SERVETİ FÜNÛN DÖNEMİ EDEBİYATI

BERCESTE ÇALIŞMA GRUBU

· 29 dk okuma süresi >

YAZARLAR

¹ Gülseren OZAN

² Zeynep ÖNDER*

² Zehra TAN

³ Rümeysa DOĞAN

¹ Hayrunisa BÜKE

¹ Zenyep BAŞ

¹ Afife Kübra UĞURLU

  1. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
  2. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
  3. Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi

*İletişim: zeyneponder1997@gmail.com

İçindekiler

GİRİŞ

1895’ten 1901 yılına kadar Servet-i Fünûn dergisinde toplanan neslin vücuda getirdiği edebî harekete Servet-i Fünûn veya Edebiyat-ı Cedîde denir. 1891’de Ali İhsan Tokgöz tarafından çıkarılmaya başlanan Servet-i Fünûn dergisinin Recaizâde Mahmut Ekrem vasıtasıyla edebiyat dergisine dönüştürülmesinin ardından dergi ismini bir topluluğa verir ve Servet-i Fünûn sanatkârları oluşur. Devrin sanatkârlarının mevcut siyasi ortam sebebiyle baskı altında kaldıkları ve bundan dolayı ferdî şiire yöneldikleri, sanatı ise ‘sanat için yapmak’ üzere çalıştıkları gibi, dönem adına yapılan iki önemli değerlendirme mevcuttur.

Bu zümrenin oluşmasında; sanat ve edebiyat görüşlerinde, aldıkları ortak formasyonun da önemli rolü vardır. Tanzimat nesillerinin farklı çevre ve muhitlerde yetişmelerine karşılık, bu nesil genellikle halk tabakasına mensuptur ve II. Abdülhamid döneminde açılan, batılı tarzda eğitim ve öğretim yapan okullardan yetişir. Onların bir araya gelmelerinin ve bir cephe oluşturmalarının sebeplerinden biri, hocaları Ekrem’in Talim-i Edebiyat adlı eseri dolayısıyla eski edebiyat taraftarlarının ağır hücumlarına uğraması sonucunda vuku bulan münakaşadır.

Servet-i Fünûncular nesirde realizm ve natüralizmin yanı sıra, o yıllarda Batı’da moda olan pozitivist felsefenin tesiriyle gelişen Parnas akımının resim gibi şiir anlayışını da benimsemişlerdir. Bunu sembolizmin müzik gibi şiir anlayışı ile birleştirmeye çalışmışlar; yine Parnas ekolünün ana ilkelerinden olan şekil ve ifade mükemmelliğini ön planda tutmuşlardır.

Dikkate değer bir nokta da, Servet-i Fünûncuların kendilerini ciddi olarak tenkit eden ilk nesil olmalarıdır.

Servet-i Fünûn edebiyatı, II. Abdülhamid döneminde doğmuş, gelişmiş ve sona ermiştir.

TEVFİK FİKRET

Asıl adı Mehmet Tevfik’tir. 1867’de İstanbul’da doğmuştur. Babası memurluk ve mutasarrıflık yapan Hüseyin Efendi, annesi Hatice Refia Hanım’dır. Babası sürgüne gönderilmiş ve tam 19 yıl sürgünde kalmıştır. Sürgündeyken de hayatını kaybetmiştir. Bu durum Tevfik Fikret’i hayatı boyunca etkilemiştir. 1888’de Mekteb-i Sultani’yi (Galatasaray Lisesi) birincilikle bitirmiş, buradayken ilk şiirleri Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanmıştır. Memurluk ve öğretmenlik yapmıştır. Ticaret Mekteb-i Âlisi’nde hat ve Fransızca dersleri veren Tevfik Fikret 1891’deMirsaddergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik kazanınca edebiyat çevrelerinde adını duyurmuştur. Hüseyin Kazım Kadri ve Ali Ekrem Bolayır ile birlikte 1894’te Ma’lumat dergisini çıkarmıştır. Bir süre Mekteb-i Sultani ’de öğretmenlik yaptıktan sonra 1895’te hükümetin memur maaşlarında kesinti yapmasını protesto için görevinden ayrılmıştır. İstifasından sonra Robert Koleji’nde öğretmenliğe başlamıştır.

1896 yılında Servet-i Fünûn dergisinin başına geçip aslında bir fen dergisi olan bu dergiye edebi bir kimlik kazandırmıştır. Edebiyatta yenilik meraklısı gençleri dergi etrafında toplamış ve bu dönemin derginin adıyla anılmasını sağlamıştır. Aydınlar üzerinde süren yoğun baskılar nedeniyle birkaç kez gözaltına alınması aynı zamanda babasının da sürgünde olması onun toplumdan uzak ve içine kapanık bir ruh haliyle şiirler yazmasına sebep olmuştur. Daha sonra bu şiirlerini Rübab-ı Şikeste’de toplamıştır. Bir süre sonra dergideki görevinden ayrılmıştır ve 1908 yılına kadar bir daha Servet-i Fünûn dergisinde şiir yayımlamamıştır. Ancak bu dönemde yazdığı Sis, Sabah Olursa, Tarih-i Kadim ve Bir Lahza-i Taahhur manzumeleri elden ele yayılmıştır.

1905’de Robert Koleji’nin hemen yanında planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmıştır. Aşiyan adını verdiği bu evde II. Meşrutiyet’e kadar adeta inzivaya çekilmiştir. 1908’de II. Meşrutiyet’in ateşli savunucularından biri olmuştur. Hüseyin Kazım Kadri ve Hüseyin Cahit Yalçın’la birlikte Tanin gazetesini kurmuştur. Gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı haline getirilmek istenince karşı çıkarak Tanin’den ayrılmıştır. Daha sonra İttihat ve Terakki’de aradığını bulamamasıyla 1911 yılında ikinci inzivasına çekilmiştir. Bu dönemde de Haluk’un Defteri, Rübab’ın Cevabı ve Şermin eserlerini neşretmiş, 19 Ağustos 1915’te 48 yaşında yaşamını yitirmiştir.

Servet-i Fünun Dergisi, 465. Sayı, 3. Sayfa

 Tevfik Fikret’in eserleri edebiyatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Bunlardan Rübâb-ı Şikeste (Kırık Saz) hem biçim hem içerik bakımından yeni bir şiir kitabıdır. Haluk’un Defteri ise Tevfik Fikret’in ikinci şiir kitabıdır. 1909’da eğitim için İskoçya’ya gönderdiği ancak daha sonra haber alamadığı oğlu Haluk’a yazdığı şiirlerini toplamıştır. Şermin hece vezni ve sade bir dil ile çocuklara yazdığı şiirleri topladığı kitabıdır.

Bu dönemde çok dikkat çeken Sis, II. Abdülhamid devri İstanbul’una nefretini dile getirdiği bir yandan da toplumun ahlaki zaaflarını eleştirdiği şiiridir. Ferda’da ise gençlere seslenmiştir. Doksan Beşe Doğru’da hayal kırıklıklarını ele almıştır. Bir Lahza-i Taahhur’u II. Abdülhamid’in Yıldız Camii’nde yapılan suikasttan kurtulması üzerine yazmıştır.

