluk içinde olmaya yeğleneceğini söylüyor. Hiçbir şey hissetmemektense acıyı hissetmek, hiçbir yerde bulunamıyor olmaktansa cehennemde olmak, tercihidir. Nitekim yazının devamında “… çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.” diye belirttiği hal de bu haldir. Benzer bir ibareyi Aylak Adam’da da bulmak mümkündür:“Bu kadar rahatlık beni korkutuyor. Hiç olmazsa birkaç gün sürecek bir hastalığa tutulsam!”

Yine aynı kısımda sıkıntı halini “yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert” olarak tanımlıyor ve sıkıntı imajında oluşturduğu ortada kalmışlık, tam bir çaresizlik hatta nedensizlik halini pekiştiriyor. Sıkıntı; kaynağı belirsiz bir dert, dolayısıyla kaynağı bulunamadığından bir uğraş haline gelemeyen, çözümü olmayan, çözümlenemeyen yani dert tasvirinin aksi yönünde tam bir uğraşsızlık, dertsizlik durumu olarak karşımıza çıkıyor. Yine bu tezadı bünyesinde barındırmasından mütevellit “ Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” mısrasına benzer şekilde Cioran de yazıyı şu şekilde bitiriyor:“Sıkıntı, o devasız nekahet …” Bu bitimde aynı zamanda yanlış algılarımızın varlığına karşın sıkıntıyı bir uyandırıcı olarak görmesinin etkisi vardır.

 “Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak. Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.” Yazının başında da belirttiği üzere Cioran, zamanı bir yanılsama, edilgenliğimizi aşamayacağımız bir nokta olarak görmektedir. Sıkıntı ise bu yanılsamadan aranabilmemizi sağlayan, zamanı yıkan, parçalayan bir haldir. Saydığı diğer tüm ‘yanılsamalarımız’la beraber zaman gibi bir illüzyonu da harap edebilen bir nevi deva olan sıkıntı, aynı zamanda kaynağının bulunamayışı, çaresinin olmayışıyla bir devasızlık oluşturuyor. Tıpkı “cahillik mutluluktur”  gibi, yanılsamalardan uyandıran bilginin mutsuzluk ve dertle gelişine bir kez daha şahit oluyoruz böylece.

CEMAL SÜREYA – FOLKLOR ŞİİRE DÜŞMAN

Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon’dan, André Breton’a, Henri Michaux’ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.

Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin meydana getireceği şiirlerle, mısralardan meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum. Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değil, kelime bloklarıyla oluyor. Oysa Braque’min resim üstüne söylediklerini şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek diyorum ki: Şiirde asıl olan ‘hikâye etmek’ değil, kelimeler arasında kurulacak ‘şiirsel yük’tür; Braque’m lafıyla anekdotik değil, poetik. Çıkış noktamızı buradan alırsak, dosdoğru, folklorun şiir için kaçınılması gereken bir tehlike olduğu sonucuna varabiliriz. İşin nedeni şurada: Halk deyimlerinde yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki, bu kelimeler zaten kıpırdamaz bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden almışlardır. Orhan Veli kuşağı şairleri yenilikten sonra daha çok dilin görünür imkânlarını denediler. Bu arada Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Köşelere takılıp kaldılar. Oktay Rifat ‘sanat endüstrisi’ pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi’ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.

Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanı şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, “Kızılırmak Kıyıları”nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.

O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. “Kızılırmak Kıyıları”nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi salt Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya neyse!) İkisi birbirini tamamlıyor, ikincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı, ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı. Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan’a, Emrah’a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum. Hem Max Jacob’un kaprislerini, hem Jules Supervielle’in incelikli mısralarını bir arada barındıracak folklorun alnını karışlarım ben.

Şiirde de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o alanda elde edilen verimler bir noktadan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol açıyor. Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep. Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk’te, Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de, bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yan yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor. Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdi. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.

Cemal Süreya bu yazısına “ Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” diye başlar. Çağdaş şairlerin kelimenin anlamlarını değiştirebilmesini yerinde buluyor. Bir takım şairlerin ise şiirlerinde halk deyimleri ve folklora yer vermesini eleştiriyor Süreya. Halk deyimleri ve folkloru kalıp kabul edip şiiri zenginleştiremeyeceğini söylüyor. Halk deyimlerinin donduğunu ve yerinden oynatılamayacağını savunuyor. “ Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır” Süreya, Kübizmin kurucularından Fransız ressam ve heykeltıraş Georges Braque’ın (1882-1963) resim üstüne söylediklerini şiire uygular.  “ Şiirde asıl olan ‘hikâye etmek’ değil, kelimeler arasında kurulacak ‘şiirsel yük’tür; Braque’m lafıyla anekdotik değil, poetik.”  sözünü çıkış noktası kabul ederek yazısını iki başlık üzerine şekillendirir. Bunlar “ anlamsal kalıplaşma” ve “ kişiliksizlik”.