Tevfik Fikret’in edebiyat anlayışında iki büyük isim etkili olmuştur. Lisede iken önce Recaizâde Mahmut Ekrem’den aldığı dersler sayesinde Batı Edebiyatı ile tanışmıştır. Ardından Muallim Naci’nin Galatasaray Lisesi’nde öğretmenliğe başlamasıyla hem eski hem yeni edebiyatın en önemli savunucularını tanımış ve Ekrem’in yolundan gitmeye karar vermiştir. Bir süre Ekrem’in etkisinde kalarak edebiyat yapmış ardından kendi çizgisini oluşturmuştur. Böylece Servet-i Fünûn döneminin en önemli temsilcisi olmuştur.

Tevfik Fikret’in edebiyat yaşamı başlıca iki dönemde incelenebilir. İlk dönemde romantizm akımının da etkisiyle ‘sanat, sanat içindir’ anlayışında şiirler yazmıştır. Aşk ve doğa temalı bu şiirlerde duyguları edebi zarafet ile işlemiştir. İkinci dönemde ise bireysellikten kurtulup daha çok toplumsal konulu şiirler yazmıştır. Bu dönemde insanın her şeyi yapabilecek bir güç olduğunu düşünmüş ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan her türlü güçten nefret etmiştir. Bu görüşle yazdığı Tarih-i Kadim’i Mehmet Akif tarafından zangoçlukla suçlanmıştır.

Tevfik Fikret’in şiir anlayışı edebiyatımızda yeni bir tarzdır. Fikret vezin, nazım şekilleri, tema, ifade ve dil gibi hususlar üzerine sistemli bir dizi arayışa girmiştir. Bunların arasında üzerinde en fazla durduğu husus, vezin meselesi olmuştur. Ona göre, şiirde her şeyden önce gözetilmesi gereken husus, ahenktir. Sesi en güzel aksettiren aruz vezni, heceye nazaran şairin tercih sırasında öncelikli olarak yer almalıdır. Tevfik Fikret’in fikir yazılarında, vezinden sonra üzerinde durduğu bir diğer husus, mevcut nazım şekillerine yenilerinin eklenmesinin gereğidir. Fikret, hisleri şiire daha etkin bir biçimde aksettirebilmek için bunu gerekli görür. Ayrıca divan şiirine bir kural olarak yerleşmiş bulunan şiir cümlesini bir beyit ya da mısraya sığdırma çabasından da gerekirse vazgeçilebileceğini düşünür. Bu bağlamda, serbest müstezat ve manzum hikâyenin kullanımını yararlı görür; ayrıca sone ve terza rima gibi Batı edebiyatı kökenli nazım şekillerinden faydalanmanın da şiirde ifadeyi güçlendireceği kanaatini taşır. Bununla beraber, eski şiirin müstezat, kıta, muhammes, müseddes gibi nazım şekillerinin de kullanılabileceği görüşündedir.

Fikret’e göre şiirin yararlanabileceği iki sanat vardır: Resim ve müzik. Şiirde göze hitap eden etkileyici tablolar yer almalı, mısralar da şiirin gerektirdiği musikiyi temin edebilmelidir. Özetle, şiirin his ve tema coğrafyası genişletilmeli, divan şiirinin nispeten üzerinde az durduğu konular şiire dâhil edilmeli ve bu konular duygulu bir biçimde işlenebilmelidir. Bu itibarla, şiirde samimiyetin çok önemli olduğu gerçeği asla göz ardı edilmemeli, sanatçı bu samimiyeti temin etmeye azami gayret göstermelidir. Fikret’in istediği şiir dili, hissiyatın en ince teferruatına tercüman olabilecek bir dildir. Bu bağlamda Fikret, doğal olarak, o yıllarda yeni yeni gündeme gelmeye başlayan dilden eski kelimelerin tasfiyesi düşüncesine karşı çıkacaktır. Bunun, uzun bir sürece yayılması gerektiğini, aksi takdirde uzaklaştırılan kelimelerle birlikte dilin fakirleşeceğini düşünür. Zira Fikret’e göre, sadeliğin bir alt evresi adiliktir. O, kullanımı yaygınlaşmış Arapça ve Farsça kelimelerin dilde korunması gereğine inanır. Zaten, Fikret’e göre Arapça, Farsça kelime, terkip ve kaidelerin o güne kadar gelebilmiş olmaları da bunların ana dile kaynaşmış olduklarına başlı başına bir delildir.

Tevfik Fikret, şiirinde psikolojisinin en açık izlenebildiği şairlerimizdendir. Kimi zaman karamsar, umutsuz, nefret dolu ve ölçüsüz kimi zaman da iyimser, içi içine sığmayan ve vatanperver bir ruh hali gözlenir. Bu inişli çıkışlı psikolojik görünüm hayatı boyunca devam etmiştir. Çocukken pek çok sıkıntı yaşayan Fikret daha sonrasında da dönemin siyasi baskısından etkilenmiştir. Ama ondaki huzursuzluk ve karamsarlığın tek sebebi bu değildir. Mükemmeliyetçi ve idealist bir ahlak anlayışına sahip olması onun geçimsiz ve esnek olmayan bir insan olarak tarif edilmesine yol açmıştır. Çabuk darılan, alıngan bir kimse olması, mizacının uzlaşmaz ve kırılgan yapısı onda insanlardan uzaklaşma isteğine neden olmuştur. “İncinme kendi kendine, içlenme, ey kadın;/ Mel’un eden de biz seni tel’in eden de biz!” derken de mizacından yakınmaktadır.

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim

İnhinâ tavk-i esaretten girândır boynuma;

Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim

dizelerinde ise kendini bağımsız, kimseden yardım beklemeyen biri olarak görmüştür.

HALİD ZİYA UŞAKLIGİL

Servet-i Fünûn döneminin en ünlü romancısı olan Halid Ziya, 1866 yılında İstanbul’da doğmuş, 27 Mart 1945’te yine İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. Uşakizadeler olarak bilinen aileden Hacı Halid Efendi’nin oğludur. İstanbul’da Fatih Askeri Rüştiyesi’nde bir süre okumuş daha sonra İzmir Rüştiyesi’nde eğitimine devam etmiştir. Aynı okulda Fransızca dersler vermiş ve Osmanlı Bankası’nda memurluk yapmıştır. 1893’te Reji Başkâtipliği göreviyle İstanbul’a geri gelmiştir. Sultan Reşad döneminde (1909-1912) sarayda Mabeyn Başkâtipliği ve Ayan Meclisi’nde üyelik yapmıştır. İzmir ‘de 1884 yılında Nevruz dergisini, bir sene sonra ise ilk yazılarını yayımladığı Hizmet gazetesini çıkartmıştır. 1896’da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılarak romanlarını geniş bir çevreye sunma imkânı bulmuştur. Edebiyat-ı Cedide’nin dağılışından sonra bir süre yazarlığı bırakmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tekrar yazmaya başladıysa da 1925 yılına kadar yazdıklarını yayımlamamıştır.

Halid Ziya, batılı anlamda Türk romanının gerçek anlamda kurucusu ve Servet-i Fünûn döneminin en önemli roman-hikâye yazarıdır. Roman ve hikâye türünde eserler vermiş olup şiir ile ilgilenmemiştir. Halid Ziya’nın roman aşkı Edebiyat-ı Cedide’den çok önceye lise yıllarına dayanır. Yazarlık sevdası ile okulu son sınıfta bırakmış ve Nevruz dergisini çıkarmaya başlamıştır. Roman türünde toplam sekiz eseri ve çok sayıda hikâyesi vardır. Eserlerinde özellikle realizmin etkisi görülür. Dili süslü, sanatlı ve ağırdır. Eserlerini Cumhuriyet’in ilanından sonra kendisi sadeleştirmiştir.

  Yazdığı ilk roman Sefile‘dir. Hazırlık evresini oluşturmasına rağmen daha bu ilk eserinde yazarın diğerlerinden farklı bir tutum izlediği anlaşılır. O dönemde Türk yazarlar eserlerinde bir düşünceyi halka göstermek ve halkı bilinçlendirmek kaygısı yaşarken Halid Ziya eserlerinde böyle bir kaygı yaşamamıştır. Ömer Faruk Huyugüzel, Ahmet Mithat‘ın Henüz On Yedi Yaşında adlı eseriyle Halid Ziya’nın Sefile adlı eserini karşılaştırıp bu farklılığı şöyle ortaya koyar:

   “Bu iki roman konuları bakımından büyük benzerlik gösterir. Her ikisinde de aşkı yüzünden geneleve veya kötü yola düşmüş genç kızların hikâyesi vardır. Ancak bunların olay örgüsünün düzenlenişi, kişilerin sunuluşu ve üslup bakımından önemli farklılar gösterirler. Ahmet Mithat’ın amacı sosyal bir hastalık olan fuhuşun aslında bizim toplumumuzda olmadığını bunun batılılar tarafından bünyemize sokulduğunu ispatlamaktır. Halid Ziya’nın ise böyle peşin bir fikri yoktur. O saf ve masum bir kızın aşkı yüzünden nasıl kötü yola düştüğünü objektif bir şekilde ortaya koymak ister.”

Yazarın üçlü aşkı konu edindiği ikinci eseri Nemide’de güçlü psikolojik tasvirleri göze çarpar. Halid Ziya Uşaklıgil 1891-92 yıllarında roman hakkındaki düşüncelerini Hikâye başlıklı kitabıyla ortaya koymuştur. Bu kitapta bizdeki eserleri batıdaki eserlerle karşılaştırarak, batılı yazarların her şeyden önce insan psikolojisine eğildiklerini, yaşayan insanlar, gerçek hayatlar oluşturduğunu anlatır. Onun için birinci derecede önemli olan olay değil insan psikolojisidir. Bu sebeple Türk romanı Halid Ziya ile olgunluk dönemine girer. Adeta gelenekleşmiş olan topluma öğretici eserler verme olgusunu yıkmış gerçek yaşamlar oluşturmaya çalışarak insanları düşünmeye itmiştir.

Yazarın, Bir Ölünün Defteri adlı romanı onun olgunluk dönemine attığı ilk adımdır. Romanda olaylar hatıra defterinden takip edilir ve birlikte büyüyen akraba çocuklarının duygusal hayatları anlatılır. Ferdi ve Şürekası’nda da aşk, kıskançlık ve fedakârlık duygularının anlatıldığı üçlü aşk kalıbı tekrar ortaya çıkar. Romanında aldatılmışlık hissiyle hayal kırıklığına uğrayan eşin neler yapabileceğini bütün çıplaklığıyla ortaya seren yazar, aynı motifi Aşk-ı Memnu ile daha da olgun düzeye taşımıştır. Buraya kadar bahsi geçen romanlar Edebiyat-ı Cedide ‘ye kadar olan ve İzmir ‘de yazarın gençlik ve hazırlık döneminde yazdığı romanlardır. Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve Kırık Hayatlar Edebiyat-ı Cedide döneminde, Nesl-i Ahir ise Meşrutiyet devrinde yayımlanmıştır.

Mai ve Siyah, duygusal genç bir şairin hayallerine ve bu hayallerin nasıl yıkıldığına dayanır. Yazar bu romanda aynı zamanda o dönemin edebiyat camiasını da anlatır. Ahmet Cemil yazdığı yeni tarz şiirleri ile çığır açacak, zengin olup Lamia ile evlenecektir. Düşündüklerinin hiçbirini gerçekleştiremeyen, üstelik sevdiği bütün insanları bir bir kaybeden Ahmet Cemil çareyi İstanbul’u terk etmekte bulur. Roman kahramanı Ahmet Cemil, psikolojik olarak çok duyarlı ve duygucudur. Bu bakımdan dönemin Servet-i Fünûn sanatçılarını temsil eder. Aşk-ı Memnu ‘da ise kendinden çokça büyük, iki çocuklu Adnan Bey ile evlenen Bihter’in hayatı konu edilir. Bütün zenginliğe rağmen mutlu olamayan Bihter, Adnan Beyin yeğeni Behlül ile ilişki yaşamaya başlar ancak bir müddet sonra Nihal ile Behlül evlenmeye karar verir ve bu durum Bihter’i çileden çıkarır. Bihter bir gün her şeyi itiraf edip kendini öldürür. Halid Ziya en başarılı kadın karakterini bu romanında oluşturmuştur.

Halid Ziya’nın romanlarında konular aşk üzerinde temellenir ve üçlü ilişkiler ile oluşan çıkmazları anlatır. Herhangi bir sosyal konu işleme çabası görülmez ve psikolojik çözümlemelere oldukça fazla yer verilir. Türk romanını bu şekilde ileriye taşıyan Ziya, kendinden sonraki yazarlara da yol göstermiştir. Aynı zamanda romanlarında çevre, zaman ve tasvirleri oldukça güçlü bir biçimde ortaya koymuştur.

CENAB ŞAHABEDDİN

1871 yılında Manastır’da doğmuştur. Gülhane Askeri Rüştiyesi’nden 1880 yılında birincilikle mezun olup Sarayburnu’ndaki Askeri Tıbbiye’ye gitmiştir. 1889’da doktor yüzbaşı olarak Askeri Tıbbiye’yi bitiren Cenab, cilt ve frengi hastalıkları alanında ihtisas yapmak amacıyla Paris’e gitmiştir. Yurtdışından dönünce bir süre karantina doktorluğu yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı başladığı zamanlarda yani 1914’te kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.

Emekliye ayrıldıktan sonra Darül Fünûn Edebiyat Fakültesi Lisan Şubesi Fransızca Tercüme Müderrisliği’ne tayin edilmiş, daha sonra da Garp Edebiyatı Müderris Vekili olmuştur. Son yıllarında bir sözlük çalışmasına girişmiş lakin bitiremeden 1934 yılında ölmüştür.