Cemal Süreya anlamsal kalıplaşmayı “ Halk deyimlerinde yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki, bu kelimeler zaten kıpırdamaz bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden almışlardır.” şeklinde ifade eder. Kişiliksizlik meselesinde ise  “ Çok güzel de olsa iki şiirin yazanı şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor.” diyor. Süreya’nın bu fikrine karşın şunu söyleyebiliriz. Bir şiiri biricik yapan o şairin üslûbudur ve sırf tanınmıyor ve yazarı belli değil diye güzel bir şiiri saf dışı bırakmak tümüyle haksızlık olur. “Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, “Kızılırmak Kıyıları”nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.” Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirini örnekleyerek anlatmaya çalışıyor. Süreya ‘ya göre aynı şiiri bir başkası yazsaydı güzel bulunmayacak, önemsenmeyecekti.

Süreya, “Karacaoğlan’a, Emrah’a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek.” sözleriyle dile getirdiği iddialarına karşın ileride başta “Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin” (Şubat 1969) başlıklı şiirini ve daha nice Halk şiirini ve Halk şairlerini örnek alıp, yücelttiği şiirler yazacaktır. Bazı kelimelerden yola çıkıp şu şiir Emrah’ın, bu şiir Yunus’un diyebiliyorsak bu şairlere kişiliksiz demek haksızlık olur. Divan edebiyatında da bol miktarda kalıplaşmış sözlere ve imgelere yer verilmesine rağmen onlar kelimeleri ustaca kullanıp kendilerine özgü bir üslûp oluşturabilmişlerdir.

Cemal Süreya kendi içinde de çelişkiler yaşamaktadır. Aslında tamamıyla halk deyimi ve folklora karşı çıkmamaktadır. Tamamıyla onlara kapılıp kelimelerin derinliklerini unutmaya karşı çıkmaktadır. Burada şu hususu da atlamamak gerekir, halk deyimleri ve folkloru bir tutmak halk deyimlerine tümüyle haksızlıktır.

“ Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum.” Burada bütün şairlerin aynı alana yönelmesini derinsizlik olarak adlandırıyor Süreya. Onların kendilerine özgü eserler ortaya koyamayacağını ve tekrara düşeceklerini söylüyor, Oktay Rifat’ tan başka şair kabul etmiyor bu alanda. Onu kabul etmiş diyebilir miyiz orası size kalmış.

“ Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk’te, Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de, bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yan yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor.” diyerek yeni eğilimi ve genç şairleri övüyor. “ Her evrim gibi haklı ve zorunlu.”  Bu değişimin doğal bir süreç içinde geliştiğini ve gelişmekle de iyi olduğunu belirterek yazısına son vermiştir Süreyya.

KAYNAKÇA

  1. CAMUS, Albert, Denemeler ve Bir Alman Dosta Mektuplar. Çev. ,Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol. İstanbul: Say Yayınları:1998
  2. CİORAN, Emil Mİchel, Çürümenin Kitabı. Çev., Haldun Bayrı. İstanbul: Metis Yayınları:2013
  3. ATILGAN, Yusuf, Aylak Adam, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2016
  4. MENGİ, Nesrin, Bir Edebi Tür Olarak Deneme ve Türk Edebiyatındaki Yeri, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005, s.353-368
  5. HAŞİM, Ahmet, Müslüman Saati, Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, Cilt I, Sayı 4, Haziran 1990
  6. SÜREYA, Cemal, Folklor Şiire Düşman, A Dergisi, Ekim 1956
  7. ZARİÇ, Mahfuz, Cemal Süreya’nın “ Folklor Şiire Düşman” Başlıklı Denemesi Işığında “ Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin” Adlı Şiiri Üzerine Bir İnceleme, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Nisan 2014
  8. MONTAİGNE, Michel De, İnsanın Durumu, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyuboğlu, Cem Yayınları
  9. CANPOLAT, Müge, Türkiye’de Deneme ve Eleştirinin Gelişiminde Orhan Burian’ın Yeri, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Eylül 2003