Servet-i Fünûn edebiyatı, Divan edebiyatı ve düşünce tarzına adeta bir tepki olarak doğmuştur. Bu dönem edebiyatının kaynağı batıdır. Edebiyatçıların (halkın dil, din, dünya görüşlerine uymayan dilleri nedeniyle) en mühim eksiklikleri halka yabancı olmalarıdır. Edebiyatçılar; devrin siyasi ve sosyal atmosferine, yetişme şartlarına, zihin terbiyelerine ve mizaçlarına bağlı olarak daima hayal âlemine dalmışlardır. Cenab’ın da gerçek hayat sahnelerinden çok hayali mutluluk iklimlerinden hoşlanan mizacı onu şu sözleri söylemeye itmiştir: “Çocukken bir ağaç resmi bence bir çınardan veya bir serviden ziyade görülmeye şayandı.”

Cenab’ın şairliğe merakı on dört yaşlarında başlamıştır. Her şair gibi o da şiirlerini yazmaya, beğendiği şairlere nazire yazarak ve onları taklit ederek başlamıştır. Şairin üç taklit devresi vardır: Birincisi Muallim Naci’yle başlamış ve aruz veznini ondan öğrenmiştir. Yayımlanan ilk şiiri de Muallim Naci’nin bir gazeline yazdığı naziredir. İkinci devrede Hamid ve Ekrem bulunmaktadır. Bu dönemde Cenab yeniye açık bir şiir işçiliğine başlamış ve henüz on yedi yaşındayken ilk gençlik şiirlerini Tamat adlı kitapta toplamıştır. Fakat bu ilk kitabı eleştiri yağmuruna tutulmuştur. Son devrede ise Fransız şair ve yazarların tesiri görülmüştür. Bundan sonra da Cenab’ın şiirlerinde “şekil şarklı, ruh yani konu garplıdır.” denilmiştir.

1908’e kadar şiirde yenilikler yapan Cenab, Meşrutiyet’in ilanından sonra tamamıyla düz yazı yazmıştır. Şair nazım ile nesri insan ruhundan fışkıran şiirin iki küçük huzmesi olarak görmektedir. Bu nedenle nesri de şiirleri gibi bir ahenk ve musiki içermektedir. Sosyal konuları nesirde, ferdi hisleri ifade eden konuları ise şiirde işlemiştir.

Cenab’a göre şiirde güzellikten başka gaye aranmamalı, edebiyattan maksat yalnızca edebiyat olmalıdır. Şiirlerinde tabiat, aşk, hayal, mevsim, gece temaları ön plandayken; şaire göre temalar, musiki, üslup, fikir; şiir miracına çıkarken gereken basamaklardır. Yani en üstün değer şiirdir. Aşk şiirle aşılanmazsa ölmeye mahkûmdur şair için. Büyük sanatkârların zekâsı kalbinde, dehası aşkında yatar. Şair, aşkını şiirin rahmi saymakta ve şiiri de aşksız düşünememektedir. Buradaki aşk Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in aşkı gibi bir aşk değil, şairin her zaman içinde bulunduğu medeni bir aşktır. Don Juan olarak ifade edilen şair, hayatı boyunca soyut ve ölümsüz bir güzellik peşinde koşmuş ve bunu şiirlerine aktarmıştır. Cenab, erkek ve âşık sıfatından önce şair kimliğiyle öne çıkar. Cenab’ın şiirlerinde yeni bir tasavvuf anlayışından da söz edilebilir. Bu anlamda modern ‘Derviş’ini din dışı, ibadet ve zikirle alakası olmayan bir düşünceyle yazmıştır.

Servet-i Fünûn edebiyatçılarına yapılan eleştirilerde hedef çoğunlukla Cenab olmuştur. Cenab en çok da yeni fikirlerini eski üslupla yazdığı için eleştirilir. Aruz vezni kullanmış hatta hece veznini küçümsemiştir. Aynı şekilde Arapça ve Farsça sözcükleri bol bol kullanmış, dilde sadeleşmeye karşı çıkmıştır. Ancak Sonnet’i ilk defa edebiyatımıza Cenab getirmiştir. Cenab’ın yazdıkları ve düşünce yapısı her daim orijinal, yaratıcı ve yeni icat edilmiş tamlamalarla, ifadelerle doludur. Şair Batı’dan yeni şekillerle birlikte yeni bir ruh nakli yapmış ve artık modası geçtiği düşünülen romantizmden modernizme geçiş yapmayı başarabilmiştir. Aşırı duygusallıktan değil de objektiflikten yana olmuştur. Yani şair hayata ve insanların arasına girerek değil, olaylara uzaktan ve duygusuzlaşmış bir doktor gibi bakmıştır. Mesleğinden dolayı her zaman insan hayatını bir doktor gibi görmüş, nöbet sırasında gecelere ayrı bir anlam yüklemiş, geceleri başka bir gözle görmüştür. Hastanelerin havasını, kokusunu, atmosferini gerçekçi bir biçimde yansıtabilmiş; koğuşlara sinen acıyı, narkoz tesirini beyinde dirilten eserler yazmıştır. 

Cenab, tabiatı yeni bir gözle görmüş, tabiatta yeni renkler, yeni sesler keşfetmiştir. Tabiatı kendine çok yakın olarak hissettiği bir ruh olarak tanımlamıştır. Tabiatın ruhunu canlı çekim yapan bir kameraman edasıyla gören şair; ona kendini, zihnini, bakış açısını, ruhunu katmıştır. Sonuçta şiirde görülen tabiat artık şairin tabiatıdır.

Cenab da sembolist denebilecek bir şairdir. Cenab, sembolik şiirler hakkında şunları söylemiştir: “Sembolik şiir manası anlaşılamayan şiir değildir, sembolik şiirin manası anlaşılır fakat şairin maksadı anlaşılamaz. Yani şair ne demek istediğini söylemez, okuyucu onu kendisi bulmaya çalışır.” Cenab’a göre şiir; söz (nesir) + ahenk (musiki) + şairin ruhudur. Şiirlerini resim ve musikiyle birlikte sunan şair adeta kelimelerle tablo kurmuştur. Musikiye verdiği önem dolayısıyla kulak için kafiyeyi savunmuştur.

Servet-i Fünûn inkılabının sembolü haline gelen ve Terane-i Mehtab isimli şiirde geçen saat-ı semenfam (yasemin renkli saatler) tamlamasını gören Ahmet Mithat Efendi, Cenab başta olmak üzere tüm Servet-i Fünûncuları dekadan olarak nitelendirmiştir. Daha sonra Cenab, Servet-i Fünûn dergisinde “Dekadizm Nedir?” adlı yazısıyla bu ithama cevap vermiştir. Buradaki dekadan ifadesi yeni şekiller kullanmak, klasik kalıpları yıkmak anlamındadır. Daha sonra Hüseyin Cahid’in bir makalesinin de etkisiyle Ahmet Mithat Efendi, Teslim-i Hakikat yazısıyla Servet-i Fünûnculara hak ettikleri övgüyü sunmuştur.

Mesleği nedeniyle Cidde, Mersin, Rodos, Hicaz gibi bölgeleri gezme imkânı bulmuş ve birçok gezi yazısı kaleme almıştır. 1897’de bir sağlık heyetiyle Hicaz’a gitmiş ve Hac Yolunda adlı ilk Avrupai tarzdaki gezi yazısı kitabını çıkarmıştır. 1917 senesinde Süleyman Nazif’le Şam’a gitmiş ve Suriye Mektupları başlıklı bir yazı yazmıştır. 1918-1919 yıllarında bir gazete adına Avrupa’ya gitmiş ve en kuvvetli gezi yazıları olarak kabul gören Avrupa Mektupları adıyla gezi yazılarını tek kitapta toplamıştır.

Şairin 1920’lerde Peyam-Sabah’ta yayımladığı yazılar büyük tepkilere neden olmuştur. Kuvay-ı Milliye aleyhtarı olarak görülmüş, savaşa da her zaman karşı olmuştur. Gençlerin cephelere komutanların bazılarının çıkarları peşinde koşması nedeniyle gönderilmesinin doğru olmadığını savunmuştur. Ona göre harp tarihi, dulları ve yetimleri ağlatan bir mersiyedir. Savaşı bu denli sevmemesinin nedeni küçük yaşında babasının şehit düşmesi olarak tahmin edilmektedir. Milli Mücadele’nin kazanılması üzerine zaferi kutlayan yazılar yazmış fakat fikrinin değiştiğine kimseyi inandıramamıştır.

Tiyatro da yazan Cenab, Yalan adlı eserinde 31 Mart Olayı’ndan söz etmiş, Körebe eserinde ise görücü usulü evlenmeyi işlemiştir. Cenab’ın Küçük Beyler adlı bir tiyatrosu daha bulunmaktadır.

 “Her cemiyet layık olduğu edebiyatı sever.”

HÜSEYİN CAHİT YALÇIN

7 Aralık 1875’te Balıkesir’de doğmuştur. Servet-i Fünûn topluluğunun önemli isimlerinden biridir. Ancak gazeteci ve siyasetçi kişiliği ile daha çok ünlenmiştir.  Dönemin birçok edebiyatçısı gibi memur olarak çalışmıştır. Vefa ve Mercan İdadilerinde Fransızca ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Tevfik Fikret’ten sonra Servet-i Fünûn dergisinin yönetimini üstlenmiştir.

İlk romanı Nadide’de biçim ve öz bakımından Ahmet Mithat etkisi görülmektedir. Diğer bir romanı Hayal İçinde’de ise gerçekçi bir yaklaşımla ruhsal çözümlemeler yapmıştır. Hikâyelerinde çoğunlukla İstanbul’da yaşayan azınlıkları ve Batıya özenen seçkin kişileri anlatmıştır. Hikâyeleri teknik açıdan çok başarılı olmasa da olayları anlatmada başarılıdır. Şairane ve süslü bir üslup kullanmış, realizm akımının etkisinde kalmıştır. Çeviriler yapmış; roman, fıkra, anı, eleştiri, mensur şiir gibi çeşitli türlerde eserler vermiştir. En çok eleştirileri ve gazete yazıları ile tanınan yazar, bazı münakaşa ve edebi çalışmalarını Kavgalarım adlı eserinde toplamıştır. Çeşitli konulardaki bilimsel eserlerini ise Oğlumun Kütüphanesi ismi ile yayımlamıştır.

Dili diğer Servet-i Fünûn sanatçılarına göre daha sadedir. “Rauf’un ve benim bu sadeliğimiz, doğrusunu isterseniz cehaletimizden ileri geliyordu. Cenab’ın Arapçasını, Fikret’in kamusunu bize verseniz, bak neler yazardık. En cahili Rauf’la bendim. Bundan dolayı Türkçe yazdık.”

Eski-yeni tartışmalarında yeni edebiyatı savunmuş, “Sanat için sanat” anlayışını benimsemiştir. Ona göre edebiyat bir araç değil, amaçtır.

Alfabe değişimini desteklemiş ve bir an önce yapılmasını istemiştir. Başlangıçta Arap alfabesinin Türkçeye uyarlanmasını, daha sonra ise bundan vazgeçerek Latin alfabesinin kullanılmasını savunmuştur. Çeşitli yazılarında bu değişimin bir an önce yapılmasının ülkenin ilerlemesi için çok iyi olacağını belirtmiştir.

Dilde sadeleşmeyi savunmuş fakat bu çalışmaların aşırıya kaçtığını da söylemiştir. “Kimsenin zevkini birdenbire değiştiremeyiz. Yazı yazarken yaptığımız yenilikler ancak bir teklif mahiyetini arz eder. O teklifi istediğimiz kadar mantıki müdafaalarla kuvvetlendirelim. Ona can verecek şey karşımızdakilerin gösterecekleri tasvipten ibarettir.” Fikir Hareketleri dergisinde kelime listelerine yer vermiştir. Yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarını yazmış ve dergiye gönderilen yazılarda bu kelimelerin kullanılmasını istemiştir. Ancak Türkçe kökenli olmayan bazı kelimeleri de önermiştir. Sadece kelime alışverişi yapılıp biçim ve sözde değişiklik yapılmadığında, yabancı etkilerin lisanın şahsiyetini bozamayacağını söylemiştir.

İlkokullarda Türkçe öğretilmesinin zorunlu hale getirilmesi gerektiğini dile getirmiş, Türkçe Sarf ve Nahiv adlı dil bilgisi kitabını yazmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda “Gramerin ne faydasına aklım erdi, ne lüzumuna!” diyerek Gramersiz Türkçe başlıklı bir yazı yayımlamıştır. “Bugün birçok kişi zannederler ki gramer olmazsa Türkçe öğrenilemez. Ama biz gramer bilmeyiz, yine söyleriz ve yazarız. Bunlar bazen kitaba uymaz belki. Fakat ölü kitap mı daha haklıdır, yaşayan dil mi?”

Servet-i Fünûn dergisinin 553. sayısında, Edebiyat ve Hukuk başlığıyla, Fransızcadan tercüme edilmiş bir makale yayımlamıştır. Makalede edebiyat ve hukukun aynı aşamalardan geçtiğinden ve hukukun edebiyat eserlerindeki konuyu etkilediğinden bahsedilmektedir. Bu makale farklı şekilde jurnal edilmiş, halkı isyana teşvik ettiği düşüncesiyle dergi II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. Daha sonra jurnalin asılsız olduğu anlaşılmış, sorgulanan kişilerin ceza almamasına karar verilmiştir, yine de Servet-i Fünûn topluluğu dağılmaktan kurtulamamıştır. Bu olaydan sonra, edebi yazılar yazmayı bırakarak gazeteciliğe ağırlık vermiştir. İlk siyasi içerikli yazısını II. Meşrutiyet’in ilanından duyduğu mutluluğu anlatmak için yazmıştır.

1908’de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım Kadri ile birlikte Tanin gazetesini çıkarmışlardır. Yazılarındaki sert üslubu ve eleştirileri sebebiyle Tanin gazetesi üç kez kapatılmıştır. Her kapandığında onun yerine Cenin, Senin ve Renin gibi isimlerle gazeteyi yeniden çıkarmıştır. Üç kapanışta da, kısa bir süre sonra, gazetenin Tanin adıyla çıkarılmasına izin verilmiştir.

1932 yılında Birinci Türk Dil Kurultayı’nda dili sadeleştirme konusundaki görüşlerini anlatmış ve halkın desteğini kazanmıştır. Bir sürü sanatçı ona itirazlarda bulunmuş ancak Hüseyin Cahit’i yenememişlerdir. Kurultay sonrası Atatürk, “Bir kara tahta vardır, bilir misiniz, hoca tebeşirle üstüne yazar, sonra siler, yine yazar. Hüseyin Cahit hepinizi bugün işte böyle sildi” demiştir.

1933-1940 yılları arasında Fikir Hareketleri dergisini çıkarmıştır. 1935-1939 yılları arasında Çankırı milletvekili olmuştur. 1943-1946 yılları arasında İstanbul milletvekili olmuş, bu yıllarda Tanin gazetesini yeniden yayınlamıştır. Ulus gazetesinde başyazarlık yapmıştır. 18 Ekim 1957’de İstanbul’da vefat etmiştir.

AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 1870’te İstanbul’da doğmuştur. Dedeleri Osmanlı ulemasından olup uzun süre müftülük yaptıkları için ailesi Müftüoğlu adını taşır. İlk mektepten sonra Aksaray’daki Mahmûdiye Vakıf Rüştiyesi’ne ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesi’ne gitmiş, hariciyeci olma isteğiyle Galatasaray Sultanisi ’ne devam etmiştir. Edebiyata ilgisi burada başlamış, şiirleri burada dikkat çekmiştir. Burada Muallim Naci ve Tevfik Fikret gibi devrin önde gelen insanlarından etkilenmiştir. Okul bitince Yunanistan, Fransa, Kırım’da çeşitli görevlerde bulunmuş ve İstanbul’a dönmüştür. Hariciyeciliğinin yanında Galatasaray’da ve Darül Fünûn ’da hocalık da yapmıştır.  

Ahmet Hikmet’in devlet memurluğunun yanında büyük bir ilim ve kültür merakının olduğu da görülmektedir. I. Dünya Savaşı sırasında Macaristan’da bulunan Ahmet Hikmet, burada birçok faaliyette bulunmuştur. Gönül Hanım romanında da sıkça dile getirdiği Türk-Macar kardeşliği ile ilgili çalışmalar yapan yazar, Macaristan’da oldukça dikkat çekmiştir. Ahmet Hikmet, 19 Mayıs 1927’de hayata gözlerini kapamıştır.

Öğrencilik yıllarında yazdığı Leyla yahut Bir Mecnun’un İntikamı adlı hikayesi ilk telif eseridir. Bu lisedeki son zamanlarında Fransızcadan çevirdiği Patetes adlı eserle neşriyat hayatına başlamıştır. Fen alanındaki çevirileriyle Servet-i Fünûn sayfalarında görülmeye başlamış, Roman Fabrikası adlı makalesiyle derginin ilk yazarlarından olmuştur.

Ahmet Hikmet az sayıda olan şiirlerini yalın bir dille ve hece ölçüsü kullanarak yazmıştır. Verdiği eserler incelendiğinde edebi yaşamı 1894-1900 ve 1909-1920 olmak üzere iki evrede incelenmiştir. 1894-1900 yılları arasında 22 hikâye yazmış ve bu hikâyelerini 1900 yılında Haristan ve Gülistan adlı kitap ile yayımlamıştır. Yazarlığının ilk evresinde dil ve duyarlılıkta büyük oranda Edebiyat-ı Cedide zevkine bağlı kaldığı görülür. Eserlerinde estetik kaygı ön plandadır, yazılarında Arapça ve Farsça kelimeler kullanmıştır. Bu evredeki hikâyelerinin çoğunda izdivaç ve aşk mevzuları üzerinde durmuştur. Ancak bu konular kendinden önce de tekrarlandığı için çok fazla ilgi görmemiştir. Ahmet Hikmet’in tanınmasına sebebiyet veren asıl eserleri özellikle yazarlığının ikinci evresinde yazdığı vatan hikâyeleridir. İlk evrede Servet-i Fünûn’da yayınlanan Nakiye Hala ve Yeğenim adlı hikâyeleri, Servet-i Fünûn ‘da Türklük cereyanının ilk işaretleri olmasının yanında Ahmet Hikmet’in milli meselelere olan duyarlılığını da göstermiştir.

Ahmet Hikmet’in edebi hayatının ikinci evresinde verdiği eserler, Türkçülüğün doğmasında ve halk kitleleri arasında yayılmasında etkili olmuştur. Ahmet Hikmet hikâyelerinden on sekizini Çağlayanlar adlı bir kitapla neşretmiştir. Bu hikâyelerinde yabancı kelimelere yer vermekten kaçınmıştır. Çağlayanlar’daki bir yazının başında geçen Ulu TanrıGün batıyorsevgili korkun gönlümde doğuyor. Kumral akşam bana sessizlikler içinde büyüklüğünü fısıldıyor… Bu alaca karanlıklar arasında bir kulun, dilmaç kul​lanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor… Ödünç giyim almadan, kendi çaputlarıyla karşına çıkmak diliyor.’’ cümleleri Hikmet’in bu tutumunu destekler niteliktedir.

Ahmet Hikmet’in bir diğer değerli eseri Orta Asya’dan bahseden ilk roman olma özelliği taşıyan Gönül Hanım romanıdır. Bu eser 1920’de Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilmiştir. Ahmet Hikmet bu tezli romanında Türklerin ana yurdunu ve Göktürk Abideleri’ni tanıtmış, medeniyet bakımından yüksek seviyelere ulaşmayı amaçlayan fikirlerini kahramanlara söyleterek paylaşmıştır. Hikmet’e göre yapılacak ilk iş, büyük bir millet ve medeniyet olduğumuzun farkına varmaktır. “Bütün Asya’yı, bir kısım Afrika’yı, Fransa sınırlarına kadar Avrupa’yı istilâ eden bizim ırkımız olduğu halde bu asaleti ne çabuk gönlümüzden çıkardık? Biz benliğimizi tanımazsak, kimse bizi tanımaya tenezzül etmez.” sözleriyle bu fikrini açıklamıştır.

FAİK ALİ OZANSOY

1876 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir. Ailesi birkaç nesil şair yetiştirmiş köklü bir ailedir. Babası Mehmed Said Paşa, âlim ve şairliğinin yanı sıra önemli bir devlet adamı; dedesi Süleyman Nazif manzum ve mensur eserleri olan bir kalem efendisidir. Devlet, millet, medeniyet meselelerinin konuşulduğu bir muhitte büyümüş, ilmi, edebi ve idari anlamda ilk terbiyesini ailesinden almıştır. Diyarbakır’da ilk ve orta öğretimini tamamlamış, idadi tahsilinin bir kısmını yapmıştır. Babasının ölümünden sonra İstanbul’a giderek Mekteb-i Mülkiye’de eğitimine devam etmiştir. Mezun olduktan sonra ilk memuriyeti Süleyman Nazif’in (ağabeyi) vilayet mektupçusu olarak görev yaptığı Bursa Maiyet memurluğudur. Daha sonra Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy ve II. Meşrutiyetin ilanıyla Mudanya kazaları kaymakamlığında bulunmuştur. İlerleyen dönemlerde Midilli, Beyoğlu, Üsküdar ve Kütahya mutasarrıflıklarında bulunmuş, son olarak Dahiliye Nezareti Müsteşarlığına tayin edilmiştir. Fakat Dahiliye Nazırı Ahmed Reşid’in yolsuzluklarda bulunması ve anlaşamamaları sebebiyle görevinden ayrılmış ve memuriyet hayatı bitmiştir. 1920 yılında görevinden ayrıldıktan sonra 1933 yılına kadar öğretmenlik yapmış, sonra onu da bırakarak kendini edebiyata vermiştir. 1950 yılında hayata gözlerini yummuştur.

Yaşadığı dönemde Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati olmak üzere edebi hareketlerin içerisinde yer alan şair, küçüklüğünden itibaren şiir dolu bir atmosferde yetişmiştir. Babası ve ağabeyinin tesiriyle Namık Kemal’i ve zatına hayranlığı hayatının sonuna kadar sürecek Hamid’i tanımıştır. Hamid’e duyduğu dostluk ve hayranlık sanatının nüvelerini oluşturmuştur. Fani Teselliler kitabında Hamid’e ithafen yazdığı şiirleri ve 1922 yılında doğrudan Hamid’e yazdığı Şair-i Azam’a Mektup adlı eseri, şairin bu bağlılığını ve ilhamını gizlemeyişinin belgeleridir. Şairin üç şiir, iki manzum tiyatro, bir manzum mektup ve bir de manzum biyografi olmak üzere yedi manzum eseri günümüze ulaşmıştır.

Eserlerinden bahsedecek olursak; ilk eseri 1908 yılında basılan Fani Teselliler’dir. Bu eser; Hasbihal, Neşait-i Garam, Tabiat, Kainata Karşı, Hafayâ-yı Leyâl, Dicle, Elhân-ı Perişan, Elhân-ı Fenâ başlıklı sekiz bölümden oluşmuştur. Kitabında önsöz mahiyetindeki Hasbihal’de hiçbir tesellinin ölüm karşısında yeterli olmadığını, her canlının elbet öleceğini kaderci bir yaklaşımla dile getirir:

“Heyhât, geçen bir dakikayı bir daha bulamayız. Gördüğümüz bir dalga bir daha meşhûdumuz olmaz. Uçup giden bir bulut artık nâbedîd olmuştur. Bir nağme bir kere duyulur. Bir şihâb yalnız bir kere sukût eder. Bir nûrun ufûlünü yalnız bir defa görebiliriz.”

1912’de yayımlanan Temasil’in birinci bölümü Mehasin, ikinci bölümü Tabiat ve Aşk’tır. İkinci bölüm tabiatın ağırlıklı olarak işlendiği şiirlerdir. Burada hem Faik Ali’nin eğilimini hem de döneminin karakteristik özelliklerini eserlerinde işlediği görülebilir.

Elhan-ı Vatan otuz altı şiirden oluşur ve eserde Faik Ali’nin millî ve hamasî duygularını terennüm eden şiirler bulunur. Bütün şiddetiyle devam eden I. Dünya Savaşı ve bilhassa Çanakkale Savaşı, şairi derinden etkiler. Bu sebeple cephede verilen mücadeleye kalemiyle edebiyat sahasında destek vermek ister. Donanmaya, bayrağa, bu savaşlarda şehit olanlara ve onların ailelerine övgü dolu şiirler yazmıştır.

İstibdat dönemi nedeniyle tiyatroya fazla ilgi gösteremeyen şairler, II. Meşrutiyet’in ilanının ardından tiyatro ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bu şairlerden olan Faik Ali’nin Payitahtın Kapısında ile Nedim ve Lale Devri adlı iki manzum tiyatro eseri vardır. Her iki tiyatro da konusunu tarihi olaylardan almıştır. Biri, yaşadığı tarihlere çok yakın olan Çanakkale Harbi günlerini konu alırken, diğeri Osmanlı tarihinin en ilgi çekici dönemlerinden biri olan Lale devrini konu edinmiştir. Bu eserlerinde görüldüğü üzere halkın sıkıntılarını dile getiren millî ve sosyal konulara da eğilmiştir.

Genç yaşta şiirler yazmaya başlayan Faik Ali, Servet-i Fünûn topluluğunun en genç mensuplarındandır. Başlarda bir arayış içinde olup kendisinden önceki ustaları taklit ederek şiire başlamıştır. Bu şairlerin edebî anlayış ve kalıpları içerisinde kalmaktan ziyade, sentezci bir anlayış benimseyerek güzel bulduğu bütün tarz ve yönelişleri özümsemiş ve kendi orijinal üslup ve edasını yakalamıştır. Eserlerine bakıldığında Fani Tesellilerin Hasbihal kısmında Hamid’in etkileri görülmektedir. Ancak ikinci eseri Temâsil ve ondan sonra gelen Elhan-ı Vatan eserleri kendine özgü üslubunun izlerini taşımaktadır.

 Eserlerinde yaşadığı toplumun bütün özellikleri görülmektedir. Şiirlerinde toplumun benimsediği aşk, kadın, aile ve tabiat konularını işlemiştir. Şiirlerinde kadın idealize edilmiş bir şekildedir. Şiirlerindeki kâinat unsurlarıyla kâinatın şiirini yakalamaya çalışmıştır. Şiirlerinde genellikle romantizmin tesirinde kalmıştır lakin sembolist ve parnasyen tesirle yazdığı şiirleri de mevcuttur.

Eserlerinde her şeyden önce sanat kaygısı gütmüştür. Şairin zaman zaman kullandığı kelimeler ve terkiplerle dilinin bazen çok ağır olduğu görülmektedir. Onu, buna iten sebep sadeleşirken basitleşmekten korkmasıdır. Yaşantısı, şiirlerindeki renkli ve zengin hayal gücü, anlatıma verdiği önem, aruzu ustalıkla kullanması ve her şeyden önce sanatı düşünmesi onu şahsına münhasır bir şair yapmıştır.

Faik Ali, Abdülhak Hamit ile Servet-i Fünûncu şairler arasında adeta bir köprü vazifesi üstlenmiştir. Nesiller arasındaki bu köprü görevini Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati grubu arasında da sürdürmüştür. Fecr-i Âti‟nin oluşmasında rol almış, bu topluluğun isim babası olmuş ve bir dönem bu topluluğun liderliğini üstlenmiştir.

SÜLEYMAN NAZİF

Türk edebiyatında nesirleri ve şiirleriyle büyük bir yer işgal eden Süleyman Nazif 1889’da Diyarbakır’da doğmuştur. Babası ünlü tarihçi ve edebiyatçılardan Sait Paşadır. Babasının yanında özel hocalardan Arapça ve Farsça öğrenmiş, bir Ermeni papazından Fransızca dersi almıştır. Avrupa’ya gidince Fransızcasını iyice ilerletmiştir. 15 yaşında Diyarbakır vilâyeti mektupçuluk kaleminde vazife almış, ilk yazılarını da bu sırada kaleme almaya başlamıştır. Kısa bir süre sonra Meclis-i Vilâyet ikinci kâtibi ve vilâyet matbaa müdürü olmuştur. 1893’de Vilâyet gazetesi başyazarlığına tayin edilmiştir. Bir süre Vilâyet Mektupçusu olarak Bursa’da kalmıştır. Serveti Fünûn dergisinde ilk şiirlerini İbrahim Cehdi takma adıyla bu dönemde yazmaya başlamıştır. 1906’da Mısırda Abdullah Cevdet’in yayınladığı Kütübhâne-i İctibad serisinin üçüncü kitabı olarak şiirlerinin toplandığı Gizli Figanlar’ı, beşinci kitabı olarak da Elcezire Mektupları ’nın ikinci basımını yapmıştır. 1915’te İstanbul’a dönen Süleyman Nazif, hayatını, yazdığı makalelerle kazanmaya çalışmıştır. Cihan Harbi’ndeki kahramanları tasvir ve Sully Prudhomme’un iki şiirinin tercümesini ihtiva eden meşhur Batarya ile Ateş adlı eserini 1917’de bastırmıştır.

Süleyman Nazif en heyecanlı günlerini mütareke yıllarında, İstanbul’un yabancılar tarafından işgalinde yaşamıştır. Fransız kumandanının mağrur bir edâ ile azınlıkların çılgınca gösterileri arasında İstanbul sokaklarında dolaşması şâirimizin millî duygularını galeyana getirmiş ve ünlü Kara Bir Gün isimli protesto makalesini kaleme almıştır. 3 Kasım 1918 tarihli Hâdisat gazetesinde intişar eden bu makale büyük heyecan doğurmuş, millî hisleri heyecana getirmiştir. Bu yazısının düşman üzerinde bıraktığı etkiyle kurşuna dizilmesi emredilmiş, ancak son dakikada kurtulmuştur. Süleyman Nazif  4 Ocak 1927’de İstanbul’da vefat etmiştir. Edirnekapı’daki  Mezarının taşında kardeşi Faik Ali Ozansoy’un şu beyti vardır :

Şimşek mürekkep olmalıdır yıldırım kalem

Tahrir ipin kitâbe-i seng-i mezarını

O, eserlerinde Osmanlı Devletinin bölünüp parçalanması döneminin sancılarını “feryat” larıyla dile getirmeye çalışmıştır. Kendi kişisel duygu ve düşüncelerinden çok; sosyal meseleleri ele almıştır. Ferdî şiirleri fazla değildir. Nazif nesirlerinde ciddi, kahraman, cesur, gözü kara ve gözünü budaktan sakınmayan bir tiptir. Bu yönüyle Namık Kemal’in nesirlerinde görülen özellik onun nesirlerinde de hissedilir. Zaten saygı duyduğu edebi şahsiyetlerin başında Namık Kemâl, Abdülhak Hamid, İbn-ül Emin, Mahmut Kemal İnal gelir.

Verdiği söze bağlılığı, beyefendiliği, pervasız nükte ve hicivleriyle maruf olan da bir şahsiyettir. Haksızlığa tahammül edemeyen ve zulme başkaldıran da bir eylem adamıdır. Bu nokta da Üstad Akif’le fikirleri, düşünceleri örtüşmektedir. Mehmet Akif içe dönük tavrı benimserken, Nazif dışa dönüktür. En yakın dostları bile onun iğneli sözlerine ve nüktelerine muhatap olmuşlardır. Yine Süleyman Nazif ’Bana kim söverse derhal mukabelede bulunurum. Yalnız Cenab ile Akif söverse; bu bir belâyı asümânîdir, sabretmekten başka çare yok, derim, sükût ederim.’ de diyerek Cenap ve Mehmet Akif’e olan sevgisini göstermiştir. Kelimelerin serdarı, nesrin ustası, son şarklı, nesrin heykeltıraşı ona söylenen iltifatların yalnızca birkaçıdır.

KAYNAKÇA

  1. UÇMAN, Abdullah, Tevfik Fikret, TDV İslam Ansiklopedisi, s.9-13.
  2. BAYRAK AKYILDIZ, Hülya, Tevfik Fikret’in Şiiri ve Psikolojik Portresi Üzerine, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl:3, Sayı:11, Nisan 2015, s.95-105.
  3. DELİGÖNÜL, Mehmet, Tevfik Fikret’te Şiir-Düz Yazı İlişkileri, Ekim 1973, C:XXIX, S:265, s.1-15.
  4. KÜTÜKÇÜ, Tamer, Tevfik Fikret ve “Yeni Şiir” Anlayışı, Ağustos 2010, C:XCIX, S:704, s.139-145.
  5. ÖZER, Elif Emine, Halid Ziya UŞAKLIGİL, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004.
  6. TÜZER, İbrahim, Roman Sanatı Üzerine Düşünen Bir Yazar Halid Ziya UŞAKLIGİL ve Poetik Bir Metin Olarak Hikâye.
  7. AKAY Hasan, Cenap Şahabettin, İstanbul,2015.
  8. UÇMAN Abdullah, İstanbul’da Bir Ramazan-Cenap Şahabettin, İstanbul, 2012.
  9. Gündüz M., Ahmed Hikmet Müftüoğlu and History of Turkish Education in 16th Century. İnternational Online Journal of Educational Sciences. 2013; vol.5, pp.462-473.
  10. Çakır M, Türk Edebiyatında Orta Asya’dan Söz Eden İlk Roman: Gönül Hanım. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 2014; 5(1): 247-262.
  11. Tansel FA, Ahmed Hikmet Müftüoğlu-Hayatı ve Sanatı. İstanbuk Üniversitesi Türkiyat Mecmuası. 2012; 9:1-34.
  12. ŞERMET, Sevim, Bir Devri Şiirleştiren Şair: Faik Ali Ozansoy ve Manzum Tiyatroları Poetıze A Perıod Poet: Faık Alı Ozansoy and Poetıc Theater Works, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 9 Sayı: 43 2016
  13. ÇİTÇİ, Sinan, Bir devlet adamı olarak Faik ali Ozansoy, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü dergisi  (TAED) 50. Erzurum 2013,103-124
  14. İSLAMOĞLU, Feyza, Abdülhak Hamit’in Makber Mukaddime’si İle Faik Ali’nin Fani Teselliler Hasbihal’ine Mukayeseli Bir Bakış, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (DÜSBED) ISSN : 1308-6219 Nisan 2016 YIL-8 S.15
  15. KOÇ, Raşit, Faik Ali Ozansoy’un Şiirlerinin Tematik İncelenmesi
  16. KERİMOĞLU, Caner, Hüseyin Cahit Yalçın Dil İle İlgili Görüşleri, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
  17. TOPUZKANAMIŞ, Ersoy, Dergi Kapatan Yazı: Edebiyat ve Hukuk, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 6, Kasım-Aralık 2014, ss. 1-14.
  18. ÇETİN, Nurullah, Süleyman Nazif’in Fırak-ı Irak, 2010
  19. GÜRLEK, Dursun, Türk Nesrinin Büyük Ustası Süleyman Nazif
  20. KERMAN, Zeynep, Servet-İ Fünun Edebiyatı
  21. Servet-i Fünûn Dergisi. sayı 254. URL:http://www.servetifunundergisi.com/sayi/254/ Nisan 22,2020
  22. Servet-i Fünûn Dergisi. sayı 465, sayfa3. URL:http://www.servetifunundergisi.com/rubab-i-sikeste-munasebetiyle-tevfik-fikret-bey-ve-haluk/ Nisan 22,2020